Bu kitabı sekiz kez okumak isteyebilirsiniz.
Hayatın getirdiklerine mizahla karşılık veren ödüllü yazar Hanzade Servi’nin kaleme aldığı Kumsal’ın Çizgili Dünyası, takıntılarından kurtulmaya çalışan on üç yaşındaki bir çocuğun bazen gülünç, kimi zaman hüzünlü ama en çok da cesur mücadelesini sayfalarına taşıyor.
Takıntılı düşünce ve dürtüleri zihinden uzaklaştırmak için başvurulan yineleyici eylemlerin ve davranışların günlük yaşamı ne denli sınırlandırabileceğini gösteren roman, Obsesif-Kompulsif Bozukluk (OKB) hakkında farkındalık yaratıyor; kendimizin ve etrafımızdakilerin takıntıları üzerine düşünme fırsatı sunuyor.
Sevgi, dayanışma ve yardımlaşma yoluyla hayatın farklı anlamlar kazanabileceğini, inançla ve azimle her sorunun üstesinden gelinebileceğini hatırlatan yazar; kitabını takıntılı bir çocuğun ağzından anlatarak okurun empati duygusunu harekete geçiriyor.
Kumsal’ın dünyasında zaman hızlı akmıyor. Yerdeki çizgilere basmaması, tabelalardaki harfleri sayması, ellerini her defasında sekiz kez yıkaması, taş koleksiyonunu tertemiz yapması, tüm eşyalarını düzenli bir şekilde sıralaması gerekiyor. Aksi hâlde, onu bekleyen bir sürü ‘lanetbozar rutiniyle’ yüzleşmek zorunda kalabilir! Takıntıları yüzünden hayatı her geçen gün daha da zorlaşan Kumsal’a birileri yardım eli uzatmalı. Acaba içine çekildiği girdaptan kim onu kurtarabilir? Umursamaz tavırlarıyla küçük bir filozofu andıran biricik arkadaşı Esila mı, eski psikolog yeni tarımcı Beybora mı, aşırı dağınık eviyle Yeşilçam’ın “sönük” yıldızlarından Müzeyyen Pirüpak mı, yoksa yıllar önce yazılmış umut dolu bir kitap mı? Polyannacılık oynamaktan sıkılan Kumsal’ın eksikliğini duyduğu şey, belki de azıcık cesarettir…
Hanzade Servi bu gerçekçi romanıyla, yaşamın, takıntılarla vakit kaybedemeyecek kadar kısa ve değerli olduğuna; olumsuz düşünceleri zihnimizden savuşturmak içinse dostlara ve keyifli uğraşlara sığınmamız gerektiğine dikkat çekiyor.
Her biri farklı zorluklara göğüs germeye çalışan bireyleri umut dolu bir serüvende buluşturan Kumsal’ın Çizgili Dünyası, farklılıkların kesiştirdiği yaşamlara ayna tutuyor, özsaygı kavramına rengârenk bir bakış sunuyor.
Sahi, çizgilere bassak ne olur ki?..
Giriş
Kumsal
Takıntılı bir çocuk olmak, sizi ve ailenizi epey masrafa sokabilir. Mesela Kumsal bugün, pilot gözlüğü takmış bir oyuncak tavuk almak istedi. On üç yaşındaydı ve bunu niçin istediği konusunda hiçbir fikri yoktu. Oyuncak on liraydı. Cebindeki harçlık, onu almaya yetiyordu. Fakat elini uzattığı an, rafta aynı tavuktan on beş tane daha olduğunu gördü. Birinin sağ gözü, sol gözünden büyüktü. Birinin kuyruğundaki tüyler eksikti, biri ayakta duramıyordu, birinin ibiği yamuk, birinin kanadı lekeliydi. Kumsal on dakika boyunca tüm tavukları dikkatle inceledikten sonra, en kusursuz görüneni bulup kasaya yürüdü. Ama sevinci, sadece beş saniye sürdü. Ya elindeki tavuk, kanadı lekeli olanın arkadaşıysa? Ya şu an ikisi birden, sessizce ağlıyorsa? Önce kusursuz tavuğu bırakıp gitmeyi düşündü. Sonra bu kararının da onu üzebileceğinden korktu. Tam sahiplenilmişken yine rafa dönmek, tüm umutlarını yıkabilirdi. Oyuncakların umutları olur muydu? Ve Kumsal, dedesini aradı.
