Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Küfrün Kısa Tarihi
Küfrün Kısa Tarihi

Küfrün Kısa Tarihi

David Nash

Tarih boyunca kutsal değerlere hakaret veya daha iyi bilinen adıyla küfür, en büyük günahlardan ve suçlardan biri sayılageldi. Eski Yunanistan’da filozof Sokrates tanrıları aşağıladığı,…

Tarih boyunca kutsal değerlere hakaret veya daha iyi bilinen adıyla küfür, en büyük günahlardan ve suçlardan biri sayılageldi. Eski Yunanistan’da filozof Sokrates tanrıları aşağıladığı, gençleri doğru yoldan saptırdığı gerekçesiyle idama mahkûm edildi. Ortaçağda yerleşik Hıristiyanlık geleneği sayısız tarikatı sapkın ilan etti, Engizisyon küfür suçlamasıyla insanları cezalandırdı. Reform Avrupası’nda mezhep savaşları karşılıklı küfür suçlamalarıyla alevlendi. Günümüzde ise bu konuda yaşanan tartışmalar uzun ve zorlu bir süreçte kazanılmış ifade özgürlüğünün nerede başlayıp nerede bittiği ve modern dünyada böyle bir suçlamanın yerinin olup olmadığı etrafında gelişiyor.

Bu kitapta David Nash, Batı’da uygarlığın şafağından bu yana küfür eylemlerinin ve küfre karşı verilen mücadelenin kolay anlaşılır bir tarihini ortaya koyuyor. Dünyanın dört bir yanından zengin ve çarpıcı örneklerle küfür suçlamasının toplumları düzene sokmak, asayişi sağlamak için nasıl kullandığının, modern devletin ortaya çıkışıyla yabancıyı yerliden ayırmak için kullanılan bir araca dönüştüğünün ve nasıl modern hukuk sistemlerinin parçası hâline geldiğinin izini sürüyor. Aydınlanma idealleriyle bireyin düşünce ve ifade özgürlüğüne açılan alanın çağdaş dünyada küfür yasalarının yerini nefret suçu yasalarına bırakmasıyla yeniden tehdit altına girdiğini, inancın kimlik unsuru hâline gelmesiyle eski defterlerin nasıl yeni bir kılıkta açılabildiğini ve gerilimin neden yeniden arttığını gösteriyor.

İçindekiler

Teşekkür 13
Giriş 15
1. Küfür: Tanımlar ve İlk Düşünceler 21
2. Küfrün Tarihine Giriş 23
3. Çağdaş Dünya ve Küfür 26
4. Bu Kitabın Amacı 33
1
Antik Dünyada Küfür 35
1. Sokrates’in Ölümü ve Şehadet İçin Bir Model
Yaratmak
41
2. İslam’da Küfrün Kökenleri 46
3. Eski Ahit Dünyasında Küfür 50
4. Erken Hıristiyan Toplumu ve Küfür 53
2
Ortaçağ Hıristiyan Dünyasında Küfür 59
1. Engizisyonlar ve Sansür Makinesinin Tohumları 61
2. Günlük Yaşamda Küfür 63
3. Yahudilerde “Küfür” 66
4. Ortaçağ Devleti ve Hıristiyan Düşünürler Kâfirleri ve
Sapkınları Değerlendiriyor
71
5. Kullanışlı Bir Siyasi Suç Olarak Küfür: Tapınak
Şövalyeleri Örneği
76
6. Avrupa’da Kâfirlere Karşı Düzenlenen “Haçlı Seferi” 79
3
Küfür ve Reform 83
1. Küfür ve Reform 84
2. Tavernada ve Kumarhanede Küfür: Takdiri İlahiyle
Oynamak
88
3. Yeni Sapkınlıklar, Yeni Küfürler 89
4. Küfrü Denetim Altına Almak: Devletin Denetim
Mantığı
95
5. Kötü İnsanları Islah Etmek 101
6. Rönesans Floransası’nda Küfür ve Dindarlık 105
7. İkon Kırıcılık ve Küfür 110
8. Din Devletlerinde Küfür 111
4
Küfür ve Aydınlanma 120
1. Yerel Dilde İncil: Yeni İnanç Dünyalarını İnşa Etmek
ve Çözmek
121
2 Kamu Yararı İçin Bir Sorun Olarak Küfür 123
3. 17. Yüzyılın Sonları: Güvenlik ve Kriz 138
5
19. Yüzyılda Küfür 154
1. Thomas Paine: Akıl Çağı ve Küfür 154
2. Muhafazakâr Dünya Karşı Mücadele Veriyor 157
3. Richard Carlile, Yoldaşları ve Toplumsal İlerleme
Olarak Küfür
161
4. Aydınlanma’dan Sonra Avrupa’da ve Amerika’da Küfür 170
5. Foote, Coleridge ve Üslup 172
6. Yazarlar, Sanatçılar ve Yeni Çağcılar: Modern Küfrün
Doğuşu
181
6
20. Yüzyılda Küfür 185
1. Modern Kâfirler, Anarşistler ve Siyasi Muhalifler 185
2. Ya İlga ya Reform: Küfür Yasaları Ön Planda 192
3. İlham Olarak Din: Küfür ve Modern Sanatın Ruhu 195
4. Küfür ve Modern Ahlaki Haçlı Seferleri 200
5. Selman Rüşdi ve Küfrün Küreselleşmesi 205
6. Küfür ve Uluslararası Adaletin Gelişi 210
7
Çağdaş Dünyada Küfür 216
1. Modern Gündemlere Yanıt Vermek: Hoşgörü ve Nefret 217
2. İrlanda ve Modern Küfür Yasalarının Anomalisi 227
3. Charlie Hebdo ve Patlayıcı Şiddet 235
4. İrlanda ve Muhalefetin Toplanma Hızı 237
5. Küfrün ve Küfür Yasalarının Geleceği 245
6. Son Sözler 248
Kaynakça 249
Dizin 251

Giriş

Dikkatle oturup uzunçalarlarımı görmezden gelip bunun yerine bir kutsal değerlere küfür davası hakkında daha fazla bilgi edinmek için harıl harıl basını ve medyada çıkan haberleri inceliyordum. 1970’lerin sonlarında Londra’nın batısında, 17 yaşındaki bir çocuğun bunu yapması tuhaf bir durumdu. Ahlak bekçisi Mary Whitehouse’u zaten biliyordum. Mary, mizahtan anlamayan, hayattan zevk almayan gamlı baykuşun tekiydi; ergen zihnimin gülünç, merak uyandırıcı ve bazen de her ikisini birden gördüğü bazı şeyleri yasaklatmak ve sansürletmek için elinden geleni yapan biriydi. Biraz acayip bir Danimarkalı olan yönetmen Jens Jurgen Thorsen’in kışkırtıcı filmi The Sex Life of Christ’ı [İsa’nın Cinsel Hayatı] çekmek üzere Britanya’ya girişini engellemede de başarılı olmuştu.

Thorsen adeta başka bir zamandan kalma, tasasız, klasik bir İskandinav hippisi gibi görünüyordu; onu anarken gülümsemekten kendimi alamıyorum. İsa’nın banka soyup küçük bir motosikletle olay yerinden kaçtığı bir sahneyi filmine ekletmeyi planlamış olması beni çok eğlendirmişti.

Bu aslında biraz saygısızca sayılabilecek, basit, hafifmeşrep, hatta aptalca bir gösteriden ibaretti. Elbette bunun kutsal değerlere hakaret, yani küfür kadar ağır bir suç sayılabileceği ya da filmin yapımının engellenmek isteneceği fikri hiç aklıma gelmemişti. Üstelik küfür sözcüğünün kendi de tuhaf bir iptidai Ortaçağ anlayışını yankılıyordu. Sansürcülerin ağzından dökülmesi de benim zihnimde –ve aslında benim neslimden olan diğerlerinin zihninde– bu etkiyi iki katına çıkarmaya hizmet etmişti. Dolayısıyla Mary Whitehouse’un dinin kamuoyunda vahim ve affedilemez bir şekilde tahrif edilmesinden duyduğu kaygı ve yasal tazminat başvurusu ilerledikçe bu durum ya dünyanın artık yerinde saymadığını, ilerlediğini kavrayamayan ya da bunun çok önemli bir dava uğruna verilen son derece riskli bir son savunma mücadelesi olduğunu düşünen mendebur (yine de ironik bir şekilde, Mary’nin kendisi hariç, aynı zamanda eşkâli şaşırtıcı derecede meçhul) Müesses Nizamın son nefesi gibi görünüyordu.

Henüz çok gençtim ama bu ahmaklığın kısa sürede sona ereceğini bilecek kadar kendimi akıllı görüyordum. Gözlemcilerin de dikkat çektikleri üzere 20. yüzyılda ağırlığını hissettiren ahlaki açıdan katı ve tutucu Britanya imgesi hem 1960’lardaki Lady Chatterley’nin Âşığı vakasında hem de 1970’lerdeki Oz davasında ciddi biçimde sarsılmıştı.1 Her ne kadar haksız sansüre karşı yürütülen mücadelelere dair bazı uzak kolektif anıları çağrıştırsa da bunlar 1977-78 olaylarıyla birlikte düşünülmesi gereken belirsiz kültürel göndermelerdi. Birçok kişi gibi ben de kutsal değerleri aşağılama yasasının İngiltere’de hâlâ yürürlükte olmasına şaşırmıştım. Kısa bir süre sonra bir gazete bu yasayı ihlal ettiği gerekçesiyle dava edilecek ve bu dava yasanın hâlâ ne denli kuvvetli olduğunu cümle âleme gösterecekti.

Televizyon haberlerinde “eşcinsel” süreli yayın Gay News’in İsa ile İncillerde tasvir edilen diğer karakterler arasındaki yoğun ve tutkulu fiziksel aşk eylemlerini tasvir eden bir şiir yayımladığı anlatılıyordu. Söz konusu şiirde çarmıhtaki yüzbaşının ölü İsa’nın yaralı bedeniyle cinsel ilişkiye girdiğinin anlatıldığı kısım bardağı taşıran son damla olmuş ve infial yaratmıştı. O zamanlar dindar ve ibadetlerini yerine getiren bir Katoliktim ama bir yandan da İngiliz edebiyatı öğrencisiydim.

Bu da beni meseleyi birçok kişi tarafından kutsal kabul edilegelmiş dinsel fikirlere karşı menfur ve alçakça bir saldırı olarak görmekten ziyade şiir sanatı, mecazlar ve hayal dünyası üzerinden daha farklı bir bakışla düşünmeye yöneltmişti.2 Belki de Katolik bir insanın dindar olabilmesi için ciddi anlamda gelişmiş bir hayalgücüne ihtiyacının olması yüzünden olsa gerek, James Kirkup’un şiirinde aslında ne kastettiğini ben kolaylıkla anlıyordum. Tanrı eğer sevgiyse bu sevginin tüm insanlığı kuşatması gerekiyordu. O hâlde şiir neden olup bitenlerin birebir tasviriymiş gibi değerlendirilmişti? Kimse yaratıcı özgür sanat diye bir şey duymamış mıydı? Herkes mi mecazlardan bihaberdi?

