Kıyıya geç yanaşan gemi yüzünden trenini kaçıran bir yabancı, hiç bilmediği küçük bir Fransız liman kentinin ay ışığıyla aydınlanan sokaklarını keşfetmeye girişir. Kaptanların, mürettebatın bir gecelik de olsa yolunun düştüğü bu kent tüm günahlara gebedir. Burada tüm ihtiyaçların bir çözümü vardır. Sokaklarda gezinen genç adamın kulağına o sırada Almanca bir şarkı çalınır ve kendi memleketinden birine rastlamanın verdiği sevinçle sesin kaynağını bulmaya koyulur. Kişilik çözümlemeleriyle derinleştirdiği yapıtlarında çoğunlukla saplantılı yaşamların umarsız sonlarını anlatan Zweig’ın bu kitaptaki öyküleri, kendi yaşamından izler taşıyor.
İçindekiler
Bezginlik ………………………………………………………………… 11
Ay Işığı Sokağı …………………………………………………………. 17
Leporella ………………………………………………………………… 37
BEZGİNLİK
Kilisenin kulesindeki saatin yanından geçerken epeyce gecikmiş olduğunu fark etti. Ders kitaplarını koltuğunun altına sıkıştırarak, tembelce yürümekten vazgeçip hızlandı. Ama çok geçmeden yine fikrini değiştirdi. Yaz gününün öğle sıcağı onu tembelleştirmişti, aslında Yunanca dersine zamanında gitmenin pek önemli olmadığını düşünüyordu. Böylece ağır adımlarla, buram buram ısı yükselen kaldırımın üzerinde okula doğru yürümeye devam etti. Okula varınca tam on dakika gecikmiş olduğunu gördü, bir an, acaba geri dönsem daha mı iyi olur diye geçti aklından. Ama bugün yemek masasında ailesinden dinlediği sıkıcı söylevin devamıyla karşılaşmak düşüncesi öyle iticiydi ki kararlı adımlarla sınıfa doğru yürüdü, sert bir el hareketiyle kapıyı açtı. Birden kapıda görününce sınıfta bir dalgalanma oldu. Arka sıralardan alaycı kıkırdamalar duyuldu, ön taraftaki sıralardan kendisine bakanların yüzlerinde de kibirli gülümsemeler belirdi. Kürsüdeki öğretmen kendini beğenmiş bir gülümsemeyle ona baktı ve yarı duyulur bir sesle, karşısındakini hor görürcesine, “Bir kez olsun zamanında gelmeniz, bir mucize olurdu, Liebmann,” dedi. “Geç kalmakta gösterdiğiniz çabayı ve kararlılığı başka bir şeyde göstermiyorsunuz.”
Artık bütün sınıf kıkır kıkır gülmeye başlamıştı, hatta bangır bangır kahkaha atanlar da vardı. Herkesin gözleri Liebmann’ın üstündeydi. Liebmann ne yanıt verdi ne de yüzünün ifadesi değişti. Ama gülenlerin arasından geçip yerine giderken sakinliğini koruması pek kolay olmadı. Bu acı veren sahneyi ne zaman yaşasa içinin derin bir yerinde bir acı başlar, öfkesini zapt etmeye çalışırdı. Düşünmeksizin kitabını açtı, hangi sayfayı açtığına bile bakmamıştı ve gözlerini harflere dikti, sonunda harfler kara, titrek bir burgaç gibi gözlerinin önünde dans etmeye başladılar. Sınıftaki bütün sesler ve sözler, anlamsız ve kulaklarına çirkin gelen bir gürültüye dönüştüler. Her şeye karşı duyduğu umursamazlık kurşun gibi çökmüştü üzerine. Sırasının ön tarafında birkaç güneş halkası oynaşıyordu.