“Yüz altmış lira mı?” dedi, yarım saat içinde oyuncakçıya gelen dedesi. “Yüz altmış liralık, nasıl bir oyuncak beğendin bakalım torunum?” Kumsal yaşlı adamı, tavuk rafının önüne getirdi. “Ama bunlar on lira?” dedi dedesi. “Bir tanesi on lira. On altı tanesi, yüz altmış lira.” “Niye on altısını birden alıyoruz?” “Çünkü birbirlerinden ayrılırlarsa üzülecek gibi görünüyorlar. Onları üzmek istemiyorum.” Böylece Kumsal’ın odasının sol köşesi, pilotluk sınavına hazırlanan oyuncak tavukların kümesi gibi görünmeye başladı. Dedesi, kanadı lekeli olanı bezle silerken, “Sanırım yardıma ihtiyacımız var,” diye mırıldandı.
1. Bölüm
Hospesif Sompultif
Merhaba. Ben Kumsal. On üç yaşındayım. İstanbul’daki doktorum bana birkaç ay önce, obsesif kompulsif bozukluk teşhisi koydu. Buna kısaca OKB diyorlar. Dedemin komşusu Muhteşem teyze bunu ilk duyduğunda, elini dizine vura vura “Vah yavrum!” diye ağladı. Sonra durdu, dedeme baktı ve “Hospesif sompultif ne demek Bahtiyar Bey?” diye sordu. Dedem de açıkladı: “Endişeli düşüncelerin, takıntılı davranışlara yol açması… Mikrop kapmaktan korkup ellerinizi onlarca kez yıkamak, her şeyin simetrik olmasını istemek, kapıyı kilitlediniz mi diye sürekli kontrol etmek, tabelalardaki harfleri saymak, yerdeki çizgilere basmamak gibi şeyler. O takıntılı davranışları yapmadığınızda, kötü şeyler olacağına inanır ve kendinize engel olamazsınız.” “Bu biraz yaşlı hastalığı değil mi?” dedi Muhteşem teyze, mavi gözlerini kırpıştırarak.
“Kumsal daha on üç yaşında bir oğlan. Koşsun, oynasın, hayatın tadını çıkarsın. Biz kontrol ederiz kapıları pencereleri.” Sonra bana bakıp devam etti: “Bas çizgilere yavrum, basmayıp da ne yapacaksın? Tabelalardaki harfleri de sayma, oldu mu benim güzel evladım?” Size nasıl bir hayatım olduğunu anlatmaya başlamadan önce, Muhteşem teyzeyi biraz daha yakından tanımanızı istiyorum. Onun öğütlerine kulak verebilseydik, hayat kesinlikle çok daha kolaylaşırdı. Mesela dedemin uykusuzluk çektiği günlerde, “Uyuyun Bahtiyar Bey,” demişti. “Uyumadan olmaz ki. İyicene uyuyun.” Postacımız bacaklarının ağrıdığını söylediğinde ona verdiği öğüt de unutulmazdı: “Aaa, bacak ağrısı fenadır evladım. Hiç izin verme bacaklarının ağrımasına. Uğraşılmaz vallahi. Ağrıtma bacaklarını, e mi?” Ya da karşı komşumuzun kızı, yeni elbisesine vişne suyu döküldüğü için üzüldüğünde Muhteşem teyzenin söyledikleri: “Aaa, vişne suyu dökülür mü hiç elbiseye evladım? Dökme sakın. Vişne suyu, içince güzel.” Evet, her problemin çözümü, Muhteşem teyzede mutlaka vardır. Bu çözümlerin işinize yarayıp yaramayacağı, tamamen size kalmış. Muhteşem teyze, kardeşi Harika teyzeyle birlikte yaşıyor. Harika teyze azıcık huysuz biri. Ama ablası elbette ki onun her derdine derman oluyor. “Abla, canım sıkılıyor.” “Aaa, sıkılmasın hiç canın. Niye sıkılıyor ki? Sıkma canını kardeşcağızım.” “Abla ben sütlaç sevmiyorum.” “Aaa, sütlaç sevilmez mi hiç? Duymamış olayım. Koyuyorum koca bir tabak.
“Abla çorabım kaybolmuş.” “Aaa, çorap kaybolur mu hiç? Kaybolmamıştır o. Niye kaybolsun ki?” Muhteşem teyze ile Harika teyze, sahip olabileceğiniz en harika komşular bence. Ve şimdi, kendi hikâyeme geçebilirim. Ben Kumsal Mavidalga. Evet, büyüdüğümde pansiyon açabilecek bir ismim olduğunu biliyorum. Belki açarım. Annemle babam, birkaç ay önce bir seneliğine yurt dışına gitti. Bu, çalıştıkları şirketin onlara sağladığı bir fırsattı. İkisi de bu bir senenin, benim için başka bir ülkede harika bir çocukluk macerası olacağını düşünüyordu. Tam o ara, çok komik ve çok acıklı bir şey yaşadık. Yağmurlu bir günde, babamla marketten dönmüştük. Ben iki torbayı alıp, annemin az önce açtığı kapımızın önüne geldim. Babam da arabaya birkaç kez gidip gelerek daha çok ıslanmamak için, aldığımız her şeyi yüklenmişti. Ayağımı evin içine attım. Sonra durdum ve geri çektim. Ayağımı tekrar evin içine attım, tekrar geri çektim. Babam, tam arkamdaydı. “Hadi Kumsal, gir çabuk,” dedi. Çünkü torbaların dışında ıvır zıvırlarla dolu iki de kutu taşıyor ve hepsini iğreti bir şekilde tutuyordu. Her an elinden kayabilirlerdi. Kendimi, artık içeri girmem gerektiği konusunda ikna etmeye çalıştım. Ama olmadı. Çünkü ayağımı toplamda sekiz kez içeri basıp sonra geri çekmem gerekiyordu. Babam daha fazla beklemesin diye, rutinimi hızlandırmaya çalıştım. Tam o anda da, yerdeki çizgiye basmamak için yaptığım hamle yüzünden çamurlu ayakkabım kaydı ve babama çarptım.
O saniyeden itibaren, sanki her şey filmlerdeki gibi ağır çekime dönüştü. Dengesi bozulan babam kutularla torbaları düşürmemek için türlü çeşitli cambazlık hareketleri yaparak hopladı zıpladı. Fakat bu, boşuna bir çabaydı. Elindekiler bir yana, kendi bir yana düşüverdi. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Bir yanım özür dilemek, bir yanım utancımdan kaçıp gitmek istiyordu. Yardım etmem gerektiğini düşünerek, torbalardan saçılan şeyleri toplamaya koyuldum. Birkaç erzakı torbaya yerleştirdikten sonra, elimdeki dolmalık biberi yere hızlı hızlı sekiz kez değdirdim. Ardından, bu sekiz kez yere değdirme rutinini yerden topladığım her şey için uygulamaya başladım.
Tüm malzemeleri torbalara ve kutulara geri doldurup başımı kaldırdığımda, annemle babamın büyük bir endişeyle beni izlediğini fark ettim. Ertesi gün, bir çocuk psikiyatrına gittik. Psikiyatr, ciddi bakışlı ama çok içten gülümseyişi olan genç bir kadındı. Saçlarını, sizin bile başınızı ağrıtacak kadar sıkı bir şekilde atkuyruğu yapmıştı. Tüm takıntılarımı yazdırdığı listeye şöyle bir göz attığımda, hayatımın aslında ne kadar zor olduğunu gördüm. “Bu, sürekli tekrarlanan düşünce ve davranışların içine bir anlamda hapsolduğun bir döngüdür,” diye açıkladı Dr. Sıkıatkuyruğu. “Öyle ki, sürekli tekrar etmen gerektiğini düşündüğün şeyler, günlük hayatını bile etkileyebilir. Takıntılarının mantıklı olmadığını için için bilirsin ama kendine engel olamazsın.” Sonra, bu rahatsızlığa nelerin yol açabileceğini konuştuk. Başımdan kötü bir olay geçmiş değildi. Galiba bu, benim karakterimdi. Ama seansın annemle babamın da katıldığı bölümünde, anneannemin de bazı takıntılarının olduğunu öğrendim. Anneannemi hiç tanımamıştım. İnsanın, sebzeleri koyudan açığa doğru renk sırasına göre dizen bir anneannesinin olduğunu öğrenmesi garipti. Bu bilgi, beni rahatlatmamıştı. Öğrenmek istediğim tek şey, iyileşip iyileşmeyeceğimdi. “Elbette iyileşeceksin,” dedi Dr. Sıkıatkuyruğu, gülümseyerek.
“Tabii sabırla… Altı ay boyunca, her hafta iki kez görüşmemiz gerekiyor.” Ve annemle babam, tatile gidecekleri sabah karın ağrısıyla uyanmış gibi, endişeyle birbirine baktı. Çünkü iki hafta sonra, yurtdışındaki bir senelik hayatımız başlayacaktı. Bunu öğrenen Dr. Sıkıatkuyruğu, “Böyle kritik bir dönemde, Kumsal’ın bu kadar büyük bir değişiklik yaşamasının ona iyi geleceğini sanmıyorum,” dedi. “Tabii gittiğiniz yerde de bir uzman bulabilirsiniz. Ama insan duygularını ana dilinde hiç şüphesiz ki daha iyi paylaşır.” Annemle babam, bu durumun içinden çıkabilmek için uzun uzun düşündü. Yurtdışı işinden vazgeçmeleri zordu, çünkü her şey çoktan ayarlanmıştı. Onlarla gittiğimde, hayatımdaki büyük değişikliğin, OKB rahatsızlığımı daha da arttıracağından korkmaya başlamışlardı. Babam, “Sadece ben gideyim?” dedi anneme. “Ya da sadece sen git?” “Siz kalın, ben gideyim?” dedim. Esprim kesinlikle komikti ama annemle babam o kadar önemli bir kararın eşiğindelerdi ki, beni duymadılar bile. Ertesi gün dedemi arayıp, bir yıllığına İstanbul’da benimle kalıp kalamayacağını sordular.
“Elbette kalırım,” dedi dedem. “Canımın içi torunum için bir ejderhanın midesinde bile kalırım.” Ama İstanbul’a geldiğinin dördüncü günü, “Çok kalabalık,” dedi. “Bugün otobüste bir genç, beş yüz yaşında bir vampir bile olsam bana yer veremeyeceğini, çünkü çok yorgun olduğunu söyledi.” “Beş yüz yaşında bir vampir olsan zaten sana yer vermesi gerekmezdi ki,” dedim. “Vampirler yorulmaz. Ayrıca otobüse de binmezler.” Tabii ki konumuz bu değildi. Dedem, İstanbul’da yaşayamayacağını anlamıştı. Ama bir çözümü vardı: “Kumsal’ı da alıp Şırılırmak’a, evime gideyim. Orada bir sene, siz dönene kadar, dede torun güzel güzel yaşarız, değil mi torunum?”
Bu da hiç şüphesiz ki çok büyük bir değişiklikti. Ama nedense beni, yurtdışına gitmek kadar korkutmamıştı. Evet; annemden, babamdan, okulumdan, arkadaşlarımdan ayrılmak zorunda kalacaktım. Öte yandan, dedemi çok seviyordum. Onunla Şırılırmak’ta güzel güzel yaşayabilirdim. Bu arada çocukken, Şırılırmak ilçesinin isminin şırıl şırıl akan ırmaktan geldiğini anlamamış, son hecesini mastar eki sanmış ve “Ben şırılırıyorum, sen şırılırıyorsun,” diyerek, bunun ne demek olduğunu çözmeye çalışmıştım. “Ama Kumsal’ın terapilerine devam etmesi gerek baba,” dedi annem. “İstanbul’dan ayrılamaz ki.” “Şırılırmak’ın sakin ve huzurlu havası, görün bakın torunuma nasıl iyi gelecek. Terapilere bile gerek kalmayacak. Biliyorsunuz, emekli olana kadar biz de Piraye ile İstanbul’da yaşıyorduk. Şırılırmak’a taşındıktan sonra o da rahatlamış, daha iyi olmuştu. Hem takıntılar konusunda tecrübeliyim.
Torunumu iyi ederim ben.” Piraye, anneannemdi. Fotoğraflarında öyle içten gülümsüyordu ki onun, objektife poz verdikten sonra, kurutacağı biberleri ipe boy sırasına göre dizmeye gittiğini düşünmekte zorlanıyordunuz. Sonunda annemle babam, benim de onayımı alarak bu teklifi kabul etti ve onları havaalanına uğurladığımız gün, biz de dedemle Şırılırmak otobüsüne atladık. Buraya en son geçen bayramda geldiğim için, kaldırımdaki çizgilerin yerlerini çoktan unutmuştum. Sürekli kullandığım yollarda, çizgilerin yerlerini ezberlemeye çalışırım. Böylece onlara yanlışlıkla basma riskim olmaz. Şu, çizgilere basmama konusu, garibinize gitmiş olabilir. Biraz açıklamama izin verin. Evet, yürürken gözüm, çizgilere basmamak için sürekli yerdedir. Yani tanışıyorsak ve bir gün yanınızdan hiç selam vermeden, öylece geçip gidersem kızmayın. Muhtemelen sizi görmemişimdir. Tüm çizgilerin üzerinden atlar, aşırı çizgili ortamlara girmem. Bir keresinde, okulun kütüphanesinde çok sevdiğim bir yazarın etkinliği vardı ve sırf kütüphanenin zemini ince çizgili karolarla döşeli olduğu için, başımın ağrıdığını söyleyerek etkinliğe katılmadım. Bu beni gerçekten çok üzdü. OKB, kesinlikle hayatınızı etkileyen bir şey. ‘Çizgilere bassan ne olur ki?’ dediğinizi duyar gibiyim. Normalde… hiçbir şey olmaz. Yani… sanırım… umarım… bilmiyorum.
Çizgilere basarsam, benim ya da sevdiklerimden birinin başına korkunç şeyler geleceğinden korkuyorum. Mesela sınavdan zayıf alabilirim, yolda yürürken annemin kafasına bir mamut fosili düşebilir ya da en sevdiğim dizi, mantıksız bir finalle sona erebilir. Aslında bunlar, endişelenebileceğim en basit şeyler. Daha hikâyenin başından aşırı garip biri olduğumu düşünmeyin diye, ciddi korkularımı şimdilik kendime saklıyorum. Bazı şeyleri yapmazsam başımıza korkunç şeyler geleceğine o kadar inanıyorum ki, örneğin yanlışlıkla herhangi bir çizgiye basma durumunda, bu lanetten kurtulmak için lanetbozar rutinlerim var. Bunların arasında en sevdiğim, sağ elimin işaret parmağıyla üzerime ya da bir yere sekiz kez dokunmak. O zaman, çizgiye basmamın laneti ortadan kalkıyor. Bu rutini sevmemin sebebi, kimseye fark ettirmeden yapabiliyor olmam. Diğer lanetbozar rutinlerimin ve takıntılarımın çoğu, dikkatli gözler ya da belki tüm gözler tarafından fark edilebilecek şeyler. Bu beni çok rahatsız ediyor. Biri beni çantamın fermuarını sekiz kez açıp kaparken ya da sınıftan çıkmadan önce sağdan ikinci panonun kenarına dokunurken gördüğünde ne düşünüyordur, bilmiyorum. Belki fark etmiyorlardır bile. ‘Niçin sekiz?’ diye sorarsanız… Uğurlu rakamım. Dedemin evine yerleşip Şırılırmak Ortaokulu’na başladıktan sonra, takıntılarımın arttığını hissettim. Okulda çok fazla çizgi vardı, herkes birbirini tanıyordu ve varlığımı kimse umursamamıştı. Esila’nın dışında… Aslında Esila’yla arkadaş olup olmadığımızdan emin değilim. Bazen arkadaşmışız gibi değil de, bana aşırı gıcık oluyormuş gibi hissediyorum. Belki de öyledir. Ve öyleyse de ona kızamam. Bence bana gıcık olmakta haklı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yerli)
- Kitap AdıKumsal'ın Çizgili Dünyası
- Sayfa Sayısı200
- YazarHanzade Servi
- ISBN9786052854679
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Malazgirt’in Üç Atlısı ~ Ahmet Yılmaz Boyunağa
Malazgirt’in Üç Atlısı
Ahmet Yılmaz Boyunağa
Selçuklu orduları büyük bir hızla Anadolu’ya doğru ilerlerken bu durumdan hoşnut olmayan karanlık güçler de boş durmamaktadır. Selçuklu Sultanı Alparslan’ı öldürmeyi planlayan Hasan Sabbah,...
- Yusuf’un Defteri / Kaderin Ürkütücü Labirentinde Üç Genç… ~ Hüseyin Akyüz
Yusuf’un Defteri / Kaderin Ürkütücü Labirentinde Üç Genç…
Hüseyin Akyüz
Haliçli bir balıkçının kimsesiz kalan ikizleri Hasan, Yusuf ve güzel Heleni. Haliçli bir balıkçının Sultan Murad’ın tahta oturduğu gün doğan ikizleri Hasan ve Yusuf...
- Eylül’ü Beklemek ~ Ercan Kaya
Eylül’ü Beklemek
Ercan Kaya
Her şey zamanın içinde savrulup gider. Unutulur mu? Asla unutulmamalı. Değerli olan yalnızca zamandır. Geçmiş ise geçmişin olmalıdır. Yükleri ağır olur. Onları bırakın. Size...