Roman kahramanları kendi kahramanlarını yaratırsa…
Başkaları ile ilgili hayal kurdunuz mu hiç? Ya da hayallerinizin bir gün gerçeğe dönüşebileceğini hiç düşündünüz mü?
Parktaki bir banka oturup, etrafınızdan geçen veya karşı bankta oturan tanımadığınız insanların gerçekte nasıl yaşadıklarını ya da hayatlarını nasıl sürdürdüklerini tahmin etmek kimi zaman eğlenceli bir oyuna dönüşebilir. Nitekim, sıradan bir günde, parkta oynamaktan sıkılan Okan, Şenay ve Dilek de işte tam kendilerini bu oyuna kaptırmış ve karşılarında oturan, adını sanını bilmedikleri yaşlı adam için birer isim ve meslek uydurmaya çalışıyorlardı. Üç çocuk tarafından değişik kimliklere bürünen o yaşlı adam da aynı anda bu üç çocuk için birer isim düşünüyor ve büyüdüklerinde ne olacaklarını öngörmeye çalışıyordu. Öyle ki, bu oyunun birer parçasına dönüşen tüm bu isimler bir süre sonra hayalle gerçeğin iç içe geçeceği ilginç bir serüvenin kahramanlarına dönüşeceklerdi…
Edebiyatımızın duyarlı kalemlerinden Mehmet Atilla’nın, Alman ressam Albrecht Dürer’in dünyaca ünlü “Gergedan” isimli gravüründen esinlenerek kaleme aldığı Parktaki Gergedanlar, insan ilişkilerini ve yaşamı sorgulayan, hayalleri arkasına almış sürükleyici bir roman.
Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’nce “Yılın Kitabı” olarak da seçilen bu çarpıcı eser, hayal kurmanın insan hayatına kattığı güzellikleri anımsatarak arkadaşlığın önemini vurguluyor.
Edebiyatseverleri zamanda yolculuğa çıkaran; geçmişteki, gelecekteki ve bugünkü sosyal ilişkilere değinen Parktaki Gergedanlar’ı okuyarak başkaları için hayal kurmanın ve başkalarının hayallerine ortak olmanın değerini bir kez daha anlayacaksınız…
BİRİNCİ BÖLÜM
Karşı taraftan bir ses geldi. İncecik, insanın dişlerini kamaştıran cinsten berbat bir sürtünme sesi. “Ayyy!” diyenler de oldu, öfkeyle ve korkuyla sağa sola bakanlar da. Neyse ki kısa sürdü ses, baktılar ki arkası yok, herkes rahat bir soluk aldı. Birkaç buruşuk surat dışında herkes kendi oyununa döndü. Salıncaklar hızlandı, toplar zıpladı, kaydıraklar art arda kayan çocukların çığlıklarıyla doldu, tahterevalliler inip kalkmaya başladı, tam bir kızılca kıyamet. “Anne, bak!” diye caka satan mı ararsınız, “Teyze, geliyorum!” diye böbürlenen mi; semtin bütün çığırtkanları oradaydı sanki. Arada sırada çatlak sesler de duyulmuyor değildi:
“Çekilsene önümden!”
“Geç işte. Daha nereye gideyim!”
“Kutuplara git.”
“Sen git.”
Neyse ki az öteden biri el koyuyordu bu gerginliğe; çoğu zaman görmediğimiz, belki de herkesin kendi içinden yükselen kocaman bir ses, saygısız olanları susturuyordu: “Şşşt! Güzel konuşun! Ayıp!” Sonra harika bir sessizlik… Ardından da oyuncakların insanı barışa sürükleyen çekiciliği. Dünya birdenbire eskisi gibi dönmeye başlıyordu. Dilek çabuk yorulmuştu nedense o gün. Birkaç kez tırmanma merdivenine inmiş çıkmış, on dakika kadar salıncakta sallanmış, iki kez düz kaydıraktan kaymış, fakat gerisini getirememişti bir türlü.