Rengârenk çizgiler, zıplayan, sevinçle haykıran çocuklar gibi dönüyorlar, parlak renkleri yumuşacık, bembeyaz eller gibi sıranın üstünden sessizce süzülüyordu. Liebmann merak eder gibi baktı onlara ama görmüyordu bile. Hayal dünyasına dalmıştı. Bir akşam önce, yine bir rastlantı yaşamının aynasını yüzüne tutmuştu. Dün, ders kitaplarını almış eve giderken, kimi üniversite öğrencisi kimi de subay olan akranlarıyla karşılaşmış, bir zamanlar kendisinden hoşlanan o kişiler, hâlâ o tüysüz öğrencilerin yanında oturup, öğretmenin yavan bir sesle anlattığı safsataları dinlemek zorunda olduğu için Liebmann’ı az görülür bir aşağılamayla, kendilerini ağırdan alarak selamlamışlardı.
Boğazında öfkenin ve çaresizliğin kızgın gülüşünü hissetti. Kendini yere atıp küçük bir çocuk gibi ağlamaması neredeyse kendisini de şaşırtmıştı. Ya da ayağa fırlayıp bu insanların önünde yere tükürmemesi. Acısını parçalara ayırmaya başladığı için gitgide sakinleşti. En derin acının verebileceği acımasız bir soğukkanlılıkla küçük parçalara ayırdı onu. Bu alın yazısı yalnızca kendisine mi özgüydü? Daha binlerce insanın aynı yazgıyı paylaştığını, kendi başından geçenlerin her gün rastlanan bir trajedi olduğunu biliyor; ama yine de şimdiye kadar hiç kimsenin bunu böyle sert bir biçimde yaşamadığını düşünüyordu. Bir bezgin? Dünyada kaç tane böyle insan vardı ki!
Ama bu işin nasıl başladığını düşündükçe acı çekiyordu, yani kaldığı ilk sınavı. Şu anda on adım ötesinde oturan ve kendisine metelik vermeyen bu öğretmen, hayatı boyunca bir dakika, bir saniye bile, yüzeysel bir karar vermekle nasıl bir şeye yol açtığı üzerinde kafa yormamış olan bu adam, nasıl da düşüncesizce onu sınavda bırakmıştı. İlerleme gösteren bir gelişmenin önünün nasıl kesildiği ve bir insanın yaşamının zorla bir başka yöne çevrildiği üzerinde kafa yormamış olan bu adam. İlk kez sınıfta kalıp sene kaybettiğinde geçirdiği değişimi hâlâ açık seçik anımsıyordu. Aşırı ama yine de bir işe yaramayan çalışkanlığı yavaş yavaş silinip koyu bir umursamazlığa dönüşmüş, edebiyata ve sanata duyduğu ilgi bir anda, kesin bir biçimde yok olmuştu, bu darbenin acımasızlığı bedensel yaşamının en uzak noktalarına kadar kendisini hissettirmişti.
Çalışma şevki yavaş yavaş sönmüş, zihinsel etkinliği gitgide boş düşlerin fantastik dünyasında kaybolmuştu; merkezinde hep kendisinin olduğu bu düşler, gerçek yaşamda gücü yetmeyeceği için asla elde edemeyeceği binlerce görüntü ve başarı sunuyorlardı ona. Ve böylece ağır ağır çökmeye, zamanını boşa geçirmeye başladı. İkinci kez sınıfta kaldığında bundan etkilenmedi bile, ama önüne geçemeyeceği bir düşüşün başlamış olduğunun farkındaydı. Yirmi bir yaşında hâlâ lisede olmak, üstesinden gelemediği tek acıydı, bu acı ona her şeyi unutturuyordu. Bu durumun nedenlerinin köküne indiğinde hep aynı noktaya ulaşıyordu: Şanssızlıkla, gerçekten şanssızlıkla sınavı geçemediği güne. Kara kara düşündükçe karanlık bir fikir doğdu kafasında; boş, dayanaksız bir tahmindi bu, ama onun hastalıklı ve yeğin düşüncelerini kesin kanıya çevirdi, bu iş bir rastlantı olmayabilirdi.
Gizli bir kin, açığa vurulmayan bir neden yüzünden öğretmeni böyle davranmış olabilirdi. Bu inanç içinde kök saldıktan sonra, ruhunda duyduğu kinden başka bir şeye yer olmadı. Daha öğretmenin yüzünü görür görmez, içinde kabaran bu güçlü duyguların pençesinde tir tir titremeye başlıyordu. Sararmış papaz suratıyla nasıl da oturuyordu o kürsüde öğretmen. O yapışkan sesiyle ve nasıl da yalan atarak, yavan yavan önemsiz şeyler anlatıyordu, hem de hayatında hata yapmamış gibi kendinden emin bir ciddiyetle! Ve bu insan ona talimat verecek, yaşamı üzerinde karar sahibi olacaktı ve olmuştu da; bunu düşünmek bütün sinirlerini geriyordu, kendisi de farkında olmadan yumruklarını sıktığını, gözlerinin nefretle dolu olarak adama dikildiğini hissediyordu.
Tam o sırada öğretmen ona doğru döndü ve Liebmann’ın bakışını yakaladı. Bir şeyin farkında değilmiş gibiydi, yalnızca ağzının kenarındaki çizgi derinleşti, sert, keyifsiz bir hat oluştu. Kayıtsız bir sesle konuştu. “Liebmann, gözlerinizi havaya dikeceğinize kitabınıza baksanız ve dikkat etseniz daha iyi olur.” Liebmann irkildi. Kendisine öğretmenlik taslanması, suratına vurulan sıcak bir damga gibiydi. İnadı kabardı. Susmamalıydı! “Sizi dinliyordum sayın öğretmen!” “Çok iyi Liebmann, öyleyse anlattığımı yineleyin bakalım.” Sakince söylenmişti bu sözler, hatta maksatlı değildi belki de. Ama Liebmann bu sözlerde adi bir hainlik gördü, ne söyleyeceğini bilemedi, dudaklarını sertçe ısırdı. Ama belli belirsiz bir uyarı hissetti içinde, bu oyun bir felakete dönüşebilirdi, kader, her günkü gaddar oyununu yinelemek isteyebilir ve en basit ve önemsiz şeylerden önceden tahmin edilemeyecek sonuçlar çıkarabilirdi. Bir şeyler olacağını biliyordu çünkü cesaretinin ve umarsızlığının bilendiğini, binlerce saattir birikmiş olan kinin geniş bir ırmağa dönüştüğünü, yatağından taşmak istediğini hissediyordu. Ama yine de kendini tutabildi, solgun dudakları titreyerek sustu.
Öğretmen birkaç saniye bekledi. Sonra hiç sinirlenmeden, “Demek bir şey bildiğiniz yok, az önce bana yalan söylediniz,” dedi. İşte karar verilmişti. Artık geriye dönüş olamazdı. Liebmann çoktan kaybettiği bir şey uğruna savaştığını biliyordu ama aynı zamanda içinde tutuşan, belli etmediği duyguları dile getirmesi gerektiğini de biliyordu. Şimdi olmazsa yarın. Üstelik sınıftaki öğrencilerin gülüşüp kıkırdaşması da onu kışkırtıyordu. Başına ne gelecek olursa olsun, artık duramazdı. Konuştuğunda sesi berrak ve kararlıydı. “Yalan söylemedim, istersem yineleyebilirim.”
“Öyleyse yinelemek istemiyorsunuz?” “Hayır, istemiyorum çünkü anlattığınız boş bir gevezelikten başka bir şey değildi.” Yıldırım düşmüş gibi oldu. Bu konuşmayı izleyen, beklenti dolu yüzlerdeki gülümsemeler donup kaldı. Sınıftaki gerilim yüklü atmosferden, çok önemli bir trajedinin doğmakta olduğunu herkes hissetmişti. İçlerinde en sakini Liebmann’dı. Sert bir karar almıştı çünkü böyle olmasını istemişti. Şimdi de olan olmuştu. Bu beklenmedik sözler karşısında öğretmen şaşkınlığa düşmüş olsa da çok geçmeden kendini toparladı. Liebmann’ın üzerine yürüdü, soluk soluğa, heyecandan titreyen bir sesle, “Siz bir küstahsınız!..” dedi. “Küstah sizsiniz!”
Bu sözler öğretmenin cümlesini yarıda kesti. Sonra ansızın, saç saça baş başa dövüşür gibi ortalık toz duman oldu. İlk önce kimin el kaldırdığını kimse bilmiyordu; ama her ikisinin içini de öylesine öfke bürümüştü ki, bu öfke ister istemez vahşiliğe dönüştü. Her şey bir saniye içinde olup bitti, sonra Liebmann içindeki kinin verdiği güçle öğretmene yumruğu indirdi, öğretmen geriye doğru sendeledi. Bütün öğrenciler heyecanla ayağa fırlamışlardı, sınıfı müthiş bir gürültü kaplamıştı; ama onların işe el koymasına fırsat bırakmadan Liebmann şapkasını askıdan alıp sınıftan dışarı fırladı, kapıyı arkasından şiddetle çarptı, sokağa koştu, bir amacı, bir planı olmadan koştu… Tam bir saat sokaklarda başıboş dolaştı, sonunda düşünceleri olgunlaşıp karar aşamasına geldi.
Her şeyi düşünmüştü, gözünün önüne binlerce renkli tablo gelmişti, gençliği, geleceği, annesiyle babası ama bu tabloların hepsi, yaptığı işin yönünü öylesine değiştirmişti ki önünde bir yol tabelası oluşmuştu, en sondaki karanlık patikayı işaret eden bir tabela. Farkında olmadan adımlarını hızlandırmıştı Liebmann, koşmaya başladı. Hâlâ bir görünüp bir kaybolan umut kırıntıları, varsayımlar doğuyordu içinde ama o durmuyor, tam tersine koşuyor da koşuyordu. Gürültüyle geçen arabalar, sokaklardaki takırtılar, bir şeyden haberleri olmaksızın yanından geçip giden insanların mırıltıları ve kendi aceleci adımlarının yankıları kulaklarında uğulduyordu.
Zihnindeki bütün düşünceleri uyuşturmak istercesine gitgide hızlanıyordu, beyninde bir tek cümle dolaşıyordu: Daha hızlı, daha hızlı… Her şey bu sözlerin ritmiyle uyum içinde yankılanıyor, akıyor, karmakarışık, uğultulu bir gürültüde birleşiyordu; bu gürültü onu uyuşturuyor, duyarsız kılıyordu. Böylece köprüye vardı. Orada bir dakika durdu; ama yapacağı işten korktuğundan değil, titreyen kollarında kendisini kaldırıp parmaklığın öbür tarafına atacak güç kalmamıştı da ondan. Mahvolmuş yaşamının anısı bir kez daha canlandı kafasında, bütün bedeni sert bir sarsıntıyla titredi. Bir atlayışta rampaya çıktı ve şimşek hızıyla aşağıya, bulanık suların içine atladı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Öykü
- Kitap AdıAy Işığı Sokağı
- Sayfa Sayısı68
- YazarStefan Zweig
- ISBN9789750763465
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yakınlık Korkusu ~ Neslihan Önderoğlu
Yakınlık Korkusu
Neslihan Önderoğlu
Tutkuyla bağlı olduğun bir şey var mı? Nasıl yani? Ne bileyim işte. Hani böyle peşinden gözünü kırpmadan gideceğin bir şey? Uğruna her şeyi göze...
- Bir Dükkânı Beklemek ~ Uğur Nazlıcan
Bir Dükkânı Beklemek
Uğur Nazlıcan
“Bir Dükkânı Beklemek” “… elimde filmler, cebimde kırıntılarla dolaşmasam, ben kendimin masal kuşu olmaktan, kendi yolumu kendime kaybettirmekten kurtulur muyum?” Uğur Nazlıcan ilk kitabı...
- Seyyah Ressamın Yaşamından Bir Kesit ~ César Aira
Seyyah Ressamın Yaşamından Bir Kesit
César Aira
Neredeyse bir hafta boyunca yükseklikten başları dönerek çizim yaptılar. Yolda bin türlü katırcıyla karşılaştılar, Mendozalı ve Şilili katırcılarla ilginç mi ilginç sohbetler ettiler. Papazlara...