Öğrencilerin ayaklarının geri geri gittiği okullarda iyi dersler işlemenin yolunun strateji, teknik, yöntem, ipuçları bilmekten geçtiğini yıllar içinde deneyimleyerek öğrendim. Öğrenmek kadar öğrendiklerini paylaşmanın da değerli olduğuna inanıyorum. Bu kitap, öğretmenlik, yöneticilik günlerimden ve eğitimcinin eğitimini yaptığım yıllar içinde cebimde biriktirdiklerimden oluşuyor. Kitabı okurken kendinizi içinde bulacağınız başlıkların hiçbiri reçete ya da can simidi değil, bunu şimdiden söyleyebilirim. Okuyacaklarınız sadece bir eğitimcinin deneyim kırıntıları.
Elma Yayınevinden çıkan Müjdat Ataman’ın yeni kitabı Açılın Ben Öğretmenim, tüm eğitimcilere rehber olacak nitelikte. Farklı bir bakış açısı, yepyeni bir yaklaşım…
Keyifli okumalar.
ÖNSÖZ
1997 yılı Mayıs ayı… Bir bahar günü, saat sabaha karşı 05.00… O günlerde televizyonlarda sıkça gördüğümüz Cizre’nin hemen girişindeki Eruh-Siirt-Şırnak tabelasının önünde otobüsten indim. İnmemle birlikte yüzüme çarpan Cizre sıcağının, bir şehir efsanesi olmadığını fark etmem uzun sürmedi. Sabahın o saatinde sıcaktan uyuyamayan insanlarla hınca hınç dolu Cizre kahvehanesinde bir hasır sandalyeye oturup kendime çay söyledim. O güne, o saate dair hatırladığım “Neden buradayım, ne yapacağım?” sorularının yanıtını hemen bulamamış olmamdı. Ve yine aynı gün hissettiğim büyük yalnızlığı da hiç unutmadım. Şırnak’ta öğretmen olarak göreve başlayacaktım. Suları temiz olmadığı için evlerinden iş yerlerine kocaman mataralarla su taşıyan Cizreliler “Şırnak’a bu saatte gidemezsin” diyerek yalnızlığıma bir parça su serptiler. Ben de çaresizce Öğretmenevine gittim. Orada, sandalyelerin üzerinde uyumaya çalışırken her biri kendi yalnızlığına sarılmış insanlarla sabahın ilk saatlerini geçirdim. Ertesi gün Gabar Dağlarından geçip Cizre Şırnak’taki Şehit Sait Atak İlkokuluna ulaştım. Okulum, Cizre’nin en uç mahallesindeydi ve dağın başındaydı. Benimle birlikte çiçeği burnunda beş öğretmen daha vardı. Öğrencilerin aylardır öğretmensiz olduğunu, hemen göreve başlamamız gerektiğini söylediler. Bir önceki günün sabahından çok daha büyük bir yalnızlık ve çaresizlik hissettiğimi hatırlıyorum o gün. O hafta bitmek bilmedi benim için…
Haftanın son günü soluğu Ankara’da aldım. Deneyimli bir öğretmen arkadaşımla iki gün boyunca aralıksız çalışıp Şırnak’a geri döndüm. Bu yolculuklar 2,5 yıl boyunca sürdü. Deneyimli öğretmenlerin bilgilerinden yararlanabilmek, Cizre’deki öğrencilerimiz için daha iyi şeyler yapabilmek adına çıktığım bu yolculuklarda Ankara’ya ve Kırşehir’e defalarca gittim. Aslında doğru kaynağa ulaşabilseydim, sınıfta yaşadığım problemlerin çok daha kolay çözülebileceğini ise yıllar sonra öğrendim. Deneyimli bir öğretmenseniz rahatlıkla çözebileceğiniz problemleri, mesleğin ilk yıllarında dünyanın en zor soruları ve sorunları olarak karşınızda bulursunuz.
O yıllardaki ben ve benim gibi öğretmenlik mesleğinin ilk yıllarındaki binlerce öğretmen, öğretmenliğe dair kaynak kitapların eksikliğini, deneyim aktarımını paylaşabilecek kişilerin yoksunluğunu yaşadı, yaşıyor. Dünyada, sahadaki öğretmene yol gösterecek, rehber olacak hem online hem de yazılı çok sayıda kaynak var. Bizdeki eğitim kitapları ise teori ve kuramdan kapsamlı bir şekilde bahsediyor ancak bütün bunlar sınıftaki öğretmenin sorununu çözmüyor. Ne yazık ki bizim öğretmenlerimizin elinde, üzerine tartışabilecekleri bir yöntem bulunmuyor. Ülkemizde, eğitim fakültesinden mezun olan genç bir öğretmen, temel ilkelerden haberdar olmakla birlikte, sınıfa dair hiçbir şey bilmiyor. Oysa öğretmenler, referans bir tekniğin üzerine kendi deneyimlerini ekleyebilir ve kendi yöntemlerini geliştirebilir. Türkiye’deki eğitim yöneticiliği alanında en önemli sorunlardan bir diğeri de okul müdürlerinin eğitim liderliğinden çok kampüslerin idari süreçlerinin işleyişine kafa yormak zorunda kalması… Müjdat Ataman’la 3 yıldır birlikte çalışıyoruz ve bir yönetici olarak onda gözlemlediğim en güçlü yönlerinden biri, sınıfın içindeki öğretmene tüm varlığıyla yol gösterici olması… Bu özelliğinin yanı sıra, eğitim yöneticilerine asli görevlerini hatırlatması açısından okuduğunuz kitabı, içinde anlatılanları son derece önemli buluyorum. Sınıfın içinde kendini yapayalnız ve çaresiz hisseden öğretmenlere ışık olması, yol göstermesi dileğiyle…
Ali Koç
içindekiler
giriş • 11
kimler bitirdi? • 19
siz postacı değilsiniz • 20
sınıf işaret ve işaretçilerine uyunuz • 22
ayağa da kalkarım işlem de yaparım • 24
birbirimizi dinlemeye sabrımız var mı? • 26
öğrenciler kendilerini değerlendirebilir • 29
zaman zaman • 31
tüm ayrıntıları vermek zorunda mıyız? • 33
yaratıcılığa atılan bir adım scamper • 35
tahmin kavanozu • 37
askıda şapka • 39
sıralı söz ver-me • 42
altın bilgi • 43
saklı sözcük • 45
a-b-c-ç • 46
tabu kartları • 47
zıp zıp zıplat • 48
zar ve iskambil kartları • 49
anahtar sözcük seçimleri • 56
rol oynama (role play) • 57
rol kartları • 59
üç doğru bir yanlış • 66
kim doğru söylüyor? • 67
kendi kendimle tartışıyorum • 69
gizli görev • 72
sınıfın ortasına konan bir zarf • 74
ne biliyorum? ne öğrenmek istiyorum? ne öğrendim? • 75
süre ve risk • 76
etkili giriş cümlesi • 79
karikatür • 82
seslendirme • 83
armut piş ağzıma düş • 84
mavi kuş • 86
youtube • 87
bir sorum var, dillere destan • 89
bir adım öne gelir misiniz? • 90
iç içe çemberler • 91
sırta çizme • 94
pass teorisi • 96
başlığı sen seç • 99
nehri geç prensesi kurtar • 100
bilinç koridoru • 102
bir gazete • 105
sesiniz dersinizdir • 107
kubaşık • 109
sınıf tasarımı (display) • 110
hikâye anlatımı (storytelling) • 112
bir küp, altı soru • 114
ara değerlendirme • 117
görülebilir ders akışı • 119
çıkış bileti • 120
oyunlaştırma (gamification) • 122
oryantiring ve hazine avı (orienteering – treasure hunt) • 125
raft • 128
düşün eşleş paylaş (think pair share) • 129
hikâye çizgisi (storyline) • 130
bulmaca • 131
bir konuk bir farklılık • 133
gerçek problem durumları • 135
bütünsellik • 140
doğada olmak • 143
gerilim • 145
münazara • 152
çizgi roman • 153
anolo ji • 155
beden dili • 156
takım çalışması (team work) • 158
altı şapka mı, şapka mı? • 163
farklılaştırılmış eğitim • 165
istasyon • 168
örnek olay • 170
reklam • 174
gruplama • 175
hedeften haberdar etme ve güdüleme • 178
paylaşım zamanı (sharing time – circle time) • 181
ters yüz edilmiş sınıflar (flipped classroom) • 185
özet • 187
bireysel çalışma zamanları • 190
eşitler ilişkisi • 193
dış destek • 196
sayılı beyinler yerine tüm beyinlerin
fırtınası (round robin) • 197
satıcı (salesman) • 199
etkinlik geçişi • 202
odak (bird walking) • 207
sınıf asistanları • 209
cümle ya da kelime ekleyerek ilerleme • 211
örtük öğrenme – rol model olma • 213
not alma • 215
sınıf oturma düzeni • 219
okuma çemberi • 221
argümantasyon • 223
jigsaw • 224
soru cevap • 226
öğrencilerin gözü • 230
zil çalışması (bell work) • 231
forum tiyatro • 233
sınıf anlaşmaları • 236
öğrenci öğretmen görüşmeleri • 240
teknolo ji desteği ve edpuzzle • 242
grasps • 246
sevgi • 248
sonsöz • 253
GİRİŞ
İlk kez bir sınıfa öğretmen olarak giriyorsunuz. Birazdan kapıyı açacaksınız ve herkes gözlerindeki öğrenme ışığı ile sizi izlemeye başlayacak. Defterler açık, kalemlerin ucu sivriltilmiş, silgiler ve diğer araç gereçler masanın üstünde hazır. Sınıfa genel bir sessizlik hâkim, öğrenmeye aç öğrenciler ağzınızdan çıkanları dinlemek için pür dikkatler, daha ders başlamadan susmuş ve öğrenmeye hazır olmuşlar. Kapıyı açıp içeri girdiğinizde bir soru soruyorsunuz ve sınıftaki herkes size bakıyor, sessizce parmaklarını kaldırarak söz hakkı vermenizi bekliyor. İçerdeki ahenk gözlerinizi yaşartıyor. Hayal etmesi bile güzel öyle değil mi? Gerçekte ise olan şöyle; İlk kez bir sınıfa öğretmen olarak giriyorsunuz. Derse gireceğiniz sınıfın kapısına doğru ilerliyorsunuz. Sınıfın kapısı açık, içerden duyma bozukluğuna yol açacak bir ses koridorlara taşıyor. Sınıf kapısından, hızla kaçar gibi çıkan bir öğrencinin peşinden koşan diğer öğrencinin savurduğu tekme havaya karışıyor. Üç öğrenci koridorla sınıf kapısının arasında kalan bölümde ağızlarındaki sakızları çiğneyerek sohbet edip yüksek sesle bir arkadaşları hakkında atıp tutuyorlar. Koridoru bitirip sınıf kapısından içeri giriyorsunuz.
Bu sırada sınıfın dışında bekleyen öğrenciler peşinizden içeri girmiyor. Arka arkaya dizilmiş öğrenci masaları ve sıraları darmadağınık duruyor. Öğrenci çantalarının ve montlarının çoğu yerde. Yerdeki çanta ve montların arasında yer yer defterler, buruşturulmuş çalışma kâğıtları, mandalina kabukları ve açılmış kalemlerin atıkları göze çarpıyor. Bir önceki dersin notlarının yarısının kaldığı yazı tahtasının üstüne öğrenciler tarafından bir sürü yazı yazılmış, SOS oynanmış ve uygunsuz birkaç sözcük yazılarak sınıftaki kimi öğrencilere atıfta bulunulmuş. Sınıfa girdiğinizi ve dersin başladığını fark etmesini beklediğiniz kimi öğrenciler sıraların arasında yakalamaca oynuyor, yedi sekiz kişilik bir kız grubu en arka köşede çember olmuş kafalarını kaldırmadan hararetle bir şey tartışıyor. Üç erkek öğrenci yerde üstüne basılarak düzleştirilmiş bir pet su şişesine ayakları ile vurarak birbirlerinin sıralarının kale olduğunu varsayıp gol atmaya çalışıyor. Kimi öğrenciler sıraların üstüne otururmuş sohbet ediyor.
Siz tahtanın önündesiniz ve fark edilmeyi bekliyorsunuz. Siz sınıfa gireli beş dakika olmuş ve hâlâ kimse yerine oturmuyor. İşte tam o anda sizin eğitiminize eşlik eden büyük kuramcılarınız anne ve babanızı hatırlayıp “Susunnn” nidanız sınıfta yankılanıyor. Annenizin sizi yemeğe çağırdığında yaptığı gibi ilk nidanızı duymayan ya da duymazdan gelen öğrenciler için sesiniz daha da yükseliyor… Tüm öğrenciler yerine oturduğunda işte tam da o anda, üniversitede sıklıkla ezberlediğiniz ya da KPSS sürecinde yüksek dozda aldığınız; Bruner’in, Thorndike’nin Öğrenme Kuramları, Vygotsky’nin, Piaget’in Bilişsel Gelişim Kuramları, Erikson’un Ego Gelişimi Saptamaları ya da Watson’un Uyarıcı-Tepki ikilemi ne yazık ki size yardım edemiyor. Skinner, Erikson, John Dewey aklınızdan silinirken eğitime gerçek anlamda el yordamıyla giriş yapmış oluyorsunuz. Ben de öğretmenliğe başladığım ilk gün, eğitim fakültesinde geçirdiğim dört yılı ve bu süre içinde aldığım dersleri düşündüm. Ne yazık ki hiçbiri o an için benim yaşadığım sorunlara çözüm bulmaya yardımcı olmuyordu. Öğrenmekle deneyimlemek iki farklı şeydi ve teori pratikte tutmuyordu.
El yordamıyla bir şeyleri öğrenmeye çalışmak doğal olarak yanlışları da peşi sıra getiriyordu. Öğretmenliğimin ilk yılında madem öğrenciler anlattığım her şeyi öğreniyorlar devamını da anlatabilirim diye öğrencilere yüklendim de yüklendim. Bir konu bitiyor hemen yeni konuya geçiyordum, öğrenciler zorlandıklarında üst üste yeni alıştırmalar yaptırıyordum. Anlamadılarsa eve ödev olarak veriyordum, yetmiyordu hafta sonuna daha fazla ödev hazırlıyordum. Ne kadar çok pratik, o kadar iyi öğrenme anlayışıyla öğrencileri paralıyordum. Öğrencilerin öğrenememe nedenlerini sorgulamıyor, sorunu kendimde görmüyor ve yanlışı yeni yanlışlarla düzeltmeye çalışıyordum. En acısı da yaptıklarımı görüp bana dur diyen birinin olmamasıydı.
Öğrenciler birer denek ve ben de onların üstünde bir şeyler deneyen kendine çok güvenen yeni yetme bir öğretmendim. Yıllar sonra öğretmenliğimin ilk yıllarını düşündüğümde eğitim bilimi adına yaptığım hatalardan dolayı kaç öğrencinin yaşamına olumsuz müdahale ettiğimi daha iyi anlıyor ve pişmanlık yaşıyordum. Ne yazık ki bu durumda olan bir ben değildim, benim durumumda olan binlerce deneyimsiz öğretmen vardı. İyi öğretmen olmayı bir arayış olarak görüyorum. Öğretmenliğimin ikinci yılında kendime “Ortadoğu ve Balkanlar’ın en iyi öğretmeni” diyordum. Devlet okulunda öğretmenlik yaptığım o dönemlerde arkadaşlarım da beni çok iyi öğretmen olarak görüyorlardı. Yirmi iki yıl önce kendine “iyi öğretmen” diyen bana baktığımda, sadece utanıp başımı öne eğiyorum. Şu an iyi öğretmen olarak çizeceğim bir resmin içine, o zamanlar sınıfta öğretmencilik oynayan beni koymayacağım kesin.
Tüm okullar, veliler iyi öğretmen bulma telaşında. Herkes iyi öğretmen arıyor. Bu durum öğretmenini seçme özgürlüğü olan özel okullarda iyice ön plana çıkmış durumda. İyi öğretmen bulmanın güçlüğü herkesin dilinde. Bu günlerin en popüler cümlelerinden bir tanesi, “hayatta en büyük mucize, küçükken iyi bir öğretmene rastlamaktır” yargısı. Çok güzel, herkes iyi öğretmen araya dursun, kimse iyi bir öğretmen nasıl olunur bunu konuşmuyor. Elma güneşte pişerken tat alıyor, bu durumda öğretmenin de sınıfta pişmesini bekleyeceğiz sanırım. Kaç yıl beklemeli peki, biraz fazla pişerse sorun olur mu? Dalında çok kalırsa kurtlanır mı? Emekli olunca yere mi düşer, yoksa en iyi elma, emekli olmuş elma mıdır? Öğretmenlik adına çıktığımız yolda kuramsal kuru bilgilerle donatılıyoruz. Bu bilgilerin üstüne bir şeyler eklemek için başladığımız yüksek lisans programlarında yetmeyen ve ucu bucağı görünmeyen teorik bilgiler üstüne, yeni teorik bilgiler ekliyoruz. Yüksek lisans yaparken öğretmenlik adına kaynak desteği istediğim hocam bana hakemli dergiler vermişti.
Onlarca alıntıyı anlam karmaşası olmadan sıralama becerisi olarak gördüğüm bu dergilerdeki uzun tanımların ve bilgi bombardımanın, ders sırasında bir öğrencinin “öğretmenim bu sümüğünü sıranın altına sürüyor” dediğinde bölünen derste, dikkati yeniden toplamak için bir yararı yoktu. Teori olmadan pratik olmayacağını biliyorum. Alan uzmanı olan eğitimcilerin, tüm öğretmenlerin eğitim felsefelerini, yaş gelişim özelliklerini, eğitimin temel gelişimini iyi bilmeleri gerektiğine inanıyorum. Bu inanışım içinde bir sürü de keşke barındırıyor. Eğitim fakültesinde dört yıl boyunca eğitim adına aldığımız tüm dersler ezbere dayalı tarih dersleri gibi işleniyordu.
Sınavda çıkacak sorulara hazır olmak için dinlenilen eğitim bilimleri derslerinde, sanki biz bu eğitim sisteminden çıkıp o sıralara gelmemiş uzaylılar gibi oturuyorduk. Bu derslerde öğrendiklerimiz bizim görüş belirttiğimiz, kendi öğrenme deneyimlerimizle karşılaştırmalar yaptığımız, çıkarımlarda bulunduğumuz bir şekilde değil sadece bilmemiz, ezber yapmamız ve sınav sonrası da unutmamız için vardı. Drama eğitmenliği derslerimin birinde elimdeki kalemi bir katılımcıya vermiş ve “bu bir kalem olmasaydı, ne olurdu?” diye sormuştum.
Herkes kalemle ilgili farklı bir şey söyleyerek kalemi bir yanındakine veriyordu, “Bu bir kalem değil, kulak karıştırıcı, bu bir kalem değil tarak vb”. Tüm katılımcılar konuştuğunda yaptığımız şeyin ne olduğunu sordum. Katılımcıların büyük çoğunluğu yapılan bu etkinliği “yaratıcılık” olarak tanımladılar. Sadece serbest çağırışım olarak tanımlayabileceğimiz bu etkinliğin “yaratıcılık” olarak nitelendirilmesi eğitim bilimi açısından kabul edilemezdi. Bu durumdan yola çıkarak katılımcı öğretmenlere Bloom’un Bilişsel Eğitsel Hedefler Taksonomisi’ni anlatmaya başladım. Taksonomideki kimi basamakların kavranması kolayken kimi basamaklarda sorular değiştikçe, sorunun taksonomideki hangi basamakta olduğu konusunda farklı sesler geliyordu. Öğrencilere bir şey öğretmek isterken kafaları iyice karıştırmıştım. Kendi benzer öğrenme deneyimim aklıma geldi. Özel okulda çalıştığım yılların birinde, hizmet içi eğitim kapsamında üniversiteden gelen bir profesörden Bloom Taksonomisi eğitimi alıyorduk.
Benim dersimde olduğu gibi eğitimin sonlarına doğru herkesin zihni karışmıştı, üniversiten gelen hocanın da aklı karışmış, kimi soruları hızla geçiştirmişti. Şimdi geçmişteki o günleri düşündüğümde; teorik olarak öğrendiğimiz tüm bilgileri A’dan Z’ye adım adım ezberlemenin bize bir şey katmayacağını biliyorum. Öğrenilmesi ve vurgulanması gereken asıl nokta sadece üst bilişsel ve alt bilişsel ayrımıydı. Bir sonraki drama grubumda kalemle ilgili farklı nesne çağrışımı yaptırdıktan sonra katılımcılardan, kalem ve mendil arasında bir ilişki kurmalarını istedim. Kalemi bir başka nesneye benzetmek kolayken kalemle mendil arasında bağ kurmak zordu. Yanıtı hemen verilebilecek sorular yerine yanıtı düşündürecek sorular sormayı deneyin demek için Bloom’un taksonomisini ezberletmeme gerek yoktu. Keşke öğretmenler teorik beslendikleri süre kadar pratikle de beslenseler. İlk kitabım “Yaratıcı Türkçe Dersleri” sınıfta Türkçe derslerinde yapılabilecek basit uygulamalar içeriyordu.
Kitabın yayıma hazırlandığı dönemde bir hocamın kitapla ilgili söylediği cümleyi hiç unutmuyorum. “Pratik bir sürü uygulama, ne işe yarar, hazır yemek gibi…” Bu moral bozucu cümle eşliğinde çıkardığım ilk kitapla ilgili endişeliydim. Pratik yemek kitabı hiç yakışıyor muydu… Kitap okunmaya başladıkça birçok sınıf öğretmeni ve Türkçe öğretmeninden destek mesajları aldım, “Sınıfta kullanabileceğimiz birçok uygulama öğrendik, Türkçeyi sıkıcı olmaktan çıkarabilecek fikirler edindim” şeklinde nokta atışlı yorumlar gelmeye başladı. Kitaptaki etkinlikleri bire bir uygulayanlar olduğu gibi değiştirenler, esinlenenler, uyarlayanlar da vardı. Bu olumlu eleştirilerin ardından, kitap yazımı öncesi aklımı kurcalayan “pratiği yazmayı basit bulma” kara bulutları da dağılmıştı. Masanın altındaki sümüğü temizleyen, sınıftaki havayı soluyan biz öğretmenlerin sözleri hakemli dergide yer bulmasa da kendi anlamını bulmuştu.
Çalıştığım okullardan birinde yönetim, öğretmen eğitimlerine çok değer veriyordu. Üniversitelerden farklı uzmanlıkları olan hocalar getirerek birçok konuda eğitim alınmasının önünü açıyorlardı. Bu eğitimler değerliydi ama biz sınıftaki öğretmenlerin uygulama adımlarına dokunmakta zorlanılıyordu. Okul yönetimine “Biz Bizden Öğreniyoruz” isimli bir model sunduk. Bu modelde okuldaki öğretmenler yaptıkları uygulama örneklerini, farklı tekniklerle işledikleri dersleri ya da yeni öğrendikleri ve sınıfa uyarladıkları etkinlikleri öğretmen arkadaşları ile paylaşma fırsatı bulacaktı. Yönetim teklifimizi kabul etti ve bu sefer üniversiteden okula bir hoca getirmeden biz bizden öğreniyoruz günü düzenledik. Bu paylaşım, okuldaki herkesin derin bir soluk almasına yol açtı. Aynı zorlukları yaşayan öğretmenlerin, bu zorlukları da dikkate alarak neyi değiştirerek neyi başarabileceklerini kendi eşitlerinden duymaları hepimize iyi gelmişti. Yıllar geçti, yöneticilik yapmaya başladım. O yıllarda dersini gözlemlemek için sınıfına girdiğim genç İngilizce öğretmeni, doğa olaylarını işliyordu. Deprem, çığ, kasırga, tsunami vb. doğa olaylarının harfleri karıştırılarak tahtaya yazılmıştı.
Öğretmen, gönüllü öğrenciler arasından seçtiğini tahtaya kaldırıyor ve karışık harfleri düzenleyerek doğa olayının ismini altına yazmasını istiyordu. Tahtaya gelen öğrenci uzun uzun harflere bakıyor, öğretmen de yanında onun düşünme sürecine eşlik ediyor, süre uzadığında biraz yardım ediyordu. Bu sırada arkada hiçbir şey yapmayan on dokuz öğrenci, öğretmenin kendilerine arkalarını dönmesiyle birlikte dersle alakasız Türkçe sohbete başlıyordu. Gürültü çoğaldığı zaman öğretmen arkasını dönüyor ve öğrencileri sessiz olmaları konusunda uyarıyordu. Her öğrenci tahtada tahmini iki dakika kalıyordu, bulunan sözcük sayısı da ona yakındı. Yani derste yirmi dakikalık boş bir zaman dilimi vardı. İyi geçmeyen bu dersin sonrası yaptığımız geri bildirim toplantısında İngilizce öğretmeni sınıf yönetiminin iyi olmadığını söyledi. İyi olmayan, öğretmenin sınıf yönetimi miydi, yoksa öğretmenlik stratejisi bilmemesi miydi? Dersini izlediğim bir ortaokul öğretmeni iyi geçmeyen dersinin ardından yanıma geldi.
Yüzü asıktı, “Şu 6A ile ders işlemek bir işkence, keşke bütün derslerim 6B sınıfı ile olsa” dedi. İki sınıfın da dinamiğini biliyordum. 6B sınıfında hareketli ve dersi bölen öğrenci yoktu. 6A sınıfında ise hareketli üç dört öğrenci vardı. Öğretmen bu sınıftaki sorunu, beni dinlemiyorlar diye tanımlıyordu. “Beni dinlemiyorlar” demek aynayı karşı tarafa tutmaktı. “Beni dinlemeleri için ne yapıyorum” sorusu ise aynayı kendimize tutmak olacaktı. Ne yazık ki aynayı karşı tarafa tutmak hepimizin içine düştüğü bir yanılgı, oysa aynayı kendimize tuttuğumuzda gelişim için ilk adımı atmış olacağız. Bizler öğrenciyken bilgiyi temsil eden öğretmeni can kulağıyla dinlemek zorundaydık çünkü anlatılacak bilgiye başka türlü erişme şansımız yoktu. Günün öğrencileri ise en hızlı şekilde ve farklı kanallarla bilgiye ulaşabiliyorken haydi sınıfta durun, susun, beni dinleyin size bilgi vereceğim demenin hiçbir anlamı kalmıyor.
Yine geçmişte sokaklarda saatlerce oyun oynayan bizler için sınıfta 40 dakika beklemek hiç sorun değilken, evden dışarı çıkmadığı için hareket edemeyen günümüz öğrencilerinin, sınıfta 40 dakika oturmalarını beklemek ve oturmadıklarında da onları suçlamak ne derece mantıklı? Öğrencilerin ayaklarının geri geri gittiği okullarda iyi dersler işlemenin yolunun strateji, teknik, yöntem, ip uçları bilmekten geçtiğini yıllar içinde deneyimleyerek öğrendim. Öğrenmek kadar öğrendiklerini paylaşmanın da değerli olduğuna inanıyorum. Bu kitap, öğretmenlik ve yöneticilik günlerimden ve eğitimcinin eğitimini yaptığım yıllar içinde cebimde biriktirdiklerimden oluşuyor. Birazdan kendinizi içinde bulacağınız başlıkların hiçbiri reçete ya da can simidi değil, bunu şimdiden söyleyebilirim.
Okuyacaklarınız sadece bir eğitimcinin deneyim kırıntıları. Kitaptaki her bir örneği istediğiniz gibi değerlendirebilir, sevmeyebilir, uyarlayabilir, esinlenebilir, değiştirebilirsiniz. Kitabı okurken aklınıza gelen düşünceleri, önerileri, eleştirileri yeni fikirleri kitaptaki “sizli düşüncelere” not alabilirsiniz. Kim bilir belki de sizlerin de katkılarıyla öğrenme çemberimizi daha da genişletebiliriz. Birazdan okumaya başlayacağınız bölümlerdeki maddeler ders kitabına benzememesi için özellikle sınıflandırılmamıştır. Kimi başlıklar strateji, kimileri teknik, kimileri oyun, kimi başlıklar ise herhangi bir üst başlığın altına yerleşemeyecek türden maddelerdir. Konu başlıkları akışında belirli bir sıralama takip edilmemiştir. Paylaştıkça gelişeceğimize olan tüm inancımla…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Eğitici ve Yardımcı Kitaplar
- Kitap AdıAçılın Ben Öğretmenim
- Sayfa Sayısı256
- YazarMüjdat Ataman
- ISBN9786059367332
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviElma Yayınevi /