Müziği susturanlara inat güneş “yeniden” doğacak!
Savaş Atı kitabının yazarı Michael Morpurgo, farklılıklarıyla dünyaya iz bırakanlara adadığı yeni romanı Flamingo Çocuk’ta, nefretin ve savaşın gölgesinde büyüyen Lorenzo adında “özel” bir çocukla tanıştırıyor okurları.
Kemikleşmiş kimi değer yargılarının toplum üzerindeki yansımalarını odağına alan eser; farklılıkları nedeniyle ötekileştirilip dışlanan bireylerin maruz kaldığı ayrımcılığı ve zorbalığı müthiş bir edebî naiflikle betimliyor.
Hayata bir atlıkarıncanın sırtından bakan iki çocuğun gördüklerini ve yaşadıklarını kalplere dokunan bir hikâyeye dönüştüren yazar ayrıca, insanlar ve hayvanlar arasında kurulan tarifsiz bağı sözcüklerin gücüyle yeniden tanımlıyor.
“Diğerlerinden farklıysan büyürken zorluk çekersin; bu eskiden de böyleydi, şimdi de böyle.”
Lorenzo, annesi ve babasıyla birlikte Fransa’nın güneyinde, etrafı flamingolarla çevrili bir çiftlikte sakin bir yaşam sürüyordu. Diğer çocuklardan farklıydı o; okuma yazma bilmemesine ve hatta doğru düzgün konuşamamasına rağmen olağanüstü bir yeteneği vardı: Hayvanları iyileştirmeyi, onlarla iletişim kurmayı çok iyi biliyordu. Günlük rutinine sıkı sıkıya bağlı, yeniliklere kapalı Lorenzo’yu iyi hissettiren şeylerin başında müzik ve kent meydanındaki atlıkarınca geliyordu. Tabii bir de en yakın dostu Kezia ile vakit geçirmek. Derken bir gün, etrafı Alman askerleri sardı; gökyüzünden bir flamingo yere düştü, atlıkarınca durdu, müzik sustu. Ve her şey değişti…
Çok katmanlı hikâyesiyle okurun duygu dünyasını yoğun hislerle dolduran Flamingo Çocuk, kötülüklere karşı tek yürek olmanın, başını öne eğmeyip yaşama sıkı sıkıya tutunmanın önemini vurguluyor. İngiliz çocuk edebiyatı elçisi Michael Morpurgo, etkili dili ve ustalıklı anlatımıyla bir kez daha kendine hayran bırakıyor.
Uç flamingo, uç!
1
Vincent Adında Biri
Çocukken bir keresinde bir kitapta okumuştum. Hangi kitap olduğunu hatırlamıyorum ama bu hikâyeyi hiç unutmadım. Yaşlı bir gezgin, Çingene arabasının basamaklarında oturmuş, güneşin altında bir fincan çay içiyor. Bir döner kavşağın tam ortasında bir süreliğine duraklamış, alaca atını da otlasın diye yakındaki çimenlik alana bağlamış. Bir polis arabası yanaşıyor. Polis, “Burada duramazsın,” diyor. “Günaydın oğlum,” diyor gezgin. “Çay ister misin? İkram edebilirim, bende bolca var.” Polis buna epey şaşırıyor. Uzun zamandır kimse ona “oğlum” dememiş ve bundan hoşlanıyor. “Çay için duracak zamanım yok,” diyor. “Yine de teşekkürler. Sen ve atın nereye gidiyorsunuz?” “Emin değilim,” diyor gezgin. “Yaşlı at ve ben yolun kıvrımını takip ediyoruz, bizi nereye götürürse oraya gidiyoruz.” “Güzel at,” diyor polis, ses tonu gittikçe yumuşuyor.
