İnsanın hatırlamak istemeyeceği şeyler de vardır bazen hayatta! Hatta her türlü olumsuz duruma dayanıklı yeniyetme bir ajan adayının bile…
Efsane serinin beşinci kitabında, Ajan Cammie belki de hayatının en kaotik dönemini yaşıyor. Cammie’nin başına gelenler, Gallagher Özel Genç Kızlar Akademisi’nin medarı iftarı olmaya alışmış biri için pek de kabul edilebilir türden değil üstelik. Öyle ki, tıpkı bir bukalemun gibi kimselere görünmeden işlerini halletmeyi başaran o harika kız gitmiş de yerine bambaşka biri gelmiş gibi.
Cammie hafızasını yitirmiş bir şekilde gözlerini açtığında, etrafındaki her şey gayet normal görünüyordu. Oysa kazağına bulaşmış örümcek ağları ve tozlanmış eteği tam da bunun aksini kanıtlamak ister gibiydi. Zihninde fırtınalar kopartan o kayıp dakikalar boyunca esrarengiz bir şeyler yaşanmış olmalıydı. Her şey sanki yolundaymış gibi bir de büyük aşkı Zach’i en yakın arkadaşı Bex’le birlikte görmesin mi? Cammie için işler öylesine sarpa sarmış durumda ki bir an önce belleğindeki boşlukları doldurup olayları açıklığa kavuşturması gerekiyor. Yoksa…
Bölüm bir
“Neredeyim?” Bu soruyu duydum, ama söylediğime emin olamadım. Ses bana ait olamayacak kadar hırıltılı ve boğuktu. Sanki yabancı biri içime girmiş, karanlıkta gizlenirken “Kim var orada?” diyordu. “Demek İngilizce ha?” Genç kadın yatağın ayağına gidip durunca, çok güzel olduğunu gördüm. İrlanda aksanıyla konuşuyordu ve sahte olması imkânsız bir tonda sarı kızıl saçları vardı. Saçlarının yumuşak dalgaları hafif çilli suratı, mavi gözlerini ve kocaman gülümsemesini çevreliyordu. Ya başımın fena halde zonklamasından ya da gözlerimin ardındaki o keskin ağrıdandı, ama başının üstünde bir hale gördüğüme yemin edebilirdim. “Dahası, Amerikan aksanı sanırım. Ay, Rahibe Isabella bundan hiç hoşlanmayacak. Avustralyalı olduğun konusunda bir haftalık mutfak görevine bahse girmişti. Ama değilsin sanırım.” Hayır, anlamında başımı salladım ve bir bomba patlamış gibi hissettim. İçimden çığlık atmak geçiyordu ama dişlerimi sıkıp “Üstüme bahse mi girdiniz?” diye sordum.
“Şey, keşke kendini duyabilseydin. Peşinden şeytan kovalıyormuş gibi bir sürü farklı dilde konuştun. Fransızca, Almanca, Rusça ve Japonca galiba. Bir de burada kimsenin konuşmadığı başka diller.” Yatağımın yanındaki ufak ahşap tabureye gelip fısıldadı: “Kusurumuza bakma ama ya bahse girecektik ya da… Endişelenecektik.” Ellerimin altında yumuşacık bir çarşaf, sağ omzumun ardındaysa soğuk bir taş duvar vardı. Köşedeki cılız ve titrek mumun ışığı az eşyalı odanın yarısını bölüyor, geri kalanını gölgelerin arasında bırakıyordu.
Endişe sözcüğü o şartlar altında gayet uygun gibiydi. “Kimsiniz?” diye sordum ince şiltenin üstünde geriye çekilip, soğuk taş duvara sinerek. Direnemeyecek kadar güçsüz, koşamayacak kadar dengesizdim, ama kız elini uzatınca elini kavrayıp kötü bir açıya çevirmeyi başardım. “Neresi burası?” “Evim.” Sesi çatlak geliyordu, ama bana karşı koymaya çalışmadı. Bana doğru biraz daha eğilip diğer elini suratıma götürdü ve “İyisin,” dedi. Ama kendimi hiç de iyi hissetmiyordum. Başım zonkluyordu ve hareket ettiğimde yan tarafıma keskin bir ağrı saplanıyordu. Örtüyü tekmeleyerek kenara atınca bacaklarımın morluklar, yarıklar ve çizikler içinde olduğunu gördüm.
Biri sağ ayak bileğimi sarmış, üstüne buz koymuştu. Biri yaralarımı temizlemişti. Biri beni o yatağa yatırıp beni dinlemiş, nereden ve neden geldiğimi tahmin etmeye çalışmıştı. Biri dik dik suratıma bakıyordu. “Bunları sen mi yaptın?” Elimi bacağımda gezdirip bileğimi saran gazlı bezi elledim. “Ben yaptım.” Kız elini örtünün ipliklerini çekiştiren parmaklarımın üstüne koydu. “Sakın örtüyü sökme,” dedi. Arkasındaki duvarda bir haç asılıydı ve gülümsemesi, hayatımda muhtemelen gördüğüm en sevecen gülümsemeydi. “Rahibe misin?” diye sordum. “Yakında olacağımı umuyorum.” Suratı kızarınca, yaşça benden pek de büyük olmadığını fark ettim. “Bu sene sonunda, yemini etmem gerek. İsmim Mary bu arada.” “Burası bir hastane mi, Mary?” “Hayır, hayır. Ama bu bölgede pek de fazla hastane yok ne yazık ki. Bu yüzden, elimizden geleni yapıyoruz.”
“Biz dediğin kim?” O anda içimi bir dehşet hissi sardı. Dizlerimi göğsüme çektim. Bacaklarım olmaları gerektiğinden daha ince gibiydi, ellerimse hatırladığımdan daha sertti. Daha birkaç gün önce, oda arkadaşlarıma aklım final haftasından uzaklaşsın diye bana manikür yapmalarına izin vermiştim. Liz rengi seçmişti: Flamingo pembesi. Ama tırnaklarıma bakınca ojenin yerinde yeller estiğini fark ettim. Adeta okulumdan çıkıp dünyanın yarısını yeri tırmıklayarak aşmış ve ellerimle dizlerimin üstünde o dar yatağa kadar gelmiştim. “Ne kadar süredir…” Sesim boğuklaşınca, tekrar denedim. “Ne kadar süredir buradayım?”
“Sakin ol, sakin ol.” Mary örtüyü düzeltti. Konuşurken bana bakmaktan çekiniyor gibiydi. “Bu konuda endişelenmene…” “Ne kadar süredir?” diye bağırdığımda, Mary sesini alçalttı. Ama en azından ellerini geri çekmedi. “Altı gündür buradasın.” Altı gün, dedim içimden. Bir hafta bile değil. Ama bana sonsuzluk gibi gelmişti. “Giysilerim nerede?” örtüyü kenara itip, ayaklarımı yere sarkıttım, ama başım o kadar tuhaftı ki, ayağa kalkmamam gerektiğini anlamıştım. “Giysilerime ve eşyalarıma ihtiyacım var. Benim…” Açıklama yapmaya çalıştım, ama daha fazla konuşamadım. Düşünemiyordum. Okula geri döndüğümde, öğretmenlerin beni sınıfta bırakacağına emindim. Başım dönüyordu, ama ufak odayı dolduran müzik sesinden başka bir şey duyamıyor, müziğin gümbür gümbür kulaklarımda yankılandığını hissediyordum. “Şunun sesini kısabilir misin, lütfen?” “Ne?” dedi kız. Gözlerimi yumup, melodiyi düşünmemeye çalıştım. Şarkı söylemeyi bilmiyordum. “Durdur şunu. Lütfen şunu durdurabilir misin?” “Neyi durdurayım?” “Müziği. Çok yüksek.” “Gillian,” dedi kız başını sallayarak. “Müzik çalmıyor Ona aksini söylemek istedim, ama bunu yapamadım. Kaçmak istediğim halde, nereye kaçacağımı bilmiyordum. Elimden gelen tek şey, Mary’nin bacaklarımı kaldırıp nazikçe yatağa koyuşunu sessizce izlemekti. “Başında kocaman bir şişlik var. Bir şeyler duymana şaşmamalı. Sırf bilesin diye söylüyorum, bu arada bir şeyler de söyledin.
Ama bu konuda endişelenmene gerek yok. İnsanlar hastalandıklarında bir sürü çılgınca şey söyleyip dururlar. Başından yaralanınca böyle olur biliyorsun.” “Neler söyledim?” diye sordum, ama açıkçası duyacağım yanıt beni korkutuyordu. “Artık bir önemi yok.” Örtüyü tıpkı Büyükanne Morgan gibi etrafıma sardı. “Tek yapman gereken, yatıp dinlenmek.” “Neler söyledim?” “Çılgınca şeyler.” Fısıldayarak konuşuyordu. “Çoğunu anlamadık zaten. Geri kalanıysa, kendi aramızda birleştirdiğimiz şeylerdi.” “Ne gibi?” Elini sıkıca kavradım ve doğruyu söyletebilirmişim gibi sıktım. “Bir ajanlık okuluna gittiğin gibi.” Odaya sonradan giren kadının şişmiş romatizmalı parmakları ve gri renkli gözleri vardı. Onun ardından kızıl saçlı, Macar aksanlı genç bir rahibe ve kırklı yaşlarının sonunda, fısıldayarak Rusça konuşan ve birbirinin yanından ayrılmayan ikizler girdi.
Okulumda, bana Bukalemun derlerdi. Kimsenin görmediği kızdım. Ama o anda öyle değildim. Orada öyle değildim. Etrafımı çeviren rahibeler her şeyi görüyorlardı. Nabzımı ölçüp, gözlerimi bir fenerle kontrol ettiler. Biri bir bardak su getirmişti. Bunu ağır ağır yudumlayarak içmemi söylediler. Hayatımda içtiğim en lezzetli şeydi. Suyu bir dikişte içtim, ama sonra öksürmeye başladım. Başım hâlâ zonkluyordu. Şişmiş parmakları olan rahibe bana, sana söylemiştim, der gibi baktı. Davranışları ya da kımıldamadan yatmam gerektiğine dair o sert emir miydi bilemiyorum, ama kendimi bir başka eski ve güçlü kız kardeşlik ruhu tarafından kuşatılmış gibi hissettim.
Onlara karşı gelmemem gerektiğini bildiğimden, kımıldamadan yattım ve dedikleri her şeyi yaptım. Uzunca bir süre sonra odadaki ilk kız yanıma gelip yatağımın ucuna oturdu. “Neden burada olduğunu biliyor musun?” Burası neresi? demek istedim, ama damarlarımda akan ajan kanı bana soru sormamamı söyledi. “Okul için bir proje hazırlıyordum. Diğerlerinden ayrılmak zorunda kaldım. Sanırım… Yolumu kaybettim.” Sesimin çatladığını duydum ve kendime iyi olduğumu söyledim. Başrahibe bile beni suçlayamazdı. Teknik olarak, söylediğim şey yalan değildi. “Başın için biraz endişelendik,” dedi Mary. “Ameliyat, testler ve burada yapamayacağımız şeylere ihtiyacın olabilir. Hem seni birileri arıyor olmalı.”