Peki ya imgelem ve simgecilik? Sözümona her şeyi gören ve bilen bir Tanrı’nın, yeryüzünde emirlerini yerine getirtmek için Mary Whitehouse gibi –mütevazı ve biraz da çatlak– bir kuluna ihtiyaç duyması da tuhaftı. Belki de Katoliklerin bir parçası olmadığı Protestan çileciliği adına Tanrı’nın sözünü ahlak anlayışlarıyla tamamlamaya fazlasıyla hazır olan Protestan dünyasıydı. Eşcinsellik, manşetlere çıkmanın yanı sıra siyasi yeni dalga ve propagandacı Tom Robinson Band’in ortaya çıkmasıyla kısa süre sonra dönemin gençlik kültüründe de önemli bir rol oynayacaktı. Bu grup, fikir ayrılıklarına yol açan “Glad to be Gay” [Eşcinsel Olmaktan Mutluyum] şarkısını yazmıştı. Bu şarkı, eşcinselliğin bir suç olmaktan çıkarılıp kamuoyunda adım adım kabul görmeye başladığı yıllar arasında hepimize eşcinsel erkeklere (arkadaşlarımız dâhil) uygulanan rutin adaletsizlikleri düşündürtmüştü. Şarkı, Gay News davası Temyiz Mahkemesine ulaşmadan hemen önce yayınlanmıştı ve ilk duruşmanın etrafındaki adaletsizliğe ve ikiyüzlülüğe atıfta bulunuyordu.

Müstehcenlik kavramının bazı şüpheli yerleşik çıkarları desteklemek ve sürdürmek için Müesses Nizam tarafından kötü niyetle kullanılan bir araç olduğundan dem vuruyordu. Üstsüz ve çıplak kadınların resimleri sansasyonel basında kınanmadan, hatta olumsuz yoruma bile maruz kalmadan manşetlere bile çıkabilirken Gay News ve onun savunduğu eşcinsellik basın yayın organlarında acımasızca karalanıyordu. Bu ideolojik güdümlü gözlem, şarkıda, Britanya’nın Müesses Nizamındaki herkesin ve aynı zamanda toplum adına toplumu düzenleyen ve denetleyenlerin işlediği yanlışların bir listesiyle birlikte yer alıyordu. Bu sayede deyim yerindeyse Gay News dava sürecinin film müziği hâline gelmişti ve bu da şarkıyı, bazılarına göre, sahne dışında uygunsuz ve uyumsuz bir gürültüye dönüştürdü.

Ben de dâhil olmak üzere kamuoyu, yavaş yavaş ortaya çıkan olaylar karşısında şaşkına dönerken, olaylar böyle devam etti. Mary Whitehouse’u ahlaki açıdan destekliyor gibi görünen ikiyüzlü Müesses Nizama, liberal dünyanın daha tanınabilir ve bilgili üyeleri karşı çıktılar. John Mortimer (Rumpole dizisinden), Bernard Levin, Margaret Drabble ve Geoffrey Robertson, Gay News adına tartışmak için sahneye çıkmışlardı. Çok az kişi, bu ihtimal karşısında gözyaşı dökse bile bu, görünüşte, Müesses Nizamın kaybedeceği haksız bir mücadeleye benziyordu. Britanya’nın hoşgörü ve tarafsızlık anlayışına sahip liberal bir ülke olduğu çok açıktı ve daha liberal olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) da kısa süre önce katılmıştı. Bütün bunlar elbette ülkenin genel olarak dünyaya nasıl bir görüntü verdiği konusunda bilinçlenmesini sağlayacaktı.

Ayrıca dine hakaret yasaları neydi ve modern çağda aslında ne işe yarıyordu? Bir kişinin yazmış olduğu şey kesinlikle yazılmamış (hele hiç düşünülmemiş) olamazdı ve –suçun modern tarihinin sık görülen bir özelliği olduğunu keşfedecektim– dava, gerçek hakaret niteliğindeki yazıları ve ifadeleri çok daha kolay bir şekilde kamuoyunun dikkatine sunmuştu. Kitlesel okuryazarlık olgusunun desteklediği televizyon, radyo ve basın çağında her şey özellikle Ortaçağa özgü görünüyordu: Dine söven malzemenin süregelen dolaşımı, muhabirler yalnızca halkı bilgilendirme işini yapıyor olsalar bile rahatsız edici olmaya devam edecekti. Ama sonuçta davada olumsuz bir karar çıktı ve suçun oluştuğuna hükmedildi. Gay News’un editörü Dennis Lemon 12 ay hapis cezasına çarptırıldı ve cezanın infazı ertelendi.

Kutsallara hakaretten duyulan nefret hâlâ şaşırtıcı derecede canlı ve sağlamdı ve zaman ilerledikçe hayatımda hayal ettiğimden çok daha önemli bir rol oynayacaktı. Kendimi Westminster’daki Parlamento Binası’nın merdivenlerinde dururken bulduğum 2002 yılının bir yaz gününe hızla ilerleyelim: Artık kırklı yaşlarımın başlarındaydım ve Lortlar Kamarası’nın Din Suçlarını Soruşturma Komisyonu’na ifade vermek üzereydim. Gay News davasının dine hareket konusuna ilgimi uyandırmasının üzerinden uzun yıllar geçmişti. 2002 yılına kadar bu konuyla ilgili zaten bir kitap ve birkaç makale yazmıştım.3 Fakat Altıncı Bölümde de değineceğimiz gibi akademinin sınırları içinde kalan bu keyifli çalışmalar 1990’larda ses getiren Selman Rüşdi vakası sayesinde birdenbire çağdaş dünyayla derinden ilgili hâle gelecekti. Ulusal Sekülerler Topluluğu’nun sekreteri Keith Porteus-Wood Küfür Yasası’nın yürürlükten kaldırılması için hazırladıkları raporun yazılıp komisyona sunulmasına yardımcı olmam için 2002 yılında bana başvurmuş ve onların adına Lortlar Kamarası Din Suçlarını Soruşturma Komisyonu önünde konuşmamı istemişti.

Aradan geçen yıllarda, hakaret yasalarının çoğu toplum için –tarihten gelen bir alışkanlıkla olsa gerek– kalıcı ve şaşırtıcı derecede ilgi görmeye devam ettiğine ikna olmuştum. Fakat paradoksal şekilde, bir yandan da bu yasaların çok yakında tarih olacak eski bir çağın kalıntıları olduklarına da ikna olmuştum. Gelgelelim Batılı ulusların çağdaş yasalarıyla ilgili daha sonraki deneyimlerimin çoğu bu kanılarımdan ilkini pekiştirirken, ikincisi hakkında beklenmedik bir şekilde fikrimi değiştirmeme neden olacaktı. Bu suçun geçmişini araştırmak beni bu tür yasaların son derece sınırlı bir değere sahip olduğuna ve modern toplumların çoğunda ters etki yarattığına da ikna etmişti. 19. yüzyılın ortalarında ortaya çıkan bir hareket olarak bu tür yasalara karşı gittikçe büyüyen bir dalganın görüldüğü bir çağda büyümüştüm.

Bu dalga çoğu Batı ülkesinde hız kazanmıştı ve hakaret yasaları ya din işlerini devlet işlerinden ayırmaya çalışan reformcu hükümetler tarafından tamamen yürürlükten kaldırılmışlar ya da hangi yeni şekli alırlarsa alsınlar kadük kalmışlardı. Lortlar Kamarası Komisyonu’nun karşısına çıkmam bu hususların dillendirilmesini sağladıysa da komisyon nihai bir karara varamadı ve altı yıl boyunca bu konuda ne yazık ki doğru düzgün bir ilerleme kaydedilemedi. Fakat Ceza Adaleti ve Göçmenlik Yasası ile ilgili bir tartışma bağlamında İngiltere’nin hakaret yasası 2008 yılında –hükümetin de bu girişime sessiz kalıp göz yummasıyla– bir gecede beklenmedik bir şekilde ilga oldu.

Bu gelişme kutsal değerlere hakaret konusunu bu kez tüm Hıristiyan dünyasını kapsayacak biçimde ele alan ve bu bakımdan öncekinden daha iddialı olan ikinci kitabım yayımlandıktan bir yıl sonra yaşanmıştı.4 2008 yılında yasa ilga edildiğinde İngiltere’de neredeyse hiç kimse bundan esef duymamıştı ve ben de bu nedenle meselenin artık kapandığını ve bir uzman ve geçici aktivist olarak görevimin tamamlandığını düşünmeye başlamıştım. Fakat İrlanda hükümetinin neredeyse bir yıl sonra yine bir gecede yeni bir küfür yasası çıkarabileceğini açıkçası hesap etmemiştim. Bu yasa ne bu suçla ilgili göze çarpan bir geçmişe ne de bu konuda derin bir kültürel bilgiye sahip olan bir ülkede yürürlüğe konmuştu. Modern içtihada göre İrlanda anayasasında devletin küfür suçunu değerlendirmesi için bir hüküm getirilmesini gerektiren bir madde vardı. Bu durum, dönemin adalet bakanı Dermot Ahern’i bu boşluğu dolduracak kapsamlı bir küfür yasası tasarısı sunmaya itti. Yapılan bu yasa o dönemde önemli tartışmalara neden oldu ve son bölümde göreceğimiz gibi, bu tartışmalar bugün de devam ediyor. İşte bu nedenle hiç hesapta yokken, İrlandalı STK’ların benden yardım istemesiyle bir tarihçi ve aktivist olarak ikili kariyerimi sürdürdüm.

Bu kitap birçok açıdan hem çağlardır yakamızı bırakmayan kutsal değerlere hakaret konusuna hem de hem yazarının bu konudaki düşüncelerine bir giriş olarak okunmalıdır. Umarım bu birleşim hem etkili hem de sevindirici olur ve aynı zamanda tarihin en iyi geleneklerinde iş görür. Bu, okuyucunun bu kitapta küfrün kökenlerini ve faillerin saiklerini bulmasını ve bunları hem tarihi geçmişin hem de çağdaş dünyanın aynasına tutabilmesi anlamına gelir. Bunu yaparken, bu karşılaştırmanın bir dizi benzer ve son derece farklı imgeler sunması gerekir.

Umarız bu süreç aynı zamanda okuyucunun çağdaş dünyada küfrün nasıl ve neden devam ettiğini ve neden geride bırakılmasının bu kadar zor olduğunu düşünmesini sağlar. Benzer şekilde, geçmişteki ve günümüzdeki toplumlar tarafından koruma, bozma, zulmetme ve meşrulaştırma amacıyla nasıl kullanıldığı ve istismar edildiği de netleşmeye başlamalıdır. Geçmiş burada, bir tarih araştırmacısı olarak sık sık gittiğim diğer yerlerden çok daha fazla, derin bir şekilde şu anda yaşıyor. Aslında o, yalnızca inatla uzaklaşmayı reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda birbirini takip eden çağdaş dünyalar tarafından sık sık ve etkin bir şekilde geri çağrılıyor.

1. Küfür: Tanımlar ve İlk Düşünceler 

Tüm kültürlerde kutsal değerlere küfretme suçu, kabaca, kutsal varlıkların, ögelerin veya metinlerin varlığını, doğasını veya gücünü sorgulayan, aşağılayıcı bir dilin veya eylemlerin kasıtlı kullanımı olarak tanımlanagelmiştir. Kimi durumlarda –özellikle de tarihin bu kitapta da yer verilen ilk çağlarında– bu eylem Tanrı’nın güçleriyle alay eden görüşlerin açıktan ifade edilmesidir ya da bu güçleri kendi hesaplarına geçirmek isteyen bireylere uygulanacak yaptırımlara atıfta bulunur. Kutsal değerlere hakaret suçu ilk olarak İbrahimî dinler tarafından icat edilmiş gibi görünmektedir. Bunun nedeni belki de bu dinlerin kelimelere ve dile daha fazla vurgu yapması ve bunları doğrudan dinî inanç ve ibadetlerle ve yaratma ve vahyetme gibi tanrıya özgü eylemlerle ilişkilendirmesidir. Benzer şekilde, bu inançlar (özellikle de İslam) küfrü dinden dönme olgusuyla da ilişkilendiriyor gibi görünmektedirler ki ikisi arasındaki ayrımın geçmişte zaman zaman bulanıklaştığı dönemler olmuştur.5 Küfür klasik dünyanın farklı bölgelerinden kaynaklanan, antik çağlardan kalma bir tarihe sahiptir. Daha sonra Ortaçağ dünyası, düşünceyi ve kanaati suç hâline getirdi. Bununla beraber, küfrün tarihi onun varlığını nasıl sürdürdüğüyle de ilgilidir: Küfür bize, sansür kavramı ve onu gelişimi, en geniş anlamıyla, hükümetin bile ötesinde otoritenin sürdürülmesine zarar veren görüşleri nasıl susturduğu hakkında bir fikir verir.

Bu aynı zamanda insanların davranışlarını ve kurtuluşlarını yönlendiren inançların benimsenmesine de olanak sağladı. Bu kadar eski bir mesele için, çok farklı toplumlar ve kültürlerle karşı karşıya kalan dine hareketin modern dünyada neden varlığını sürdürdüğünü de açıklamamız gerekiyor. Bu değişiklikler yoluyla ne kadar uyum sağladığını anlamak, çağdaş dünya için özellikle ciddi bir konudur ve bu kitabın işlevlerinden biri budur. Okuyucu bu kitabın içeriğinde İngilizler, İngilizce konuşulan bir dünya ve Avrupalılarla ilgili bir önyargı tespit edebilirler ama bu durum yazarın bilgisini yansıtmaktadır ve belki de bunun için özür dilemeliyim. Yine de kitap aynı zamanda bu az bilinen hikâyeyi bu bölgelerdeki okurlara anlatma arzumu da yansıtıyor ve bunun için özür dilemiyorum.

2. Küfrün Tarihine Giriş 

Peki, dine hakaret edenleri avlamanın gerekçesi nereden çıktı ve neden bu suçlamalar ve onunla bağlantılı eylemler modern zamanlara kadar amansız bir gayretle sürdürüldü? Klasik dönemden erken modern döneme kadar dinde ortodoksluk, yöneticiler ve valiler tarafından bir devlet güvenliği meselesi olarak görüldüğünden çok önemliydi. Otorite, gergin bir şekilde ve düzenli olarak, hürmet ve saygı mekanizmalarının koruyucusu olarak hareket etme görevini açık bir şekilde tanımladı. Dine hakaret edenler de sözleri, eylemleri, hatta yaşam tarzlarıyla çoğu zaman dinsel ve toplumsal tutuculuğa ve gelenekçiliğe kaygı uyandırıcı bir alternatif teşkil ettiler.

Dinî muhalefetin tehlikeli bir sapkınlık olarak görülmesi sahte öğretilerden, yozlaşmadan ve kötülükten duyulan korkuyu dinsel inanç yelpazesinin kalıcı bir parçası hâline getirdi. Bu göz önüne alındığında, sapkınlığa Ortaçağda ve erken modern dönemde getirilen açıklamaların, sanki bulaşıcı bir hastalıkmış gibi, dışsal bir kötülük tarafından yozlaştırılan bir birey olarak kâfir figürünü vurgulaması pek de şaşırtıcı değildir.6 Çoğu zaman yetkililerin ve dinî hiyerarşilerin işi, bu harici kötülüğün kaynaklarını belirlemekti ve bu yetkililer dış kaynaklı kötülüğü genellikle bulaşıcı bir salgın hastalık misali kontrol altına alınması veya yok edilmesi gereken fiziksel bir durum gibi tarif eden bir dil kullanıyorlardı. Bu patolojik modelde, günaha sürüklenen sapkın bireyler ıslah edilmesi, kurtarılması ve Hıristiyan topluluğuna geri kazandırılması gereken kurbanlar olarak sunuluyorlardı. Ortaçağa ait bu görüş, kutsal değerlere hakaret edenlerin eylemlerinin kibir ve gurur gibi günahlarla veya akıl hastalıklarıyla ilişkilendirildiği erken modern döneme ait birçok görüşle çelişmektedir.

Küfür suçunun failleri genellikle hem bu dünyanın hem de öbür dünyanın doğası hakkında bilgisi olan ve çoğu zaman bu bilgiyi kötüye kullanan kişiler olarak algılanıyorlardı. Küfre düşmek kutsal olan ve devlet kavramlarına şiddet uygulamak olarak değerlendiriliyordu. Bu tür eylemlerin bir çeşit asayiş meselesi olarak görülmesi, kamu huzurunun ve asayişin bozulmasının veya dinî nesnelere, kişilere veya metinlere saygının tamir edilemez şekilde zedelenmesinin vurgulanmasına neden olurken, hukuk sistemlerinde tazminat ve ıslahatın biçimlerinin yerini kin ve intikam türlerinin almasını de beraberinde getirdi. Fakat daha genel bir çerçevede bakıldığında küfrün önemi, devletin bu spesifik olgu etrafında tanımlanmaya başlaması ve bu durumun geleneksel tarihin öne sürdüğünden biraz daha erken gerçeklemiş olmasıdır.

Buysa tarihyazımının dikkatini nüfusları denetim altında tutup uygarlaştırmayı amaçlayan hem tanrısal hem de ahlaki eylemlere çekmektedir. 17. yüzyılın Fransası’nı ve 16. yüzyılın İsviçresi’ni araştıran tarihçiler, bu tarihlerin bireylerin pişmanlık duymasına ve ceza veya kefaret almasına neden olan, sarhoşluğun körüklediği dürtüsel eylemlere veya olaylara vurgu yaptığını belirtiyorlar. Bu durum İngilizce konuşulan dünyada (özellikle İngiliz hukuku etrafında) yürütülen ve küfrün tarihine yönelik daha ziyade bir “düşünce tarihi” yaklaşımını yansıtan çalışmalarla karşılaştırmaya değerdir. Örneğin Quaker maneviyatı, içsel ışıktan söz ettiği ve kişisel vahyi vurguladığı için kutsallara küfretmek olarak görülüyordu. Aydınlanmanın deizmi, kiliselerden ve rahiplerden özgürleşmeyi vurguluyordu.

Özellikle İngiltere’de kutsal değerlere hakaret meselesi sözlü meyhane tartışmalarında veya ivedi, tahrik edici küfürleşmelerle değil, kaleme sarılarak, genellikle risalelerle üretiliyordu.Amerika’daki durumsa özetlediğimiz bu iki modelin belki de bir panzehriydi çünkü ABD anayasası ve onu yorumlayanlar küfür meselesini devletin denetiminden tamamen çıkarmaya çalışmışlardı.

Avrupa’da kutsallara hakaret devletin bilfiil müdahalesine davetiye çıkaran bir eylemken Amerika’daki sömürgelerde sahada görüşlerin kontrol edilmesini tabandan bireyler ve yerel cemaatler sağlıyordu.10 Bütün bu hukuk rejimleri, kutsal değerlere hakaret eylemlerinin faillerinin toplumdaki varlığını habis görüyordu. Burada dine hakaret sürecinin dinsel ortodoksluk mekanizması tarafından nasıl üretildiği tekrar ifade edilmeye değerdir. Çünkü Batı’da bu ortodoksluğun mutlak bir gereklilik gibi göründüğü ya da başarısının apaçık ya da her zaman kaçınılmaz bir sonuç olmadığı her zaman iyi anlaşılamıyor. Roma İmparatorluğu’nun ilk yüzyıllarında gelişen Hıristiyan öğretilerinin çeşitliliği bugünkü Hıristiyan mezheplerinin çeşitliliğiyle birtakım benzerlikler sergilemektedir.

Bu eski öğretiler başta makul derecede saygılı bir hoşgörü ikliminde geliştiler. Birbirini takip eden dünyevi yöneticilerin çıkarlarından kaynaklanan eylemleri bunların bir düzene ve hizaya sokulmalarını kolaylaştırdı. Özellikle Birinci (MS. 325) ve İkinci (MS. 787) İznik Konsillerinde bu durum açıkça görülmektedir. Bu konsiller Ortodoks Hıristiyan öğretisinin (özellikle Mesih’in ilahi doğası hakkında 325’te) ve ibadet şekillerinin (787’de ilahi imgelere izin verilerek) genel çerçevesini çizdi. Daha önceleri Hıristiyan öğretisine yaklaşım daha gevşek ve farklılıklara daha hoşgörülüydü. İznik Konsillerinin kuralcı yaklaşımı böylelikle neredeyse ortodoksluğu icat etti ve onun korunmasına ve arzu edilirliğine öncelik kazandırdı.11 Fakat hem daha yaygın olarak sapkınlık biçiminde hem de daha seyrek görülen küfür olgusu biçiminde kendini gösterecek bir Hıristiyan muhalefetinin doğmasına da neden oldu.

3. Çağdaş Dünya ve Küfür 

Küfrün gücü ve sebep olabileceği Ortaçağa özgü çatışmanın tadı belki bize hoşgörüden önceki günlere dair büyüleyici bir bakış sunabilir. Fakat çağdaş tarihin alternatif bir okunuşu, hoşgörünün kendi başına toplumsal bir fayda olduğu anlayışına başkaldırıldığının kanıtlarını sunuyor. Gözlemciler bu olası senaryoda iktidarın ve şiddet tekelinin devletin elinden alınıp bireye geri verilebileceğini düşünüyorlar. Böyle bir durumun gerçekleşmesi için tüm koşulların şu anda mevcut olduğunu iddia edebiliriz.

Nitekim 21. yüzyılın toplumları giderek artan bir kavgacılık ve bu kavgacılığı hukuki zemine taşıma isteği sergiliyorlar ve dindar bir yaşamın karşılıklı nezaket kuralı aracılığıyla hoşgörüye tabi kılınmadan önceki hâlini keşfetme arzusu duyuyorlar. Evanjelik dinin kamu alanını tekrar hâkimiyeti altına alma arzusunun yeniden depreştiğini de gözlemliyoruz. Devlete duyulan inanç genel olarak zayıflarken devlet temelli çözümlerin sefilliğini vurgulayan halkçı argümanlar da varlığını sürdürüyor. Yeni nesil uzmanlar da artık küfür yasaları konusunda daha temkinli davranıyorlar ve bunların kötü olduğu apaçık taraflarını iyi yanlarıyla birlikte tartmaya hazırlar.

Bunların hepsi bir nesil önce tamamen beklenmedik tavırlardı. Din kamu alanına hâkim olmaya çalışırken, küfür de dinsel hissiyatın özelleştirilmesi aracılığıyla devam ediyor. Bu daha modern din fikri, daha önceki çağlarda inancı sürdüren öğreti anlayışlarından biraz daha özgür bir şekilde hareket eder ve kişisel seçimler ve tercihlerle bağlantılı hâle gelir. Bireyin daha kişisel olarak benimsediği dinî inanç düşüncesi, küfür niteliğindeki söz ve davranışların merkezinde yer alır. Bu, nihayetinde, kişilerarası suçlar için daha büyük bir alana yol açtı. Britanya’da, 2002-3 Lortlar Kamarası Din Suçlarını Soruşturma Komisyonu’na sunulan birçok kanıt türü, inançları nedeniyle koruma talep eden grupları ve bireyleri yansıtıyordu. Bunlar aynı zamanda gerçek öfke ve saldırı konusunda incelikli bir yetkiye sahip olduklarını da dikkatle gösterdi. Bu kişiler, küfrün aniden kamuoyunun gündemine gelmesini, diğer endişelerini üzerine atabilecekleri bir günah keçisi olarak gördüler. Küfür ve ahlaksızlık korkusu, daha geniş Avrupa davranış standartları ve ulusal kimliğe yönelik tehditler konusunda üzüntülerini ifade etmelerine olanak tanıdı.

Özel inanca yönelik meydan okumalar, ulusal kültürün ve medeniyetin çözülmesini hızlandırabilecek tehlikeli bir katalizör olarak görülüyordu. Böylece modernleşme teorileri, zihinsel suçların ve kimliğin görünüşte modern toplumlar üzerindeki zararlı etkisini açıklamaya yönelik seküler ihtiyacı besledi. Bunlar, küreselleşmiş bir kültüre yönelik özlemleri, bu eski kimlikleri anakronik göstermeye çalışan toplumlardı. Sonuçta bu çatışan akımlar, önceden belirlenmiş teorik kalıplara veya görünürdeki eğilimlere göre insanların modern olmaları ve daha da önemlisi modern kalmaları– konusunda güvenilemeyeceğini kanıtlıyor. Bu noktada modern devletin, ilk kez Ortaçağ dünyasında tanımlanan bazı düşünce süreçlerini nasıl yeniden gözden geçirmeye başladığını incelemek mantıklı görünmektedir.

Bireyin içindeki kötülük kapasitesi kriminologları büyülemeye başladı ve işte bu noktadan itibaren tüm toplumlar ve yasal çerçeveler yeni bir toplumsal sorun olarak “nefret suçu”nun doğuşuyla ilgilenmeye başladı. İdari otoriteler bu olguya giderek daha fazla dâhil olsalar da, bu duruma doğru ilerleyebilecekleri yol genellikle kafa karıştırıcı, güvensiz ve tehlikelidir. Devletler halkları korumak isteseler de haklar ve sorumluluklar dalgasına karşı da yüzüyorlar. Bu ikilemin, liberal fikirlerin nesiller boyu acemi demokratik yurttaşları benimsemeye ve savunmaya teşvik ettiği bir şey olduğunu da unutmamalıyız. Düşünce ve ifade özgürlüğü çoğu zaman bazı özgürlükçülerin korktuğundan daha zor kısıtlanır. Batılı liberal geleneklerin, kendi mantıklarının onlara sıklıkla savunmalarını söylediği şeylerden rahatsız oldukları da doğrudur.

Son iki yüzyılın tarihi, devletin dinî kurallara uygunluk alanında güç gösterisinden ve kullanımından geri çekildiğini göstermiştir. Küfür suçu giderek daha fazla bireye ait bir suç olmaya başladı ve eylemi başlatma sorumluluğu da genellikle burada yatıyor. Katılımcı demokrasi aracılığıyla bireyciliğin ölçülebilir şekilde artması ve bireysel vicdan ve muhalefetin yasal olarak tanınması bu sürece yardımcı olmuştur. Aynı zamanda laikliğin ve sosyal, kültürel ve dini hoşgörünün gelişiminin de rol oynaması bir paradokstur:

Bu sayede sözlü ve vicdani dinler gelişebilmiş, çoğalmış ve etkin bir şekilde ilerleyebilmiştir. Kültürel eğilimler, sekülerleşmeyi etkin olarak teşvik etmese de, dini daha esnek hâle getirdi ve herkes için geçerli olan bir evrensel değerler sistemi olduğu iddialarına yönelik saldırılara karşı daha dayanıklı hâle getirdi. Britanya’da, çelişkili bir şekilde, küfre karşı yasaların ayakta kalmasını sağlayan şey, hoşgörü sürecinin laik bir sonucuna duyulan güvendir. İçişleri Bakanlığı’nın görüşü, 20. yüzyılın ilk yarısında, küfrün mahkeme kararı ile oluşturulan (veya örfe göre) bir yasa olarak varlığını sürdürmesinin, onun her nesil için yeniden yorumlanması anlamına geldiğini düzenli olarak ileri sürüyordu. Bir film, kitap ya da konser küfür niteliğindeyse kovuşturmaya uğrayacaktı, ancak tamamen hoşgörüyle karşılanabilir ya da kabul edilebilir olsaydı bu durum söz konusu olmazdı. Bu, bilinçli kamuoyunun, haklar ve özgürlükler kavramına karşı kamu yararı adına konuşma yetkisine sahip olduğu anlamına geliyordu. Uygulayıcılarına göre bu, tamamen modern ve düşünce ve haklar demokrasisinin doğasında bulunan dengeli mantığa uygun görünüyordu. Hıristiyanlık ve diğer dinler daha rahat (sözde seküler) bir duruş benimsedikçe, dine yönelik hakaretlerin giderek daha az önem taşıyacağı varsayıldı (düşüncesizce olduğu ortaya çıktı). Bu, hükümetin bireye acı, suçlama ve suçluluk yönlerini belirlemesi için hem güç hem de egemenlik vermesiydi.

Elbette bu, belki de son 150 yıldaki modern suç ve küfür vakalarının, bireyin müdahale etme ve başkalarının sözleriyle kaybedilen dengeyi yeniden sağlama gücünü ortaya koyduğunu vurgulamaktadır. Özellikle çarpıcı olan şey, 19. yüzyılda bile hukuki düşüncede şiddet kavramlarının, mahkeme salonundaki kanıtların ve Örfi Hukuk yargıçlarının küfür konusundaki beyanlarının ısrarla devam etmesidir. Polis yetkilileri sürekli olarak kamu düzeni bağlamında küfrü düşündüler ve yirminci yüzyılın hukuk anlayışları bu nedenle bunun fail ile mağdur arasındaki şiddeti önleyecek bir araç olduğunu vurguladı. Küfür suçunda gerçek zararın tatmin edici bir şekilde kanıtlanması her zaman olağanüstü derecede zor olmuştur. Tarihsel olarak hukukun diğer birkaç değerli alanında kötülüğün boyutu yalnızca mağdur tarafından değerlendirilmiştir. Küfür her zaman göze çarpan ve kafa karıştırıcı bir istisna olarak var olmuştur.

Çağdaş toplumlarda suçluların takip edilmesi ve kovuşturulması, kamu çıkarını meşruiyet testi olarak kullanır. Bununla birlikte bu tür karar alma süreçlerindeki kalıplara nadiren makul açıklamalar eşlik eder. Bunun yanı sıra, bazı çağdaş avukatların hukuk sisteminin meşru bir amacı olarak intikamın önemini tartışan çalışmalarının davranış suçu alanında daha geniş düşünmeyi nasıl etkilediğini de düşünebiliriz. Bazı yorumcuların, küfür yasalarının tehlikeli bir anakronizm olduğunu yüksek sesle öne süren liberalizm eğilimini etkin olarak reddettiklerini belirtmek de önemlidir. Örneğin Neville Cox, küfür yasalarının doğası gereği kötü olduğu fikrine şüpheyle yaklaşıyor ve bu argümanı, kendi görüşlerinin diğerlerini tamamen dışlayarak üstün gelmesini sağlamaya çalışan Batı tarafından işletilen bir hukuki ve kültürel hegemonyanın parçası olarak görüyor. Cox, bu alandaki çatışmaların, kendi ahlaki değerleri olan hoşgörüye derinden meydan okuyan ifade özgürlüğünü dışlayıp dışlamamaları gerektiği sorusuyla karşı karşıya kalan toplumlar için bir sorun teşkil ettiğini öne sürüyor. Aynı şekilde, bu tür bir ifade özgürlüğü üretenlerin, bir azınlık grubunun bazı üyelerinin yasa dışı ve terör niteliğindeki eylemlerine odaklanarak genel imajına zarar vermesine izin verilip verilmemesinin de sorgulanabilir hale geldiğini savunuyor.

Cox gibi yorumculara göre, çoğu insanın ne söylememesi gerektiği konusunda içsel bir anlayışı olduğu ve her zaman bu tür yargılarda bulundukları aşikâr görünüyor. Eğer insanlar bilfiil otosansür uygularlarsa bu bazı şeylerin yasaklanması gerektiği yönündeki öneriyi gündeme getirir. Bu kadar yaygın hassasiyetler bir gerçektir, dolayısıyla insanların kendilerini kişisel olarak etkilemeyen şeyleri gözlemlemekten rahatsız olabilecekleri de bir gerçektir.

Bunun nedeni, bu tür sözcükleri kullanma girişiminin, onların algılanan ahlaki standartlarına bir saldırı olmasıdır. Cox, küfür yasalarının doğası gereği yanlış olduğunun söylenemeyeceğini ve bunun yerine odak noktamızın İslami Doğu ve seküler Batı’daki farklı ahlak algılarının ötesine geçmesi gerektiğini öne sürüyor. Batı’nın, kendisini dinî ahlakın alternatifi olarak gören, bireyin savunucusu olarak gösteren liberal haklara dayalı bir sekülerliğe sahip olduğunu da hatırlatıyor. Bu, İslam toplumunda bunun karşıtının bir cemaat anlayışı olduğunu göstermektedir.

Fakat çağdaş dünyada herhangi birinin, dinlerinin yoğun bir incelemeye tabi tutulduğu, hatta belki de alay konusu olduğu konusunda hiçbir bilgi sahibi olmadan hayatını sürdürmeyi beklemesinin makul olup olmadığı, geçerli bir soru olmaya devam ediyor.13 Bu farklı yönler bir arada ele alındığında, modern devletlerin ilgili yasalarını niçin yeniden gözden geçirdiklerine dair ikna edici açıklamalar sağlarlar. Bu durum Britanya’da dinsel nefreti kışkırtmaya karşı bir yasanın geliştirilmesi bağlamında küfür meselesinin yeniden incelenmesiyle ortaya çıktı. Hollanda’da Theo van Gogh’un öldürülmesi, kanun kitaplarındaki eski kanunların araştırılmasına yol açtı ve bu durum, küfür niteliğindeki ifadeler ve tasvirlerin yol açtığı sorunları daha da karmaşık hâle getirdi. İspanya ve Birleşik Krallıkta binlerce televizyon izleyicisi, gerekirse mahkemeye başvurma tehdidi ve sert protestolar yoluyla Hıristiyanlığın savunulmaya devam ettiğini yayıncılara hatırlattılar.

2005’in ilk aylarında hem İspanyol televizyon programı Lo + Plus’ta yayınlanan Cristofagia tartışması hem de BBC’nin Jerry Springer: The Opera programı, protestoları tam anlamıyla yayıncıların ve televizyon yöneticilerinin kapısına kadar getirdi. Aynı zamanda devletin eylemlerinin geçmişte ve günümüzde ne ölçüde kötü olarak nitelendirildiğinin de araştırılması gerekmektedir. 18. yüzyıldan bu yana, dine hareket edenleri ve onların benimsedikleri konumları desteklemek için yazılan kitapların ve broşürlerin çoğu, uzun bir Aydınlanmadan ilham alan bir gelişme tarihi üretmeye çalıştı; bu, nihai sonuç olarak tam dinsel hoşgörüyü öngören bir şeydi. Bu argümana göre, bunun önünde duran devletler ve hükümetler, çok hızlı bir şekilde anakronik eski rejimler olarak görülebilirler.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Tarih
  • Kitap AdıKüfrün Kısa Tarihi
  • Sayfa Sayısı256
  • YazarDavid Nash
  • ISBN9786256584396
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviFol Kitap / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur