Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İçimizdeki Şeytan
İçimizdeki Şeytan

İçimizdeki Şeytan

Sabahattin Ali

İçimizdeki Şeytan’ın Ömer, Macide ve Bedri’sinin bugün de aramızda olduklarını söylemek yanlış olmaz. Balıkesir’de kendi kendisini yetiştirmeyi bilmiş, gerçeği söylemekten caymayan Macide; Macide’ye rastlayana kadar alıştığı düşünmesiz,…

İçimizdeki Şeytan’ın Ömer, Macide ve Bedri’sinin bugün de aramızda olduklarını söylemek yanlış olmaz. Balıkesir’de kendi kendisini yetiştirmeyi bilmiş, gerçeği söylemekten caymayan Macide; Macide’ye rastlayana kadar alıştığı düşünmesiz, iradesiz ve bir avuç sahte aydının elinde savrulan yaşamında “şeytan”la ortaklığını ilan edip duran  Ömer ve bu ikilinin imkânsız aşkının koruyuculuğuna soyunmuş, şefkatli, güvenilir dost Bedri. Kimi zaman dışarıdan kimi zaman içeriden konuşarak bir arada kalmaya çabalıyorlar.

İçimizdeki Şeytan Ömer karakterinde dile gelen düşünüşler, savunmalar, kolaycı, tüketici ilişkiler sürdükçe tazeliğini koruyacak.

Sabahattin Ali (1907-1948) İstanbul Muallim Mektebi’ni 1928’de bitirdi. Yozgat’ta ortaokul öğretmenliği yaptıktan  sonra Maarif Vekâleti’nin açtığı sınavı kazanarak 1928’de Almanya’ya gitti. İki yıl Potsdam ve Berlin’de öğrenim  gördü; Aydın’da ve Konya’da Almanca öğretmenliği yaparken siyasi gerekçelerle tutuklandı. 3 ay Aydın’da ve 1 yıl da Konya ve Sinop cezaevlerinde yattı. Çıktıktan sonra Ankara’da Almanca öğretmenliği, Ankara Devlet  Konservatuvarı’nda çevirmenlik, öğretmenlik ve dramaturgluk yaptı. 1945’te bakanlık emrine alındı. 1946’da  İstanbul’a gitti. Aynı yıl Aziz Nesin’le haftalık mizah gazetesi Markopaşa’yı çıkarmaya başladı. Burada yayımlanan pek çok yazısı soruşturmaya uğradı.

4 aylık mahkûmiyetin ardından 1948’de kamyonla taşımacılığa başladı. Sürekli izlenmekten duyduğu tedirginlikle kamyonuyla Kırklareli’nden Bulgaristan’a kaçmak istedi ve bu sırada öldürüldü. Mezarının nerede olduğu halen bilinmemektedir. Edebiyata Çağlayan, Servetifünun, Resimli Ay, Yedi Meşale, Varlık gibi dergilerde şiir, öykü ve eleştiri yazılarıyla başladı. İlk romanı Kuyucaklı Yusuf ’u (1937), İçimizdeki Şeytan (1940) ve Kürk Mantolu Madonna (1943) izledi. Yapıtlarında kendi haline bırakılmış Anadolu insanını, köy-kent  çelişkisini, ağır ekonomik koşullar altında ölen, öldüren, hapislere düşen insanları ele aldı.

Karaterlerini, toplumsal yapının kendinden kaynaklanan çatışmalara yönelerek anlatmasıyla gerçekçi edebiyat  akımımızın öncülerinden oldu. Pek çok türde ürün veren Sabahattin Ali’nin öyküleri sanatında ayrı bir önem taşır. 60’ı aşkın öyküsü Değirmen (1935), Kağnı (1936), Ses (1937), Yeni Dünya (1943), Sırça Köşk’te (1947) kitaplaşmıştır. Sabahattin Ali’nin yapıtlarına Türk Edebiyatı Klasikleri Dizimizde yer vermeyi sürdüreceğiz.

Öğleden evvel saat on birde Kadıköy’den Köprü’ye1 hareket eden vapurun güvertesinde iki genç yan yana oturmuş konuşuyorlardı. Deniz tarafında bulunan şişmanca, açık kumral saçlı, beyaz yüzlü bir delikanlıydı. Bağa 2 bir gözlüğün altında daima yarı kapalı gibi duran ve eşya üzerinde ağır ağır dolaşan kahverengi miyop gözlerini vakit vakit arkadaşına ve solda, güneşin ziyası altında uzanan denize çeviriyordu. Düz ve biraz uzunca saçları, arkaya atılmış olan şapkasının altından dökülerek sağ kaşını ve göz kapağının bir kısmını örtüyordu.

