Yeni bir dünya mümkün mü?
Sinan Yaşar’ın kaleme aldığı Küçük Toplayıcının Büyük Macerası, çocukluğun saf ve temiz dünyasını içtenlikle yansıtırken, küresel ısınmaya ve iklim krizine dikkat çeken sürükleyici bir serüven.
Doğa tutkunu küçük bir toplayıcı ile iki yakın arkadaşının, aile ve okul yaşantısından kesitler sunan roman, dünyamızın insan eliyle nasıl adım adım yaşanmaz hâle getirildiğini fantastik bir kurgu eşliğinde betimliyor.
Yazar kitabında ayrıca, işsizlik, geçim sıkıntısı ve bunlara bağlı olarak gelişen yeni bir eve taşınma zorunluluğu gibi çocukların duygu dünyalarını olumsuz etkileyebilecek ani değişimleri duyarlılıkla el alıyor.
Altın için ağaç kesenler şimdi tüm altınları verip ağaçları geri getirmeye razıydı. Ama nafile…
İsminin hakkını veren kişiliğiyle tanınan Kahraman, can dostları Duygu ve Bilge’yle birlikte küçük bir kasabada yaşamaktadır. İnsanların her gün üstüne basıp geçtikleri “doğal” güzellikleri cam kavanozlarda biriktiren Kahraman’ın sakin ve huzurlu hayatı ebeveynlerinin aldığı taşınma kararı ile aniden değişir. Ait olduğu evden uzaklaşacak olması yetmezmiş gibi gözünden sakındığı koleksiyonu da tehlike altındadır. Üstelik kara bulutlar sadece kendi evlerinin değil, tüm kasabanın, hatta ülkenin üzerinde gezinmektedir. Yaklaşan tuhaf rüzgârlar, artan boğucu sıcaklar, hayatta kalma mücadelesi veren hayvanlar derken doğanın sessiz çığlığı giderek dayanılmaz bir hâl alır. İnsanlığın çaresizce kaderine teslim olmaya hazırlandığı bir anda küçük toplayıcı Kahraman’ın eline geçen tılsımlı taşlar yeni bir umudu da beraberinde getirir.
Sinan Yaşarı’ın, “yeni ve kirlenmemiş bir dünya” ütopyasından yola çıkarak yazdığı Küçük Toplayıcının Büyük Macerası, ekolojik dengenin bozulması sonucunda oluşabilecek felaketlere karşı farkındalık yaratıyor.
Merak uyandırıcı hikâyesini Doğa Ana’nın doğrudan okura seslendiği ara metinlerle renklendiren kitap, zihinleri meşgul edecek bir soruyla uzun uzun düşündürüyor: Yeni bir dünya mümkün mü?
Birinci Bölüm
Buruk Bir Doğum Günü
O gün 29 Aralık’tı. Doğum günüm. On yaşımı doldurmuştum. Mutlu bir hayatım olmuştu. Fakat yeni yaşımdan on iki gün önce kaderin çarkı ters yöne dönmeye başlamıştı: Babamın işine son vermişlerdi. Borçlarımız da epey birikmişti. Bu yüzden evimizi satmaya karar vermiştik. Evimizin üst katında, merdiven korkuluklarından bacaklarımı sarkıtmış oturuyordum ve alt kattaki insanlara odaları dolaştıran babamı izliyordum. Yüzündeki mutsuzluğun resmini çizebilseydim beni daha iyi anlardınız. Annemse mutfakta doğum günüm için bir şeyler hazırlıyor, göz ucuyla da evimizi gezenleri izliyordu. Onlar bu kadar mutsuzken beni eğlendirmek zorunda olmaları canımın bir kat daha sıkılmasına sebep oluyordu. Ne kadar ısrar etsem de kutlamadan vazgeçirememiştim. “Hiç değilse hediye almayın,” demiştim ama o da sonuç vermemişti. Evimizin parasıyla borçlarımızı kapattıktan sonra bir miktar paramız kalacakmış. Endişe etmemeliymişim.
Fakat ediyordum. Aslında odalardan, kapılardan, duvarlardan ya da her basamağı ayrı bir melodiyle gıcırdayan merdivenlerimizden ayrılmak zor olmayacaktı. Beni asıl yıpratan, doğduğumdan beri aynı sokakta yaşadığım dostlarımdan ayrılmaktı. Size biraz onlardan bahsetmek isterim. Biz üç arkadaşız. Duygu, Bilge ve ben Kahraman. Aynı yaştayız. Evlerimiz bile yan yanadır. Neşelerimiz ve acılarımız ortaktır. Birimizin eline kıymık batsa üçümüzün de canı yanar. Odalarımız evlerimizin üst katındadır, pencerelerden birbirimizi görebiliriz. Bilge’nin babası elektrikçi; üç evin de pencerelerinden bir tel çekerek bize bir telefon sistemi kurdu. Sadece üçümüzün haberleşebileceği bir hattımız var yani. Bu sayede odamda sanki iki kardeşimle yaşıyor gibiyim. Her akşam, bir süre konuşmadan uyumayız. Duygu, ismi gibi duygusaldır. En yufka yüreklimiz odur. Taşınacağımızı öğrendiği günden beri suratı beş karış. Bilge’yse her zaman mantığını kullanır. Örneğin o da içten içe üzülüyor ama kötü haberi aldığından beri beni teselli etmeye çalışıyor. Bense aramızdaki en uçarı kişiyim. Hiçbir şeyden kolay kolay korkmam ve macerayı çok severim.
O akşam, odamda son kez toplanacaktık. Babam, evi alacak kişilerin elini sıktıktansonra onları uğurladı ve kapıyı kapattı. Arkasını döndüğünde bakışlarını yukarı çevirdi, göz göze geldik. Asık suratını usta bir tiyatro oyuncusu gibi saniyeler içinde dünyanın en umutlu yüzüne çevirdi. Üzüldüğümü belli etmemek için ben de öyle yaptım ve göz kırptım. Sonra odama geçtim ve dev koleksiyonumu izlemeye başladım. Tabii ya, koleksiyonum… Beni iyice tanımanız için koleksiyonumdan da bahsetmem gerekiyor. İnsanların her gün üstüne basıp geçtiği, güzelliğinin farkına varmadığı doğamıza ait parçaları cam kavanozlarda biriktiriyorum. Kozalaklar, deniz kabukları, toprak, buğday, tohum, yaprak, kurumuş çiçek ve meyveler… Tabiata ait aklınıza ne gelirse, odamdaki küçük cam kavanozlarda mevcut. Rüzgârı ve deniz suyunu bile bulabilirsiniz. Odamdan çıkılan taraçayı da annemin yardımıyla bahçeye çevirmiştim. Çilekler, domatesler, naneler; toprağın altında yaşayan böcekler, solucanlar… Yani odam tam anlamıyla bir doğal yaşam alanıydı.
Sadece bir şeyi toplayamıyordum, çünkü onu kavanozun içinde tutmak imkânsızdı: gökkuşağının renklerini! Kasabımızdaki insanlar hayatı o kadar hızlı yaşıyorlar ki koşturmaktan, işe gitmekten, plan yapmaktan tüm güzellikleri ıskalıyorlar. Bense tüm bunları biriktirip bir müze açmak istiyorum. Hiç değilse, bana ait bir müze… Kimse görmese de olur. Şenlik vakti gelmiş, bahçemize masalar kurulmuş, süsler asılmıştı. Doğum günümü ilk kez bahçede kutlayacaktım. Kış ortasında bu kadar sıcak bir hava, sadece benim değil ülkedeki tüm insanların dikkatini çekiyordu. Davetliler güneşin batışıyla aynı hızda evimize akıyor ve eksikleri tamamlıyordu. Havada daha önce hiç görmediğim bir kızıllık vardı. Son kişi de geldiğinde mumlar yakıldı ve alkışlar koptu. Büyük bir iştahla herkes tabakları sıyırdı. Sonra hareketlilik başladı.
Küçük çocuklar sağa sola koşturup düşüyor; bu durumda devreye görünmez kahramanları, yani abileri ve ablaları giriyor ve ellerinden tutup onları kaldırıyordu. Babalar dünyanın en önemli konusunu konuşur gibi, kimi zaman öfkeli kimi zamansa aşırı kahkahalı sohbetlerine devam ediyordu. Saatler böyle akarken biz üç kafadar, aşağıdaki cümbüşü izleyip balkonda sessizce oturuyorduk. Ayrılık yaklaşıyordu ve yeni yaşıma sevinecek kadar bile zamanımız yoktu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yerli)
- Kitap AdıKüçük Toplayıcının Büyük Macerası
- Sayfa Sayısı88
- YazarSinan Yaşar
- ISBN9786052854952
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kayıp Kitaplıktaki İskelet – 3 Fare Sarayı ~ Aytül Akal & Mavisel Yener
Kayıp Kitaplıktaki İskelet – 3 Fare Sarayı
Aytül Akal & Mavisel Yener
Çocuk edebiyatımızda iki yazarlı roman geleneğinin gelişmesinde büyük katkıları bulunan Mavisel Yener ve Aytül Akal’ın, ilk iki kitabı yüz binlerce okurun hafızalarında yer edinen “Kayıp Kitaplıktaki İskelet”...
- Konuşmayan Tavus Kuşu ~ Nermin Berrak Yurdakul
Konuşmayan Tavus Kuşu
Nermin Berrak Yurdakul
Sayılardan önce ve sayılardan sonra… Dünya tarihi artık bu iki döneme ayrıldı. Çünkü genç Seraphim’in öfkesine yenik düşerek yaptığı bir kara büyü yüzünden, insanların...
- öldüm… ve yazdım ~ Alkım Uysal
öldüm… ve yazdım
Alkım Uysal
Sana hitap edebileceğim bir kelime bulmakta bu kadar zorlanabileceğimi hiç düşünmemiştim. ‘Sevgili’ demeyi çok severdim mesela. Aşkımdan şımardığım günlerde tatlım, aşkım, bebeğim… Yüreğim dilime ne dökerse öyle seslenirdim sana. Ama en çok…