“Peki oğlum, acaba bu güzel günde sen nereye gidiyorsun?” diye soruyor yaşlı gezgin. “Belki senin yaptığını yaparım,” diye yanıtlıyor polis. “Ben de yolun kıvrımını takip ederim. İyi fikir gibi görünüyor.” Yaşlı gezgini oradan uzaklaştırması gerektiğini çok iyi bilse de, bunu yapmadığına sevinerek gidiyor. Neden bilmiyorum ama bu hikâyeyi hiç unutmadım. Şimdiyse yaşlıyım, çok daha yaşlı; elliden fazlayım. Ve düşünüyorum da, sanırım ben de kendi çapımda o yaşlı gezginin yaptığını, o polisin yapmak istediği şeyi yapmaya çalışıyordum. Yolun kıvrımını takip ediyordum. Uzun zaman önce, 1982 yazında yapmaya başladığım buydu; her şeyi dün gibi hatırlıyorum. İşte unutamadığım bir hikâye daha. Hayatını değiştiren hikâyeleri ve kişileri unutmuyor insan. Her şey bir resimle, bir tabloyla, daha doğrusu iki tabloyla başladı. İlkokuldayken resim dersinde, gelmiş geçmiş en iyi öğretmenim olan Bayan Weatherby bir gün bize “bir hikâye resmetmemizi” söyledi. Ben de şu anlattığım, Çingene arabasının basamaklarında oturan yaşlı gezgini ve yakınındaki çayırda otlayan alaca atını çizdim; resimde polis arabası da vardı. Resmime bir başlık vererek tepesine “Yolun Kıvrımını Takip Etmek” yazdım. Bayan Weatherby, bunun o zamana kadar yaptığım en iyi resim olduğunu söyledi; bana bunu sık sık derdi ama her defasında da ciddi olurdu. Resmimi eve götürdüm. Annem de harika buldu; hatta altına imzamı atmamı gerektirecek ve odamdaki gurur duvarımı süsleyen tekne resminin yanına asılacak kadar muhteşem olduğunu söyledi. Bu tekne resminin hikâyede çok önemli bir yer var.
Benim adım Vincent, Vincent Montague. Ama sadece annem bana Vincent derdi. Okuldaki arkadaşlarım beni hep “Monty” ya da “Vince” olarak çağırırlardı; bu iki isimden de oldum olası hoşlanmam. Ben hep Vincent olarak tanınmayı sevmişimdir. Bu yüzden resmimi de tabii ki “Vincent” adıyla imzalamıştım. Annem resmimi çerçevelettirdi –o kadar beğenmişti anlayacağın– ve dediği gibi yatağımın üstündeki duvara astı. Birkaç adım gerileyip başını yana eğerek hayranlıkla baktığını ve, “Bunun için en uygun yer burası,” dediğini hatırlıyorum. “Yukarıda mükemmel görünüyor, değil mi? Oraya aitmiş gibi.” Böylece yaşlı gezgin resmim yatağımın baş ucunda ve oldum olası çok sevdiğim tekne resminin hemen yanındaki yerini aldı: Sahilde sıralanan dört tekne, arka plandaysa deniz ve gökyüzünün olduğu bir resimdi bu. Tuhaf şekilde o da “Vincent” adıyla imzalanmıştı ve onu bu kadar sevmemin nedenlerinden biri de buydu kesin. Gerçi bu resmi ben yapmamıştım. Vincent adındaki başka biri yapmıştı. Annem bazen bu konuda şaka yapardı. “Bu tekne resmini de beğeniyorum Vincent,” diyerek gülerdi, “ama seninkini tercih ederim.” Böyle söylemesine bayılıyordum elbette fakat bu espriyi neden bu kadar komik bulduğunu yıllarca anlayamadım. Onun epey tuhaf bir mizah anlayışı olduğunu düşünürdüm sadece, ki bu doğruydu. Her neyse, bu resimlerin ikisi de ben büyürken, bisiklete binmeyi ve kamp yapmayı seven kaygısız bir ilkokul çocuğundan, şiiri ve hayal kurmayı –ve de hâlâ kamp yapmayı– seven, geleceği sabırsızlıkla bekleyen bir lise öğrencisine dönüşürken, hayatımın arka planının bir parçası olarak kalmayı sürdürdü.
Sınavlarıma çalışmam gerekirken bakışlarım sık sık pencereden dışarıya, Watford’daki banliyö evimizin duvarlarla çevrili küçük bahçesine kayardı; bir ardıç kuşunun duvarın tepesinde bir salyangozun kabuğunu açmasını dakikalarca izleyerek dalıp giderdim. Her şey, artık ne olursa, dersime devam etmekten çok daha ilginç gelirdi bana; garajın üstündeki yağmur borusu ile bahçe kulübesindeki rüzgârgülü arasına gerilmiş ve üzerine rüzgârda dalgalanan pijamalar, gömlekler asılmış çamaşır ipi ya da işten dönen annemin yan komşumuz Bayan Donaldson’la sigara içerek duvar üzerinden laflaması bile. Günü yaklaştıkça içimi korkutan ama bir yandan da kendi yolumu çizmek adına bir an önce gelip geçmesini dilediğim sınavlarıma hazırlanmak için bitmez tükenmez bir tekrar yapmak üzere odama kapanmıştım. Evimi, annemi seviyordum fakat yaşadığım yerin küçük bir dünya olduğunu biliyor ve bir an önce oradan ayrılıp Watford’dan uzaklaşmak, kendimi yollara vurarak hikâyedeki yaşlı gezgin gibi yolun kıvrımını takip etmek için sabırsızlanıyordum.
2
Ölümden Kıl Payı Kurtuluyorum
Böylesi aylaklık anlarında –ki onlardan bol bol olurdu– yatağımın üzerindeki iki resme bakmak için kendimi devamlı arkamı dönerken bulurdum. Dikkatim dağılmasın diye çok çabalasam da bu çabam asla yeterli olmazdı. Er ya da geç, içimden gelen isteğe karşı koyamadığımı görüyordum. Bakmak zorundaydım. İşte oradaydılar; ardında yatan öykünün şimdi bile aklımda yankılandığı ve Bayan Weatherby’ye göre o zamana kadarki en iyi resmim olan benim küçük Çingene arabası tablom ve yanında asılı diğer “Vincent” resmi. Görünüşlerinden balıkçı teknesi olduğunu anladığım ama daha önce gördüğüm hiçbir tekneye benzemeyen, dördü sahile çekilmiş, diğer dördüyse denizde bekleyen tekneleri resmeden bu daha büyük tablo, ağır bir ahşap çerçeve içindeydi. Ve her iki resim de bir “Vincent” tarafından yapılmıştı. Onca yıl boyunca annemin bana diğer Vincent’ın kim olduğunu bir noktada söylediğine eminim ama muhtemelen ya o anda dinlemiyordum, ya ilgimi çekmemiş ya da aklımdan çıkıp gitmişti.
Bu tabloyla ilgili hoşuma giden yalnızca yapanın ismi değildi. Resmin kendisini de önceden gördüğüm tablolardan daha çok seviyordum. Kendi yaptığım resimdeki Çingene arabası gibi kırmızılar, maviler, sarılar ve yeşillerle gösterişli şekilde boyanmış, zarif görünümlü teknelerdi bunlar. Arkalarındaki boş kumsal ufka kadar uzanıyor, dalgalar kumun üzerinde yuvarlanıyordu; yukarıdaysa bulutların süzüldüğü geniş mi geniş bir gökyüzü vardı. Teknelerden birinin adı Amitié’ydi; pruvaya yazılmış ismi gayet net görebiliyordum. Gerçek şu ki, o gün derslerimi tekrar ederken aylaklık etmekle böylesine meşgul olmasaydım o kelimenin ne anlama geldiğini asla keşfedemezdim. O da işe koyulup ders çalışmaya duyduğum hülyalı isteksizliğimin bir parçasıydı. Sözcüğün anlamına bakmaya karar verdim. Anlaşılan, Fransızca bir kelimeydi bu, Fransızca dersinde daha önce rastlamadığım bir sözcük olmasına karşın öyle olduğunu sanıyordum. Arkadaşlık ya da sevgi anlamına geliyordu. Bu yüzden, bu teknelerin büyük olasılıkla bir Fransız sahilinde bulunduğunu düşündüm ama nerede ya da hangi kıyıda olabileceğine dair hiçbir fikrim yoktu. Bu keşfi yaptığım sıralarda –şehirdeki ikinci el bir kitapçıda– yine Vincent imzalı bir ayçiçeği tablosuna rastladım. Bir kitabın kapağını süslüyordu, onu hemen tanımıştım. İmza kesinlikle aynıydı; resmin parlak ve canlı renkleri de anında fark ediliyordu. Tekne resmime imzasını atan Vincent tarafından yapılmış olmalıydı, emindim bundan. Bu bağlantıyı kurmamın neden bu kadar uzun sürdüğünü hâlâ bilmiyorum. Kendimi son derece cahil ve aptal hissettiğimi söylemeliyim çünkü bu Vincent elbette epey ünlüydü; hatta dünyanın tanıdığı en ünlü sanatçılar arasındaydı.