Çok çabuk konuşuyor ve söz söylerken dudakları hafifçe büzülerek ağzı güzel bir şekil alıyordu. Arkadaşıysa ufak tefek, zayıf, kolları sinirli hareketlerle mütemadiyen oynayan, gözleri her şeye keskin bir bakış fırlatan, soluk yüzlü bir gençti. Her ikisi de yirmi beş yaşından fazla göstermiyorlardı ve boyları ortaya yakındı. Şişmancası, gözlerini denizden çevirmeyerek anlatıyordu: -Kendimi tutmasam kahkahayı koparacaktım. Tarih müderrisi sualleri birbiri arkasına sıraladıkça kız şaşırıyor, dört tarafından yardım ister gibi başını çeviriyordu. Bir kere bile notları açıp okuyamadığını bildiğim için bal gibi çaktı dedim. Bir de gözüm arkasında oturan Ümit’e ilişti, ne göreyim, kaşıyla gözüyle profesöre işaretler yapıyor. İstediği de oldu azizim, hoca birkaç sudan şey sorup cevaplarımı kendisi verdi ve kızı mezun etti. Ümit’e pek mi tutkun?

Her kiza tutkun… Biraz yüzüne bakır olursa… Sonra elini arkadaşının dizine vurarak, hikâyesine devam ediyormuş gibi bir edayla: Hayat beni sikiyor… dedi. Her şey beni sakıyor. Mektep, profesörler, dersler, arkadaşlar… Hele kızlar… Hepsi beni sıkıyor… Hem de kusturacak kadar… Bir müddet durdu. Eliyle gözlüğünü oynattı ve devam etti: -Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. Insan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki… Yoksa hiçbir şey yapmamah. Düşünüyorum: Elimizden ne yapmak gelir?

Hiç!… Milyonlarca senelik dünyada en eski şey yirmi bin yaşında… Bu bile biraz palavralı bir rakam. Geçen gün bizim felsefe hocasıyla konuşuyordum. Lafı gayet ciddi tarafından açtım ve “hikmeti vücudumuzu araştırmaya çalıştım. Dünyaya ne halt etmeye geldiğimiz sualine o da cevap veremedi. Yaratmak zevkinden, hayann bizatihi bir hikmet olduğu hakikatinden dem vurdu, fakat çürük. Ne yaratacaksın? Yaratmak yoktan var etmektir. En akıllımızın kafası bile bizden evvelki lerin depo ettiği bir sürü bilgi ve tecrübenin ambarı olmaktan ileri geçemez.

Yaratmak istediğimiz şey de bu mevcut malları şeklini değiştirerek piyasaya sürmekten ibaret. Bu gülünç iş bir insanı nasıl tatmin eder bilmiyorum. Bize ziyasını beş bin senede gönderen yıldızlar varken, en kabadayısı elli sene sonra kütüphanelerde çürüyecek ve nihayet beş yüz sene sonra adı unutulacak eserler yazarak ebedi olmaya çalışmak, yahur üç bin sene sonra, kolsuz bacaksız, bir müzede neşhir edilsin diye, ömrünü çamur yoğurmak ve mermere kalem savur makla geçirmek bana pek akıllı işi gibi gelmiyor. Sesine mühim bir eda vererek ağır ağır mırıldandı: Bana öyle geliyor ki, hakikaten yapabileceğimiz bir tek iş vardır, o da ölmek. Bak, bunu yapabiliriz ve ancak bu takdirde irademizi tam bir şey yapmakta kullanmış oluruz.

Ben ne diye bu işi yapmıyorum diyeceksin! Demin söyledim ya, müthiş bir gevşeklik içindeyim. Üşeniyorum. Atalet kanunu icabı sürüklenip gidiyorum. Eeech. Ağzını müthiş bir surette açıp esnedi. Ayaklarını uzattı. Karşısında oturarak Ermenice bir gazete okuyan yaşlıca bir adam bu genişleme karşısında hemen toplandı ve genç adama ters bir bakış fırlattı. Arkadaşı bütün bu sözlere, belki onuncu defa dinlediği için pek kulak asmamış, gözlerini etrafta gezdirmeye ve kafasında birtakım fikirleri toparlamak ister gibi ara sıra kaslarını çatarak mırıldanmaya devam etmişti. Yanındakinin nutku bitince manalı bir tebessümle: -Ömer, dedi. Paran var mı? Bu akşam bir rakı içelim. Ömer biraz evvelki derin sözlerine pek yakışmayan piş kin bir tavırla: -Yok ama, birini kafesleriz. Ben bugün daireye uğrasam kolaydı, fakat hiç niyetim yok. Zayıf genç mühim bir tavırla başını sallayarak: Seni yakında sepetlerler. Bu kadar asmak olur mu?

Zaten bütün daireler darülfünuna devam eden memurları yakalarından atmak için bahane arıyorlar. Senin gibi postanede çalışanların vaziyeti büsbütün berbat. Orada vakit her yerden pahalıdır. Yahut böyle olması icap eder. Sonra gülerek ilave etti: -Tevekkeli değil, Beyazıt’tan gönderdiğimiz mektuplar Eminönü’ne kırk sekiz saatte varıyor. Senin gibi gayretli memurlar sağolsun. Ömer gayet sakin cevap verdi: -Benim mektuplarla alakam yok. Ben muhasebedeyim. Akşama kadar defter dolduruyorum.

Akşamları da ara sıra veznedara yardım ediyorum. Para saymak tatlı bir sey Nihatçığım. Nihat birdenbire canlanmış gibi: -Enteresan şey… dedi. Umumiyetle para enteresan bir şeydir zaten. Çok kere cebimden bir lira alır, önüme koyarak onu saatlerce seyrederim. Hiçbir fevkaladeliği yok. Birtakım hünerli çizgiler, tipki mekteplerdeki resmi hattî vazifeleri gibi. Belki biraz daha ince ve karışık… Sonra bir resim. Birkaç satır muhtasar 2 yazı ve bir iki imza… Üzerine biraz fazla eğilince insanın burnuna ağır bir yağ ve kir kokusu da vurur. Fakat ne muazzam şeydir bu kirli kâğıt azizim, bir düşün! Bir müddet gözlerini yumdu. -Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar.

Hayat sana karanlık, manasız gelir. İnsan, biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar. Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmayı bile istemez. Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. Hava sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur. Gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşinde, bir tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı firlayarak dolaşırlar. Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. Insan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerime bir isim takmak merakı vardır, bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz. Mamafih insanlarda bu merak olmasa doktorlar açlıktan ölürlerdi. Bu depresyon kelimesine yapışıp iç sıkıntısının uçsuz bucaksız denizinde bocalarken karşına uzun zamandan beri görmediğin bir ahbap çıkar. Kılık kıyafetinin düzgünce olduğunu görür görmez derhal aklına kendi meteliksizliğin gelir ve gafil dostundan, talihin varsa, bir iki lira borç alırsın…

İşte ondan sonra mucize başlar. Şiddetli bir rüzgâr ruhundan bir sis tabakasın sıyırıp götürmüş gibi içinin birdenbire aydınlandığını, bir hafiflik, bir genişlik duyduğunu görürsün. Eski sıkıntı pır deyip uçmuştur. Gözlerin etrafa memnuniyetle bakar ve sen de gevezelik edecek bir arkadaş aramaya başlarsın. İşte, iki gözüm, ciltlerle kitabın, saatlerce tefekkürün yapamadığı işi iki kirli kâğıt başarır. Sen ruhumuzun bu kadar ucuz bir bedel mukabilinde takla atmasını haysiyetine yediremediğin için belki daha asil sebepler peşinde koşarsın, gökyüzün de birkaç yüz metre daha yükselen bir bulut, yahut ensene doğru esen serince bir rüzgâr, yahut o esnada aklına gelen zekice bir fikir, sana bu değişmenin sebebi gibi görünmek ister. Fakat söz aramızda, iş bunun tamamıyla aksinedir, cebimize giren iki lira sayesindedir ki havanın biraz açıldığını görmek, rüzgârın serinliğini hissetmek, hatta akıllıca şeyler düşünmek mümkün olmuştur… Kalk, iki gözüm, iskeleye geldik. Günün birinde ya çıldıracağız, ya dünyaya hâkim olacağız. Şimdilik bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalimizin şerefine birkaç kadeh içelim.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Edebiyat
  • Kitap Adıİçimizdeki Şeytan
  • Sayfa Sayısı272
  • YazarSabahattin Ali
  • ISBN9786257999274
  • Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2020

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Bütün Şiirleri – Sabahattin Ali ~ Sabahattin AliBütün Şiirleri – Sabahattin Ali

    Bütün Şiirleri – Sabahattin Ali

    Sabahattin Ali

    Başım dağ, saçlarım kardır, Deli rüzgârlarım vardır, Ovalar bana çok dardır, Benim meskenim dağlardır. Şehirler bana bir tuzak; İnsan sohbetleri yasak; Uzak olun benden,...

  2. Sırça Köşk ~ Sabahattin AliSırça Köşk

    Sırça Köşk

    Sabahattin Ali

    Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini...

  3. Çakıcı’nın İlk kurşunu ~ Sabahattin AliÇakıcı’nın İlk kurşunu

    Çakıcı’nın İlk kurşunu

    Sabahattin Ali

    Sabahattin Ali’nin, kızı Filiz ve eşi Aliye Ali tarafından uzun yıllar titizlikle korunan sandığındaki evraklar arasından Nüket Esen, Zeynep Uysal, Engin Kılıç ve Olcay...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur