İslam siyasi düşünce tarihinin önemli isimlerinden biri olan Mâverdî, kaleme aldığı kıymetli eserlerle kendisinden sonra gelen âlimler ve özellikle siyaset düşüncesi literatürü üzerinde oldukça etkili olmuştur. Onun el-Ahkâmu’s-Sultâniyye isimli eseri İslam kamu hukukunun köşe taşı eserlerinden biridir. Orijinal ismi Teshîlü’n-Nazar ve Ta’cilü’z-Zafer olan ve Devlet Yönetiminde Ahlâk ve Siyaset adıyla Muhammet Çelik tarafından günümüz Türkçesine çevrilen eser ise Mâverdî’nin ahlâk ve siyaset ile ilgili kitapları arasında özel bir yere sahiptir.
İki ana bölümden oluşan eserin ilk bölümü devlet başkanında bulunması gereken ahlâkî nitelikleri incelemektedir. Ahlâk ve siyaset arasında çok sıkı bir irtibat kuran kadim geleneğe yaslanan Mâverdî, mesela Machiavelli’den farklı olarak “devlet/iktidar (mülk) için; vefasızlık ve ihanetten daha zararlı bir şey olmadığı gibi, ahde vefadan ve sözünde durmaktan daha faydalı bir şey de yoktur” demektedir. Eserin ikinci bölümünde ise devlet yönetiminde gözetilmesi gereken hususlar ve devlet başkanının vazifeleri ele alınmaktadır. Mâverdî bu eserinde el-Ahkâmu’s-Sultâniyye isimli eserinde yaptığından farklı olarak meselenin hukukî boyutundan ziyade ahlâkî ve siyâsî boyutuna odaklanmış, kadim medeniyetlerin birikiminden yararlanmış, edebî bir üslup benimsemiştir. “Sulta” ve “mülk” gibi siyaset düşüncesinin bazı temel kavramları ekseninde Mâverdî siyasetin yalnız teorisini değil, tarihî örnekliklerden hareketle pratiğini de dikkate almaktadır.
İslâm siyaset düşüncesinin en önemli kalemlerinden Mâverdî’nin bu klasik metniyle Siyasetname dizimize yepyeni bir pencere daha açıyoruz.
BİRİNCİ BÖLÜM
YÖNETİCİNİN AHLÂKINA DAİR
(MELIKIN AHLÂKI)
1. FASIL
[AHLÂK – KARAKTERLER – ÂDETLER]
Ahlâk; ıztırar hâlinde sinen, ihtiyar hâlinde ortaya çıkan gizli garîzeler, yani insanın tabîî varlığında meknuz kişilik özellikleridir. Nefsin bir tabîî bir şekilde kendisinden ortaya çıkan ahlâkı ve bir de irade ile kendisinden ortaya çıkan fiilleri vardır. Bunlar nefsin ayrılmaz iki parçasıdır: Kişilik ahlâkı (alhâku’z-zât) ve iradenin fiilleri. Kişilik ahlâkı, fıtratın neticelerindendir. Ahlâk diye adlandırılmıştır; çünkü adeta hilkate (yaratılış, fıtrat, tabiat) dönüşmektedir. İnsan; ancak nadiren tamamı iyi veya çok az bir kısmı kötü huylara sahip olarak yaratılmıştır. Genellikle olan şey, insanda mezcedilmiş halde bulunan mizaç özelliklerinin (garîzelerin) farklılığı ve ayrık halde bulunan tabiat özelliklerinin birbirine zıt oluşu sebebiyle, ahlâkı oluşturan özelliklerin bir kısmının iyi bir kısmının kötü olması şeklindedir. Bu sebeple insan kendindeki ahlâkî erdemleri (faziletleri) salt tabiatına ve doğuştan getirdiği özelliklere dayanarak olgunlaştıramaz. İnsan tabiatında doğuştan gelen ve bu erdemlerin içine nüfuz eden fenalıklar (reziletler) da vardır. Dolayısıyla ahlâk; fıtratın ve yaratılışın doğasında mevcut övülen erdemler ile yerilen aşağılık hâllerin birlikteliğinden ayrılamaz bir halde var olmaktadır.2 Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
Nedir ki ahlâk; kimi övülmeye, kimi yerilmeye değer
Doğuştan gelen birtakım huylardan başka…
Bilge birisi şöyle demiştir: Her bir faziletin karşısında, onu gözetleyen aşağılık bir huy (denâet) vardır; bu aşağılık huyu ancak onun dışındaki faziletin müessir gücü engelleyebilir. Ahlâk bu temele dayandığına göre artık şunu söyleyebiliriz ki; erdemli (fâzıl) kişi, faziletleri aşağılık huylarına (reziletlerine) galip gelen, bu faziletleri çoğaltıp güçlendirerek reziletleri kontrol altına alan kişidir. Böylece o kişi çirkinlikten, ayıplardan kurtulur ve tahsisin [kendini erdemli kılmanın] faziletiyle mutlu olur. Bu yüzdendir ki Hz. Ali şöyle demiştir: “İlk başlayacağınız cihat, nefsinizle yapacağınız cihattır.” Bu açıktır; çünkü nefsin ıslahı, kendi dışındakileri de ıslah eder. Bu yüzen ıslahta önceliği nefse vermek daha uygun, daha isabetlidir. Ahlâkın kaynağının erdem ve erdemsizliklere (fazilet ve reziletlere) mi, yoksa o ahlâkı oluşturmak üzere bu erdem ve erdemsizliklerin kendisinden sudur ettiği nefse mi râci olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir. Bazılarıysa onun kaynağının, nefsin kendisinden neticelendiği şeye [zata] döndüğü fikrindedir. Ayrıca kişinin (zâtın) faziletleri hakkında; onların bizatihi kendileri için mi yoksa meydana getirecekleri mutluluk için mi talep edildiği hususunda da ihtilaf edilmiştir. Bazı filozoflar (hukemâ) faziletlerle murad edilen şeyin bizzat kendileri olduğu görüşündedirler; çünkü derler, bu faziletler mutluluğu kazandıran şeylerdir. Bazıları ise faziletlerle murad edilen şeyin, onlardan meydana gelecek mutluluk olduğu görüşündedirler; çünkü derler, mutluluk o faziletlerle kastedilen gayedir.
Diğer yandan mutluluğun bu övgüye değer erdemlere mi yoksa o erdemlerden meydana gelecek övgü türünden bir şeye mi yönelmekte olduğu hususunda da farklı düşünmüşlerdir. Bazı filozoflar mutluluğun bizzat övgüye değer erdemlere yöneldiğini söylerler; çünkü mutluluk kişinin fiillerinin neticesidir derler. Bazıları ise mutluluğun söz konusu erdemlerden meydana gelecek olan övgülere, övgü türünden şeylere yönelmekte olduğunu söylerler; çünkü mutluluk erdemlerin meyvesidir derler. Yönetici veya sultana düşen vazife, kendi ahlâkına özen göstermesi ve karakter özelliklerini, huylarını ıslah etmesidir. Çünkü bu özellikler onun hakimiyetinin aracı, yönetiminin temelidir. Tüm bu huylarını tabiatına bırakarak veya yaratılıştan gelen özelliklere terk ederek ıslah etmesi mümkün değildir. Aksine onları riyazetle, terbiyeyle eğitmeli, tedrîcî bir şekilde ıslah ederek kontrol altına almalıdır ki bu sayede huyları düzelmiş, istikamet kazanmış olsun. Şöyle ki; karakter özelliklerinin bir kısmı doğuştan gelen (matbû‘) ahlâkî özellikler iken bir kısmı sonradan inşa edilmiş (masnû‘) ahlâkî özelliklerdir. Çünkü ahlâk; doğuştan gelen tabii ve içgüdüsel özellikler (tab‘ ve garîze) iken, ahlâklılaşma (tahalluk); adım adım bir tabiat özelliği kazanma, bir karaktere bürünme ve tedrîcî bir şekilde bu karakter özelliklerini kendine yükleme (tetabbu‘ ve tekellüf) demektir. Şairin dediği gibi:
Ey doğasında olmayan şeylere bürünen,
Lafazanlığı, yağcılığı adet edinen…
Yaptığın her ne varsa, ölçülü yapman gerek,
Ahlâklılaşsan da, huyun ardından gelecek.
Bilge birisi şöyle demiştir: Zararlı hiçbir şey yoktur ki tedavi edildiğinde faydalı hale gelmesin ve yine faydalı hiçbir şey yoktur ki ihmal edildiğinde zararlı hale gelmesin. Böylece görülüyor ki ahlâk; bir kısmı yaratılıştan gelen garîzî ahlâk, diğer bir kısmı tedrîcî bir şekilde edinilen karakter özellikleri olmak üzere iki türe ayrılmaktadır. Garîzî erdemler halktan ziyade hükümdarlara (meliklere) özgüdür; çünkü menşeinin saygıdeğer ve himmetinin âlî olması gibi birçok hususiyetin kendilerine has kılınması hasebiyle, bu doğuştan gelen erdemler kendilerinde daha fazla bulunmakta ve daha ziyade görünür olmaktadır. Kazanılarak elde edilen erdemler ise hükümdarlardan (meliklerden) ziyade halka özgüdür; çünkü halk ya faydasına rağbetle veya zararlarından kaçınma hevesiyle, ayrıca vakitlerinin müsaitliği ve bu erdemleri elde etme hususundaki gayretkârlıkları sebebiyle, onları istemeye daha yatkın ve onların ardından koşmaya daha gönüllüdürler.
Oysa bu iki özellik, üstün bir tabiata ve gayretli bir yapıya sahip olup da söz konusu erdemleri edinmeye meyilli olanları hariç, devlet başkanlarında bulunmaz. Zira bu üstün tabiata sahip olan bir yönetici, kazanılmış bir erdemden mahrum olmaya ve doğru kabul edilmiş bir fiilden uzak kalmaya razı olamaz, yönetim ve otoritenin izzetini nasıl kendine has kılmışsa bu kazanılabilir erdemleri de yine kendine has kılmak ister. Ve böylece idaresinin kontrolünde daha tecrübeli, halkının yönetiminde daha muktedir hale gelir. Diğer yandan, övgüye müstahak olanlar kazanılarak elde edilen erdemlerdir, çünkü bunlar kişinin kendi fiiliyle elde ettikleridir. Yaratılıştan gelen erdemler ise -övülesi olsalar bile- övgüye müstahak değillerdir, çünkü bunlar kişinin kendi fiiliyle meydana gelmezler.
Ahlâkın bu iki türünden hangisinin bizzat daha üstün olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı filozoflar doğuştan gelen (garîzî) ahlâkî özelliklerin, kazanılarak elde edilen (mükteseb) karakter özelliklerinden üstün olduğunu söylemişlerdir. Çünkü doğuştan gelenler güçlü, kazanılarak elde edilenler zayıftır derler. Diğer bazı filozoflarsa kazanılarak elde edilen ahlâkî özelliklerin, doğuştan gelenlerden daha üstün olduğunu ileri sürerler. Çünkü sonradan edinilen özellikler, garîzî olanlara farklı bir istikamet vermek suretiyle onları kontrol altına alabilir. Bir de bunlardan her birinin diğerine muhtaç olduğunu söyleyenler vardır. Tıpkı ruhun bedenden ayrılmadığı gibi, ahlâk da bu iki unsurundan ayrılmaz. Ruhun eylemleri nasıl beden olmaksızın ortaya çıkmıyor ve beden nasıl ruhun hareketi olmadan canlılık vasfına sahip olamıyorsa, aynı şekilde garîzî huylar ile sonradan kazanılmış olanlar da insan fiilleri açısından birbirinin mukabili ve değer açısından müşterektirler. Dolayısıyla tabiat ve mizaç bakımından bunlar eşit düzeydedirler. Buhturî’nin (ö.284/897) dediği gibi:
Falan gencin asaleti var diyemem
Eyleminde asalet görülmedikçe
Bazı dilciler adlandırmadan yola çıkarak ikisi arasındaki farka değinmiş ve طبع tab‘ (tabiat) kelimesinin ختم hatm (mühürlemek) anlamına, تطبع tetabbu‘ (bir tabiat özelliği kazanma) kelimesininse خلق huluk (ahlâk) anlamına geldiğini ifade etmişlerdir.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tarih
- Kitap AdıDevlet Yönetiminde Ahlak Ve Siyaset
- Sayfa Sayısı160
- YazarEbu Hasan Ali Ibn Muhammed Ibn Habib Maverdi
- ISBN9786050848250
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş Akademi / 2023