İşte Ulusal Tiyatro’nun oyuncuları; o çok sevdiğin güçlü sesleri şimdi senin için kısık kısık çıkıyor. Çünkü hepsi biliyor ki, nasıl 1933’te genç bir gelin olarak yanına gittiysen, şimdi de aynı şekilde şehrin batı mezarlığında yatan kocanın yanına gidiyorsun. O da –tıpkı eskiden olduğu gibi– seni orada karşılayacak ve şöyle diyecek: “Bez Bebek, demek geldin ha?”
O son anlarda, senin için kavraması çok zor olan şeylerden kaçmaya çalışacaktım: şu hepimizin içinden geldiği karanlık. Ya da tersi: içine doğru yürüdüğümüz karanlık.
Arnavutluk’un Cirokastra şehrinde, varsıl bir aile olan Dobiler’in kızı “Bez Bebek”, on yedi yaşındayken renkli ve cıvıl cıvıl baba evinden kasvetli Kadare konağına gelin gider. Gizli odaları, geçitleri, hatta zindanı olan bu üç yüz yıllık konağın ve oradaki yaşamın soğukluğu Bez Bebek’i zaman içinde “yiyip bitirmeye” başlar. Kayınvalidesinin ölümüyle biraz olsun rahatlayacakken, bu sefer de oğluyla, yani İsmail Kadare’yle yaşayacağı kuşak çatışması dert olur başına. Ait olduğu dünyanın ve dolayısıyla kendisinin yavaş yavaş geride kaldığını; âdeta kâğıttan, bezden yapılmışçasına hafifliği ve naifliğiyle bir gölge gibi geçip gittiğini fark eder.
Çağdaş Arnavut edebiyatının en büyük ismi kabul edilen İsmail Kadare’nin 1994’te kaybettiği annesine vefa borcunu ödediği romanı Bez Bebek, Şebnem Degni’nin çevirisiyle…
Zor bir sevginin büyüleyici bir anlatımı.
–John Burnside
***
1993 YILININ NİSAN ayında Tiran’dan telefon eden kardeşim annemizin ölmek üzere olduğunu söyledi. Eşim Helena’yla, son nefesini vermeden yetişme umuduyla ilk uçakla Paris’ten ayrıldık. Hayattaydı ama artık bilinci yerinde değildi. Kendisine daha iyi bakabilmek için birkaç hafta önce yanına yerleştirdiğimiz teyzemin Kemal Stafa Caddesi’ndeki evinde komadaydı.
Kuzenim Besnik Dobi, annemi teyzemin evine kadar kucağında taşımış. Dibra Caddesi ile Kemal Stafa Caddesi’nin girişi arasındaki bu kısa mesafe için neden kucağında taşıdığını açıkladıktan sonra ekledi: “Üstelik son derece hafifti.”
Sanki bir açıklama arıyormuş gibi, sürekli aynı şeyleri tekrarladı: “Tüy gibi hafifti! Adeta kâğıttan yapılmış gibiydi.” “Kâğıttan yapılmış gibi… Bez Bebek gibi.”
Bu son sözler onun muydu yoksa benim mi, tam olarak emin değilim ama şaşırmamıştım. Tüm bu duyduklarım bana zaten tanıdık geliyordu.
Evimizde defalarca tekrarlanan, kızlarımın annemle ve bebeklerle oynadığı sahneyi hatırladım: Kızlar annemin saçına türlü türlü kurdeleler takıp saçını tararken, sabırla kımıldamadan durmasına rağmen sürekli annemi uyarırlardı: “Babaanne, kıpırdama!”
Helena mahcup olurdu ama kızlar onu dinlemezlerdi. “Babaanne itiraz etmiyor,” diye karşılık verirlerdi. “Onun hoşuna gidiyor, sana ne bundan?”
Hafif… Evin genellikle gürültülü eski ahşap basamaklari onun ayakları altında hiç gıcırdamazdı. Çünkü tıpkı yürüyü şü gibi, her şeyi hafifti: giysileri, sesi, hatta iç çekişleri.
Mahallede olsun, daha sonra okulda olsun anne şiirleri öğrenmiştik. Hatta annesi olmayanlar için öksüz kelimesinin tekrarlandığı, insanın içini dağlayan dizeler, şarkılar bile var- dı. Bildiğim kadarıyla sınıfta öksüz çocuk yoktu, tabii bunu saklamadılarsa. Sınıf arkadaşlarımızdan birine göre annesiz- lik utanç vericiydi ama B şubesinden başka bir çocuk buna katılmıyor, asıl babasızlığın utanılacak bir şey olduğunu söylüyordu. İki kız arkadaşımız, Ülberi ve Ela Laboviti, her iki düşünceye de gülmüşlerdi çünkü onlara göre sadece “utanç” ve “acıma kelimelerini karıştırmakla kalmıyor, aynı zaman- da bu kelimelerin ne anlama geldiğini de bilmiyorduk.
Kaldı ki anne meselesi de bundan daha az karmaşık degildi ve bir anneye sahip olmak her şeyin yolunda gitmesini sağlamaya yetmiyordu. “Canım annem, annem, annelerin en güzeli, ne güzel kokuyorsun!” ve diğer tüm saçmalıkları kaç kez söylerseniz söyleyin, bir annenin hayal kırıklığına dönüşmesi her zaman mümkündü. Bazı çocuklar itiraf etmeseler de, annelerinin yaşlı olduğunu söylemeseler de, diğer anneler kadar genç görünmedikleri gerçeğinden yakınırlardı. Ancak bu bile, bir değil tam iki annenin boşandığı yan mahalledeki okulla kıyaslandığında hiçbir şeydi. Bir gün okula giderken biri kendisine “orospu çocuğu” dediği için ağlayarak gelen, ancak Ülberi ile Ela Laboviti bu kadar çok insanın başkaları- nın anneleri hakkında o kelimeyi kullanmalarının nedeninin muhtemelen kendi anneleriyle ilgili bazı şüphelerinden kaynaklandığını söyleyince sakinleşen Pano X.’in durumundan bahsetmiyorum bile.
Çok geçmeden, her ne kadar az önce bahsettiklerime pek benzemese de, benim de annemle bir sorunum olduğunu fark ettim. Bu esasen onun tüy gibi hafif oluşuyla, benim için sonradan kağıt ya da alçı görünümüne dönüşecek olan şeyle ilgiliydi. İlk başta kafamı karıştırsa da sonraları daha belirgin bir şekilde şunu fark ettim: Anneler hakkında yazılmış dize- lerin, şarkıların olmazsa olmazları -anne sütü, anne memesi, anne kokusu, anne tatlılığı- benim annemde pek yoktu.
Mesele soğukluk değildi. Bize karşı çok şefkatliydi, gös- terdiği özen de bir o kadar fazlaydı. Eksiklik başka yerdeydi; bir süre sonra fark edeceğim gibi, daha çok kendisini gösterememesinde, önünde duran eşiği geçememesindeydi.
Kısacası, uzun zamandır annemin şiirlerdeki annelerden ziyade, dışına çıkmasının imkânsız olduğu bir tür kara kalem ya da kurşun kalemle çizilmiş bir eskiz olduğu duygusu há- kimdi bende. Yüzünün solgunluğu, özellikle de komşumuz, Cirokastra’nın ünlü gelin kuaförü Kako Pino’nun kendisine öğrettiği gibi pudra sürdüğünde, ona bir maskenin aşılmaz hareketsizliğini veriyordu. Daha sonra Japonya’ya yaptığım bir seyahatte, Kabuki oyuncularının beyazlığını ilk kez görünce tanıdık bir izlenim yaşayacaktım. Anneminkiyle aynı Sırrı ifade ediyorlardı: oyuncak bir bebeğin gizemini, ama korkularından sıyrılmış halde.
Annemin gözyaşları da tıpkı çizgi filmlerdeki gibiydi. Çoğu zaman nedenini anlayamıyordum, tıpkı onu hiç tuvalete girerken ya da çıkarken görmeyişimi yıllarca anlayamadığım gibi.
“Anneler anlaşılması en zor insanlardır,” demişti bana Andrey Voznesenski, Paris’teki bir akşam yemeğinde. Helena ile Alain Bosquet’nin evine davet edilmiştik ve ben de bu fırsattan yararlanarak ona, hakkında çok konuşulan, yarı anagram şeklinde yazılmış bazı dizelerini sormuştum. Bu dizelerden birinde, Rusçada “anne” anlamına gelen mat kelimesi üç kez tekrarlanıyor (matmatmat), dördüncü tekrarda ise son harfi kesiliyor, böylece üçüncü mat’taki t’ye eklenerek ma kelimesini oluşturuyordu ki bu da Rusçada “karanlık” anlamına gelir.
O akşam Voznesenski’nin canı sıkkın görünüyordu, bana öyle gelmişti ki bu ruh hali şiirleri hakkında yaptığı açıklamayı da etkilemişti. Bu, onunla ilk ve son görüşmem olduğundan söylediklerinin anlamı hakkında daha fazla bilgi edinme şansım olmayacaktı. Bana aşağı yukarı bunun “anne” ve “karanlık” sözcükleri arasındaki bağlantıyla ilgili olduğu- nu, insanın annesinin rahminden, yani karanlıktan çıktığı gerçeğine atıfta bulunduğunu ve kendisinin bunu, yani hem “anne”yi hem de “karanlık”ı sonsuza dek anlaşılmaz bir döngü, anne karanlık olarak algıladığını söylemişti.
Annemin gözyaşlarının nedeni gizemini korurken, iç sıkıntısı için aynı şey söylenemezdi. Bu iç sıkıntısının sebebini ilk seferinde kanımı donduran ve her hatırladığımda tüylerimi diken diken eden o cümleyle açıklamaktan çekinmezdi: “Bu ev beni yiyip bitiriyor.”
Çok geçmeden bunun evde can sıkıntısı için kullanılan bir ifade olduğunu fark ettim. O yaşlarda kelimelerin anlamlarına takıntılıydım; bu yüzden yaşadığımız evin aniden bizi canlı canlı yemek istemesinin ne kadar korkunç olacağıını hayal ederek kendi kendime eziyet ederdim.
2
ANNEM PEK ÇOK açıdan aklından geçenleri tahmin etmesi zor biri olsa da, evimizi sevmediğini gizlemezdi. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktu: Hepi topu on yedi yaşında bir genç kız, büyük bir eve gelin gelmişti. İster istemez ilk düşüncesi böyle bir evde çok fazla iş olacağıydı. Daha sonra teyzelerimden öğreneceğim üzere, ev işlerinde gayretli olmadığı için sık sık eleştirilen bir kız için bu daha da zordu. Dahası, ikinci bir gelin ya da evde yardım edecek başka birisi de söz konusu değildi; babam evin tek oğluydu ve kendi babası da artık hayatta değildi.
Ev çok büyük ve sade olmasının yanı sıra eskiydi de. Bu da yetmezmiş gibi kayınvalidesi, yani babaannem, ketum bir kadın olarak tanınmakla birlikte zekâsıyla da ün salmıştı. Bu ünün annemi neden sinirlendirdiğini anlamam uzun zaman alacaktı.
Genç gelinle kayınvalidesi arasındaki ilk soğukluk, gelinin evi küçümsemesinden ya da daha doğrusu hayranlık duymamasından kaynaklanmış olabilir. Ama asıl neden daha derinlerdeydi ve bu da aralarındaki soğukluğu kaçınılmaz kılıyordu.
Cirokastra’da, iki aile arasındaki ilişkinin evlilik nedeniyle yeni bir yapıya kavuşması tipik bir durumdu. İki aile arasındaki doğal ittifakın yanı sıra, aralarında hemen bir tür duvar örülürdü ve bu duvar özellikle düğüne kadarki süreçte aşılmazdı. Her iki tarafın tüm kibirleri, hassasiyetleri ve böbürlenmeleri, evliliğin birleştireceği iki hane tarafından titizlikle tartılarak ortaya serilirdi.
Uzun kış akşamları boyunca müstakbel gelinler ve damatlar, kendi aileleri hakkında “Bizden bir gömlek üstün olduklarını sanıyorlar,” gibi bitmek bilmeyen iğnelemeleri dinlemek zorunda kalırdı. Bu bir tür soğuk savaştı ve her iki tarafta da, ama özellikle gelinler ve kayınvalideler arasında birbirlerine karşı hatırı sayılır bir husumet birikmesine neden olurdu.
Dolayısıyla, müstakbel annem Kadareler’in evini hor görme seydi, babaannem huysuz olmasaydı bile, iki kadın arasındaki bu sürtüşme kaçınılmazdı.
Yıllar geçtikçe, Kadare ve Dobi aileleri arasındaki saçma anlaşmazlığın esrarengiz tarihçesini öğrenecek, daha doğru- su özenle ortaya çıkaracaktım.
Bazen anlaşılması kolay görünen şeyler birdenbire tamamen anlaşılmaz hale gelecek kadar karmaşıklaşır. Öte yandan, bunun tam tersi de yok değildir. Birden sis dağılır ve herkes şöyle der: “Ah, demek hepsi buymuş, nasıl oldu da anlayamadık?”
Esas zorluk, iki aile arasında, evlerinden başlayarak, her- hangi bir benzerliğe rastlamanın olanaksızlığından kaynaklanıyordu. Öyle ki aynı kasabadan olduklarına dahi inanası gelmiyordu insanın.
Evimiz eski ve kasvetliydi; anne tarafından dedemlerinki ise tam zıddıydı. Onların evi çok genişti ama dipsiz mahzenleri, yer altı sarnıçları, gizli ahşap merdivenleri yoktu; Issız odalar, zindanlar, yer altı geçitleri, koridorlar da olma- dığını söylemeye gerek yok. Dobi evi, belki de yakın çevresinde ona benzeyen hiçbir ev ya da sokak olmamasından dolayı kendi karakteri olan bir evdi. Kalenin yanında, bir derenin çevrelediği engebesiz arazinin üzerinde duruyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBez Bebek
- Sayfa Sayısı104
- Yazarİsmail Kadare
- ISBN9786257027458
- Boyutlar, Kapak12.8 x 19.7 cm, Karton Kapak
- YayıneviJaguar Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölüm Çığlığı ~ Agatha Christie
Ölüm Çığlığı
Agatha Christie
Miss Jane Marple ilk kez bu romanda okur karşısına çıkıyor. Albay Protheroe öldürülüyor. Köy halkı buna şaşırıyor fakat içlerinde Protheroe´nun ölmesini isteyen bir çok kişi var. Cinayeti Jane Marple çözüyor.
- Sokağın Dili Olsa ~ James Baldwin
Sokağın Dili Olsa
James Baldwin
“Sokağın Dili Olsa” 1970’lerin başında Harlem’de yaşanan bir aşk öyküsünü odağına alıyor. On dokuz yaşındaki Tish ile çocuğunun babası, yirmi iki yaşındaki Fonny’nin evlenme...
- Siddhartha ~ Hermann Hesse
Siddhartha
Hermann Hesse
Brahmanın Oğlu Evin gölgesinde, ırmak kıyısının güneşinde, sandallar arasında, söğütlerin, incir ağacının gölgesinde arkadaşı Brahman oğlu Govinda’yla birlikte büyüdü Siddhartha, Brahmanın yakışıklı oğlu, yavru...