Annemle arkadaşlarımı, en sonunda da Cavan Örgütü’nü düşündüm. Yaralı bedenime bakıp, kimliğimin çoktan ortaya çıkıp çıkmadığını merak ettim. Sonra da etrafımdaki masum suratlara bakıp ayrı bir paniğe kapıldım. Ya Halka beni burada bulursa? “Gillian?” dedi Mary. Benimle konuştuğunu fark etmem, beni utandıracak kadar çok vakit aldı. “Gillian, iyi misin?” Ama çoktan harekete geçmiş, örtüyü itip ayağa kalkmıştım. Gitmem gerek.” Altı gün boyunca, tek bir yerde, savunmasız bir biçimde kalmıştım. Oraya nasıl ya da neden geldiğimi bilmiyordum, ama orada ne kadar çok kalırsam, Halka’nın da beni bulmaya bir o kadar yaklaşacağını biliyordum. Gitmem gerekiyordu. Hem de bir an önce. Ama başrahibe eski terör kuruluşları konusunda o kadar da endişeli değil gibiydi. Terör kuruluşlarına kafa tutacak bir kadına benziyordu. “Oturacaksın,” dedi ağır aksanlı bir İngilizceyle. “Özür dilerim, başrahibe,” dedim hâlâ çatlak bir sesle. Vakit geçiyordu ve orada daha fazla kalamazdım. Annemin izinden gitmek için kendime yaz sonuna kadar zaman tanımıştım ve bir dakika daha kaybetmek istemiyordum. “Size ve diğer rahibelere minnettarım. Bana isminizi ve adresinizi verirseniz, para yollarım… Hizmetleriniz için ve…” “Paranı istemiyoruz. Oturmanı istiyoruz.” “Beni tren istasyonuna yönlendirirseniz…”
“Burada tren istasyonu yok,” dedi başrahibe aksi bir sesle. “Şimdi, otur.” “Oturamam! Gitmem gerek! Hemen!” Etrafıma, kalabalık odaya bakındım. Üstümde bana ait olmayan penye bir gecelik vardı. Kanlı parmaklarımla geceliği çekiştirdim. “Giysilerime ve ayakkabılarıma ihtiyacım var.” “Ayakkabıların yok,” dedi Mary. “Seni bulduğumuzda, çıplak ayaktın.” Bunun ne anlama geldiğini düşünmek bile istemedim. Masum suratlara bakıp beni kapılarına kadar getiren meşum şeyi düşünmemeye gayret ettim. “Gitmem gerek,” dedim yavaşça, başrahibenin gözlerine bakarak. “Hemen gitsem, iyi olacak.” “İmkânsız,” dedi başrahibe. Sonra, diğerlerine döndü. “Wenn das Mädchen denkt daß wir sie in den Schneerausgehen lassen würden, dann ist sie verrückt.”1 Ellerim ve dudaklarım titredi. O sırada nasıl göründüğümü biliyordum, çünkü yeni arkadaşım Mary bana uzanıyor, biraz daha yaklaşıyordu.
“Sakın endişelenme. Başın dertte değil. Başrahibe az önce…” “Kar.” Perdelerden birini kenara çekip, uçsuz bucaksız beyazlığa baktım ve cam gibi parlayan karlara karşı “Kar dedi,” dedim. “Ha, önemli değil.” Mary perdeyi elimden çekip, soğuğu engellemek için kapattı. “ Alplerin bu bölgesi çok yüksektir. Eh, biraz da erken kar yağışı oldu.” 1 Bu karda kışta dışarı çıkmasına izin vereceğimizi düşünüyorsa bu kız deli demektir. 13 İrkilerek pencereden geri çekildim. “Ne kadar erken?” diye sordum, içimden, haziran ayındayız. Hazirandayız. Bu ay… derken. “Yarın 1 Ekim.” “Ga…galiba kusacağım.” Mary beni kolumdan tutup, koridora çıkardı, haçların ve buzlu camların yanından buz gibi taş bir zemini olan bir banyoya götürdü. Öğürdüm, ama midem içtiğim bir bardak su haricinde bomboştu ve boğazım hâlâ zımpara kâğıdı gibiydi. Yine de kusmaya çalışıp içimi kemiren safrayla asitten kurtuldum. Gözlerimi yumduğumda, başımın yerçekiminin bulunmadığı bir yerde fır fır dönen bir tepe gibi olduğunu hissettim. En sonunda, ayağa kaktığımda ve lavaboya yaslandığımda, bir ışık yandı ve kendi hiç görmediğim birinin suratıyla burun buruna buldum. Gücüm yerinde olsaydı irkilirdim, ama o halde sadece aynaya biraz daha yaklaşabildim. Saçlarım tüm hayatım boyunca, omuz hizasında ve açık kumral olmuştu, ama o sırada kulaklarımın biraz altındaydı ve gece gibi simsiyahtı. Geceliğimi başımdan yukarı çektim, saçlarımın statikten havaya dikildiğini hissettim ve bilmediğim o bedene baktım. Kaburgalarım çıkmıştı.
Bacaklarım daha uzun ve ince gibiydi. Bacaklarımın her yanı morluklarla kaplıydı. Bileklerimin etrafı kırmızı şişliklerle çevrilmişti. Kalın bandajlar tek kolumun büyük bir kısmını örtüyordu. Ama tün bun- 14 lar, başımın yan tarafındaki şişliğe kıyasla soluk kalıyordu. Şişliğe yavaşça dokunduğumda, öylesine keskin bir acı hissettim ki tekrar kusacağımı düşünerek lavaboya tutundum ve aynaya eğilip içimdeki yabancıya baktım. “Ne yaptınız?” Aldığım eğitim bana bunun paniğe kapılmak için uygun bir zaman olmadığını söylüyordu. Düşünmeli ve plan yapmalıydım. Gidebileceğim her yeri düşündüm, ama aklım o güne dek gittiğim yerlere kaydı. Hareket ettiğimde, bileklerimden birinden fırlayan keskin acı bacağımın yukarısına doğru ilerledi ve o dağdan aşağı doğru koşmanın çok zor olacağını anladım. “Sakin ol, sakin ol,” dedi Mary başıma nemli bir bezi bastırarak. Dudaklarıma bir fincan götürmüş, beni içmeye zorlamıştı.
“Neden bana Gillian dedin?” diye sordum fısıldayarak. “Çünkü tekrar tekrar bu ismi söyledin,” dedi. İrlanda kasanı o ufak odada daha da belirgindi. “Neden? İsmin Gillian değil mi?” “Hayır. İsmim Cammie. Gilly… Kız kardeşimin ismi.” “Anladım.” Aklımdan yapmam ve yapmamam gereken bir sürü seçenek geçtikten sonra, nihayet esas soruda karar kıldım. “Mary, burada bir teflon var mı?” “Evet, anlamında başını saldı. “Başrahibe geçen ay bir uydu telefonu aldı.”
Yaz. Gallagher Özel Genç Kızlar Akademisi’nde, yaz tatilimize doğal olarak yetmiş altı gün dâhildi. On bir hafta ediyordu. Üç aydan biraz daha kısaydı. Bir senenin dörtte biri kadardı. Halka’nın neden peşimde olduğunu araştırmak, bilgilere ulaşmak ve öğrenmek umuduyla yaz mevsimini bu işe adamıştım. Yaz mevsimi daha önceden bana hiç o kadar uzun gelmemişti, ama o sıralar bir kara delik gibiydi ve hayatımdaki her şeyi içine çekecek kadar tehditkârdı. “Mary,” dedim lavaboyu daha da sıkıca tutup ışığa doğru eğilerek, “birini aramam gerek.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMacerayı Seven Dikenine Katlanır
- Sayfa Sayısı312
- YazarAlly Carter
- ISBN9789944699419
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Silmarillion ~ J. R. R. Tolkien
Silmarillion
J. R. R. Tolkien
Tolkien’in en önemli çalışması olarak kabul edilen Silmarillion, onun yarattığı dünyanın özüdür. Kökleri Hobbit’ten önceye uzanır ve Yüzüklerin Efendisi’nde şekillenmeye başlayan bir dünyanın yaratılış...
- Londra’nın Son Kitapçısı ~ Madeline Martin
Londra’nın Son Kitapçısı
Madeline Martin
New York Times çoksatar kitaplarından. Zor zamanlarda kitapların, kitapçıların daima sığınağımız ve kurtuluşumuz olduğunu bize hatırlatan büyüleyici bir hikâye. İngiltere’nin küçük bir kasabasında büyüyen...
- Washington Meydanı ~ Henry James
Washington Meydanı
Henry James
Washington Meydanı, Amerikan edebiyatının düzyazı ustası Henry James’in kaleminden çıkma bir 19. yüzyıl klasiğidir. Roman, İngiliz edebiyat eleştirmeni F.R. Leavis’e göre sessizce çekilen bir...