Kitabı 1,50 sterline satın alıp eve götürdüm ve baştan sona okudum. Hollandalı bir sanatçı olan Vincent van Gogh, tıpkı benim Çingene arabalı resmimi imzaladığım gibi, resimlerine “Vincent” imzasını atmıştı. Onun ünlü ayçiçeği tablosunu tanımıştım gerçi ama daha önce ne imzaya dikkat etmiş ne de o muhteşem ayçiçeklerini kimin çizdiğine kafa yormuştum. Ayrıca, balıkçı tekneleri de çizdiğini hiç bilmiyordum. Ama tekne tablom orada, yatağımın üstündeki duvarda asılıydı işte ve ünlü Vincent van Gogh tarafından yapılmıştı.
Hayatının sonlarına doğru Fransa’nın güneyinde biraz zaman geçirdiğini öğrendim. Orada yaşadığı sıralarda da kimisi manzara, kimisi orada yaşayıp çalışan insanların portreleri olan yüzlerce resim yapmıştı. Benimki de dâhil birkaç tanesini, yaşadığı yer olan Arles’ın yakınlarındaki sahilde yapmış olmalıydı. Derin depresyona kapılıp kendi kulağını kestiği yer de yine Arles’daki odasıydı. Akıl hastalığı yüzünden yakındaki bir hastanede kalması gerekmiş ama asla tam anlamıyla iyileşmemişti. Sonunda da intihara sürüklenmişti. Yaşam öyküsünü okudukça onun hakkında daha çok şey öğrenmek, olabildiğince çok resmini görmek, gittiği yerlere gitmek, teknelerini çizdiği sahilde durmak istiyordum.
Bu dalgınlık ve hayaller elbette coğrafya, İngiliz edebiyatı ve özellikle nefret ettiğim biyoloji dersi sınavları için yaptığım ders tekrarına odaklanmama hiç mi hiç yardımcı olmuyordu. Ama onun gittiği yere gitmek, sahile çekilmiş balıkçı teknelerini resmettiği sahili bulmak istememin nedeni, Vincent’ın kim olduğunu geç keşfetmem değildi. Kitapta, özellikle sevdiğim başka resimler de vardı: Bir kanalın üzerindeki ufak köprünün veya yıldızlı bir akşam göğü altında sarı ışıkla yıkanan taş parkeli sokaktaki kafenin resimleri gibi.
Bütün bu yerlere gitmek, onun bulunduğu yerlerde olmak istiyordum. Bunu istememin nedeni, ünlü olması ya da aynı ismi paylaşmamız değildi. Asıl sebep, yatağımın üstündeki tekne tablosunun az daha beni öldürmesiydi. Odamda, pencerenin yanındaki masamın başında oturmuş, derslerime dalmış numarası yapıyordum. Saniyeler öncesindeyse, yatağımda uzanarak derse dönmek için irademi toplamaya uğraşıyordum. Masamın başına geçmemin tek nedeni, annemin merdivenden yukarıya çıktığını haber veren ayak sesleriydi ve beni yine tembellik ederken yakalamasını istememiştim. Bu yüzden o anda, biyoloji kitabımın üzerine doğru kamburumu çıkarmış, elimden geldiğince ders çalışıyormuş gibi görünerek o kaçınılmaz kapı tıklatışını bekliyordum. Ölümden kıl payı kurtulduğum olay da başıma o sırada geldi işte. Ne bir çarpma ne de cam kırılması oldu. Tekne tablosu –ki son derece büyük ve ağır olduğunu da ekleyeyim– asılı olduğu duvardan ayrılıp büyük bir sesle yastığımın üzerine düşüverdi; hem de bir dakika önce başımın durduğu yere. Resmin arkasına bir bakış atınca tablonun asma ipinin koptuğunu gördüm ve bu sırada hiç bilmediğim bir şeyi daha öğrendim. Çerçevenin arkasına bantlanmış, üzerinde soluk yazılar bulunan bir kâğıt parçası vardı. Tabloyu aldım ve yazıları okuyabilmek için pencerenin ışığına doğru tuttum.
Büyükannesi ve büyükbabasından küçük Vincent’a, senin ilk doğum gününde, 27 Ocak 1964.
Uzun zaman önce, Vincent van Gogh’un bu resmi çizdiği Fransa’nın güneyindeki Camargue bölgesinde bulunan bu plaja gitmiştik. Tekneler orada değildi elbette ama kumsal, deniz ve gökyüzü tam da resimdeki gibiydi. O gün hava rüzgârlıydı ve Vincent’ın resminde de rüzgârı neredeyse hissedebilirsin. Tabloyu oradaki bir dükkândan aldık, yıllarca yatak odamızda asılı durdu. Dünyadaki en sevdiğimiz manzara bu. Bu yüzden senin de onu bizim kadar sevebileceğini düşündük. Kim bilir, belki sen de bir gün Camargue’a gider ve bir zamanlar durduğumuz rüzgârlı sahilde, başka bir Vincent’ın, Vincent van Gogh’un bu güzel tekneleri resmettiği yerde durursun.
Seni her zaman seven, Büyükannen ve büyükbaban Bu resim duvardan düşmeseydi, sonunda Van Gogh’la çok az ilgisi olduğu ortaya çıkacak bu hikâyenin geri kalanı asla yaşanmayacaktı. Ama Vincent van Gogh, o gün beni az kalsın öldürecek olan tekne resmi ve de sanırım büyükannemle büyükbabam olmasaydı, sınavlarım bittikten sonra yolculuk etmek için bir zamanlar ünlü ressamın gittiği Fransa’nın güneyine gitmeyi asla seçmezdim. Tren ve otobüse binip yürüyerek, kamp yaparak dolandığım başıboş gezilerimde, sonunda beni denize, hatta belki de Vincent van Gogh’un onlarca yıl önce gidip balıkçı teknelerini çizdiği sahile götüreceğini umarak her zaman yolun kıvrımını takip ettim. Kendimi bambaşka bir dünyada, bambaşka bir zamanda ve yerde bulmama da işte o yol neden olacaktı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yabancı)
- Kitap AdıFlamingo Çocuk
- Sayfa Sayısı216
- YazarMichael Morpurgo
- ISBN9786052856543
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Otuzunda Kadın ~ Honore de Balzac
Otuzunda Kadın
Honore de Balzac
İLK YANLIŞLIKLAR 1813 yılının nisan ayı başlarıydı. Paris’in semaları bulutsuz, kaldırımları çamursuzdu. Paris’te böyle güzel görüntüler, ender de olsa görünürdü. Saatler öğleden öncesini gösteriyordu....
- Geceye Bürüneceğim ~ Terry Pratchett
Geceye Bürüneceğim
Terry Pratchett
“Sen şansa inanır mısın?” dedi Düşes. “Ben, şansa inanmak zorunda kalmamaya inanırım,” dedi Tiffany. Çünkü kudretli bir cadı olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Tiffany...
- Mutluluk Böyle Bir Şey ~ Jennifer E. Smith
Mutluluk Böyle Bir Şey
Jennifer E. Smith
Var olduğuna inanırsan, aradığın şeyi bulabilirsin. G: Mutluluk nasıl bir şey? E: Limanın üzerinden doğan güneş gibi. Sıcak bir günde yenen bir dondurma, sokağın...