“Aman!” demişti sonra içinden, “Ne uğraşıp duruyorum bunlarla? Gideyim oturayım biraz.” İyi de Şenay neredeydi? Hızla gezdirmişti bakışlarını parkın içinde. Orada yok, burada yok, şuradaki benziyor ama değil; hah işte, ağacın arkasında. “Şenay!” “Efendim?” “Ben şuraya oturuyorum. Haberin olsun.” “Neden?” Al işte! Anlamsız bir soru. Şimdi sana bir saat açıklama mı yapayım bunca insanın ortasında? Oturmak istiyorum işte, hepsi bu kadar. Kendisi farkında değildi ama suratını öyle ekşitmiş,kafasını da öyle bir çevirmişti ki bu davranış Şenay’ın pes etmesine yetmişti zaten: “İyi, tamam. Ben buradayım.” Yorgun adımlarla gölgedeki banklardan birine gitmiş, sırtını arkaya yaslamış, kollarını iyice açıp ayaklarını da öne doğru uzatmıştı: “Oooh! Dünya varmış.”
Der demez de az önceki o tiz sesi duymuştu. İnsan böyle durumlarda arkadaşlarını merak ediyor nedense. Şenay’ın nerede olduğu belliydi, peki Okan? O nerelerdeydi acaba? İlk bakışta göremeyince ayağa kalktı, boynunu bir periskop gibi kullanıp ortalığı kolaçan etti. Tam meraklanmaya başlamıştı ki Okan’ın basketbol potalarının önünde topu eline ayağına dolaştırmakta olduğunu gördü. Terlemişti de üstelik. Sırtındaki gömleğin kimi bölümleri koyulaşmıştı. “Annesi üç cümlede kurutur onu şimdi,” diye mırıldandı. Yeniden oturdu yerine. Yolun karşı tarafındaki işyerlerinin birinin vitrininde kocaman rakamları olan sayısal bir saat vardı, dönüp baktı. On bire geliyordu. Sevindi. Geleli yarım saati geçmişti, annelerinin gelmesine bir saat kadar bir süre kalmıştı demek. Güzel, hiç de fena değil. Böyle bir hesap yapmakta haklıydı Dilek. Çünkü parkta ne kadar zaman geçireceklerini kendileri değil annelerinin toplantısı belirleyecekti. Üçünün de annesi aynı dernekte çalışıyordu ve dernek merkezi de parkın hemen bitişiğindeki binadaydı. Bir toplantı için gelmişler, çocuklarını oyun parkında bırakırlarken her birini sıkı sıkıya tembihlemeyi de unutmamışlardı. Her zamanki gibi. “Birbirinizden ayrılmak yok. Rahatınızı kaçıran bir şey olursa oyalanmayın sakın. Bize haber verin hemen.
Toplantıyı yarım bırakır geliriz. Tamam mı, duydunuz mu?” “Boş lafa karnımız tok,” derler ya hani, işte öyle bir umursamazlıkla dinlemişti annelerini çocuklar. Hem böyle deyip hem de toplantıyı olabildiğince uzatacaklarını biliyorlardı çünkü. Kafalarını sallamakla yetinmişler, onca curcunanın ortasında nasıl zaman geçireceklerini daha o dakikadan düşünmeye başlamışlardı. Birden ayak sesleri duydu yan tarafta. Okan’dı yaklaşan, neredeyse burnunun dibine kadar gelmişti. Suratından düşen bin parçaydı üstelik, Dilek’in kafasını çevirdiğini görünce başladı söylenmeye: “Hep senin yüzünden! ‘Parka gidelim, parka gidelim,’ diye tutturdun, getirdin bizi buraya.
Ne oldu, adamların ekmeğine yağ sürdün. Şuraya bak, bebeklerin arasında oyalanıp duruyoruz. Senin inadın yüzünden 3-B’yi elimden kaçırdım bugün. Yoksa beş gol atmıştım şimdiye kadar. ” Dilek önce karşılık vermemeyi düşündü, ancak baktıki dayanamayacak, derin bir soluk alıp verdikten sonra sert bir ses tonuyla yanıtladı: “Bak sen beyimize! Deminden beri atlayıp zıplıyorsun, en çok eğlenen sensin; şimdi de kalkmış ağlıyorsun. Ne yani, bir tek ben mi karar verdim buraya gelmeye? Annenin dediklerini unuttun herhalde.”
“Sen öyle deyince o ne yapsın, kıramadı seni.” “Sen de kırma o zaman. Hep futbol topunun ardından koşacağına biraz da basket topuna ilgi göster. Sanki 3-B seni bekliyor, gelsin de Okan bize beş gol atsın diye.” “Yaşımıza göre adam yok ki burada. Hepsi küçük.” “Büyürler, merak etme.” Okan fazla uzatmadı bu tartışmayı. Gittikçe çıkmaz bir sokağa doğru sürüklendiklerini anlamıştı çünkü. Sustu. Kemeri düşen pantolonunu, etekleri dışarıya sarkan gömleğini, toz içinde kalan paçalarını derleyip toparlamaya çalışıyordu bir yandan. Dilek sessizce bu telaşın bitmesini bekledi, öteki çocuklara baktıkça Okan’ın pek de haksız sayılamayacağını düşünmeye başladı.
Oyun araçlarının keyfini sürenlerin çoğu kendilerinden küçüktü gerçekten. “Biz de epeyce zıpırlaşmışız,” diye hayıflandı azıcık. İşin tadını bir türlü çıkaramadıklarına bakılırsa oyalanmak için başka bir yöntem bulmalarının zamanı gelmişti. Ama nasıl bir yöntemdi bu, o kadarını bilmiyordu henüz. Oturmakta olduğu bankın üzerinde birazcık kenara kayıp Okan’a yer gösterdi: “Gel şöyle. Dinlen biraz.” Bu sevimli çağrı, Okan’daki gerginliği bir anda silip süpürdü. Dilek’in üstünlüğü belki de buydu işte, olayların başını ve sonunu eline geçirse bile sürekli olarak çekiştirip durmuyordu. Tam tersine, herhangi bir tatsızlığı olabildiğince kısa sürede gidermenin yollarını arıyordu. Tıpkı şimdiki gibi.
Bunun üzerine Okan da kendisinden beklenmeyen bir uysallıkla geldi, Dilek’in yanına ilişti. Oturur oturmaz da karşıdaki kalabalığa dikkatle bakmaya başladı. Bir süre ses çıkarmadan ortalığı gözledi, sonunda dayanamayıp sordu: “Nerede o?” Şenay’ı merak etmişti. Dilek deminden beri yan gözle Şenay’ı da izlediği için böyle bir soruya hazırlıklıydı: “Orada işte,” dedi. Parmağıyla sarı kulenin altındaki kaydırağın düzlüğünü gösteriyordu. “Bak, şurada! Sağdaki kulenin altında. Mavi kazaklı bir oğlan var önünde. Gördün mü?” “Ha, tamam! Gördüm.” “Çağırayım mı?” “Çağır bence. O da dinlensin biraz.”
Dilek ok gibi fırladı yerinden. Göz açıp kapayıncaya değin sarı kulenin altına gitti. Kafasını kaldırıp baktı. Aman Allahım, olduğundan da yüksek görünüyordu kule, vay canına, neredeyse üç metre… Sanki Şenay değil de kendisi oradaymış gibi içi bir hoş oldu. Cırlak bir sesle bağırdı: “Şenay!” On kadar çocuk vardı oyun grubunun içinde. Hiçbirinin dünya umurunda değildi. İnanılmaz bir cıvıltının ortasında herkes kendince bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Kimi düz, kimi spiral, kimi de tüp kaydıraktan kaymak için sıra bekliyor, bazıları da arada bir hafifçe tepişiyordu.
Karıncalar gibi görünüyorlardı insanın gözüne. Hangisi hangisiyle dosttur, arkadaştır; kim kiminle ne konuşur, nereden gelip nereye gitmektedirler, bilene aşkolsun. Hem düzen, hem düzensizlik… Sesinin yukarılara ulaşmadığını anlayınca şansını bir daha denedi Dilek: “Şenay!” İki tombiş oğlanın arasından aşağıya baktı Şenay. Dilek’in kendisine seslendiğini bu kez duymuştu ama nedense yanıt vermedi. Bakmakla yetindi yalnızca. Tahmin etmişsinizdir ki bu tür bakmalar “Ne var?” anlamına gelir ve insanın canını birazcık sıkar.
Bunun üzerine sesi azıcık sertleşti Dilek’in: “Gelir misin yanımıza? Şuradayız.” Şenay sevmedi bu soruyu; tam, hayır ben burada iyiyim, diyecekti ki Okan’ın oturduğu yere çevirdi bakışlarını, o gözlerdeki ısrarın ne kadar kuvvetli olduğunu fark etti ve “Peki, geliyorum,” dedi keyifsiz bir suratla. “Ama dur! Şuradan bir kez daha kayayım da…” Onca engeli aşıp oraya kadar tırmanmasını ve sıra beklemesini yabana götürmek istemiyordu belli ki. Haklıydı. Dilek de olsa aynısını yapardı herhalde, bu yüzden tatlı bir gülümseyişle anlaştılar.
Dilek beklemeye başladı. Mavi kazaklı çocuğun kaydırağın başlangıç düzlüğüne oturuşunu, kendine yavaşça hız verişini, aşağıya doğru kıvrılarak inen spiral oluğun içinde kollarını açarak bir görünüp bir yok olmasını ve son noktada hızını alamayıp yere kapaklanmasını izledi.
Derken sıra Şenay’a geldi. Benzer şeyleri o da yapmaya hazırlanıyordu ki küçük bir terslik oldu. Aşağıda, kaydırağın her iki yanında iki çocuk belirdi birden. Beyaz çoraplı bir kız ile lacivert kazaklı bir oğlan. Beş altı yaşlarındaydılar. Sanki sözleşmiş gibi ikisi de aynı anda ellerini kaydırağın kenarlarına koydular ve aralarında bir şeyler konuşmaya başladılar. Ne onları uyaracak zaman vardı ne de konuşmalarının bitmesini bekleyecek sabır. Arkada üç dört çocuk daha sıra bekliyordu. Bu yüzden acele etti Şenay, kendini oluğun eğimine bıraktı. Dilek durumu fark etti ama Şenay’ı durdurmaya yeterli zamanı bulamadı. Birkaç saniye sonra Şenay’ın elleri aşağıdaki çocukların birinin eline ya da kafasına çarpacaktı, önlenemez bir şeydi bu. Şenay işin bu tarafını düşünememiş, kendini kaydırağın çekiciliğine kaptırmıştı. “Çekilin oradan! Geliyor!” diye bağırdı iki çocuğa birden Dilek.
Aynı anda da onlara doğru yöneldi ve çocukları kaydıraktan uzaklaştırmak istedi. Ancak her şey müthiş bir acıyla yarıda kesildi. Birdenbire… Nasıl olduysa sol ayağı yana doğru bükülüverdi. Bileği öyle acıdı ki az kalsın oracığa yığılıp kalacaktı. Kapaklanır gibi oldu ama düşmedi. Şenay’ı da, çocukları da unuttu. İki eliyle birden bileğini kavradı, ovalamaya başladı. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. “Ne oldu Dilek?” Şenay gelmişti bile. Eğilmiş, şaşkın gözlerle durumu kavramaya çalışıyordu. “Ne oldu sana böyle?” Saçları iki yanından sallandığı için Dilek’in yüzü tam olarak görülemiyordu. Fakat epeyce acı çektiğini anlamamak olanaksızdı. Böyle durumlarda üst üste soru sormanın gereksiz olduğunu da bildiği için Dilek’in kendini biraz daha toparlamasını bekledi Şenay.
Nitekim düşündüğü gibi de oldu. Bir süre sonra Dilek ellerini bileğinden çekti, ağır ağır doğrulmaya başladı. Acıyla buruşmuş olan yüzündeki rahatlama insanı sevindirecek kadar anlamlıydı. Kendini toparlar toparlamaz nereye bastığını ve bileğinin nasıl burkulduğunu araştırmaya başladı. Topallayarak sağa sola doğru birkaç adım attı. Ağrı azalmıştı ama tam olarak geçmemişti. Kumla karışık toprak alanda birkaç küçük çukurluk göze çarpıyordu, büyük olasılıkla onlardan birine basmış olabileceğini düşündü. “Şurada oldu herhalde,” dedi acı çektiğini belli eden bir suratla. Şenay da olan biteni anlamıştı artık. Dilek’in başka bir şey demesine gerek yoktu.
“Çok mu ağrıyor?” diye sordu biraz da çekinerek. “Epeyce azaldı ama rahatça basamıyorum üstüne henüz. Geçer şimdi. Şey… ne oldu çocuklara? Çarpmadın değil mi?” Şenay afalladı azıcık: “Hangi çocuklara?” “Aşağıda bekleyen iki çocuk vardı ya hani. Kaydırağın ucunda…” Şenay olayı birdenbire çözdü. Aynı anda da içini tuhaf bir hüzün kapladı. Her şeyin kendi aceleciliği yüzünden olduğunu anlamıştı. Dilek’in seslenişini duymuştu, fakat o tarafa atıldığını görmediği için ilk anda gerçeği kavrayamamıştı. Şimdi ise her şey ortadaydı işte. Çocuklara bir şey olmamasını kendisinin dikkat etmesine bağlamıştı o âna kadar, oysa işin aslı başkaydı. Belki de çocuklar Dilek’in uyarısıyla kendilerini azıcık geriye çekmişler ve böylece olası bir çarpışma önlenmişti.
Kim bilir! Dilek’in bileğini inceliyordu bu sırada. Belli belirsiz bir şişlik mi oluşuyordu yoksa? Hafif bir kızarıklık? ‘Aman Allahım,’ dedi içinden, ‘umarım ben yanılıyorumdur. Bir şey olmamıştır ayağına.’ Dilek aksayarak yürüyordu yanı başında. Gidecekleri yer uzak değildi neyse ki. Okan bu sırada başka yerlere baktığı için hiçbir şeyin farkında değildi. Dilek’le Şenay’ın yaklaştığını görünce oturmakta olduğu bankta önce biraz sağa kaydı, sonra birdenbire ayağa kalktı. Koşarak geldi. “Ne oldu Dilek?” diye sordu heyecanla. “Bir şey yok, ayağımı burktum yalnızca.”
“Benim yüzümden oldu,” dedi Şenay. Dilek sertçe çevirdi başını. Şenay’ın aklından geçenleri ilk kez bu söz üzerine öğrenmişti çünkü. “Deli misin sen? Ne ilgisi var seninle? O çocuklar için koştum ben.” “Öyle ama, onlara doğru kayan bendim. Bekleyebilirdim uzaklaşmalarını. Beklemedim.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yerli)
- Kitap AdıParktaki Gergedanlar
- Sayfa Sayısı160
- YazarMehmet Atilla
- ISBN9786059153355
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Le ~ M. Sadık Aslankara
Le
M. Sadık Aslankara
“Bethoven gittikçe yükselen gümgümlerle kapıyı vuruyor. Sonra bir salkım kınalı üzümün, üzerinde buğusu incecik kabuğuyla, taneleri arasından dolanıvermiş asma yaprağıyla öylece kayıvermesi etli, sulu,...
- Gecenin İkinci Rüyası ~ Leyla İpekçi
Gecenin İkinci Rüyası
Leyla İpekçi
Leyla İpekçi, zamanın, yolcunun, yolların, ötekinin, değişimin, değişmeyeni, vicdanın hayata ve ruha izini düşüren yüzlerine bakıyor. Erbilden, İsfahandan, Erivandan, Paris’ten, Konyadan, İskenderiyeden ve birçok...
- Kutsal Resim ~ Osman Aysu
Kutsal Resim
Osman Aysu
Bir Resim! Çok eski, ilkel ve paha biçilmez. Akıl almaz olayların başlatıcısı olan bu resmin gizemi nedir? Kimdir bu resmin ressamı? Belki de ressamdan...