Latin Amerika edebiyatının son büyük klasik yazarlarından Ernesto Sabato’nun ölmeden önce yazdığı son kitabı!
Direniş, insanoğlunun yaşadığı dünyaya ve çevresindeki diğer bireylere karşı yabancılaşmasını ve yozlaşmasını konu ediniyor.
Arjantinli ünlü yazar, hızlı yaşayan ve sürekli üretmek zorunda kalan insanlara artık biraz soluklanmaları gerektiğini anımsatarak haklı bir direniş çağrısında bulunuyor.
Arjantinli yazar Ernesto Sabato Direniş’te, artık unutulmaya yüz tutmuş insani değerlerin yeniden hatırlanması gerektiğini vurgularken, insanı sahte umutlara yönelten teknolojiye karşı çeşitli uyarılarda bulunuyor. Arjantin’in, özellikle de Buenos Aires’in hızlı modernleşmesinin getirdiği yabancılaşmaya, kentin temel değerlerini yitirişine vurgu yapan Sabato, modern hayatın insanı soluksuz bıraktığını, bu hız içinde insanın insanlığını kaybettiğini öne sürüyor.
Sabato sohbet havasında kaleme aldığı kitabında, çağımızın teknolojik ve ekonomik çılgınlığına karşı ahlâki ve vicdani bir direnişi savunuyor.
“Çevremizdeki küçük dünyada bir güzellik ortamı yaratamayacak hale gelip aklımızı sadece giderek daha fazla insanlıktan çıkan ve rekabetçi olan işle ilgili konulara verirsek nasıl direnebiliriz?”
Bu kitapta ve hayatım boyunca büyük bir şefkatle
benimle işbirliği yapan Elvira González Fraga’ya.
I
KÜÇÜK ve BÜYÜK
Bir ruhta kendi dünyamı bulmanın, kendi
türümü dost bir varlıkta kucaklamanın
tatlı tesellisine…
F. Hölderlın
Çılgın bir umutla yataktan kalktığım günler, daha insanca bir dünya ihtimalinin ulaşılabilir olduğunu hissettiğim anlar vardır. Bu, o günlerden biri. Ve sonra, şafak vakti, bir yangın tehdidi karşısında yardım istemek için sokağa fırlayan biri gibi ya da tam ufukta kaybolmak üzereyken yakında olduğunu bildiği, ama kentin gürültüsüyle ve görüşü bozan reklam panolarıyla sağırlaşmış bir limana hararetle son bir işaret gönderen bir gemi gibi ivedilikle, neredeyse el yordamıyla yazmaya koyuluyorum. Hâlâ yüceliği talep edebiliriz. Bu cesareti kendimizde bulmamızı istiyorum. Hepimiz bazen teslim oluruz. Ama hiç tükenmeyen bir şey vardır ki bu da, insanlık durumunu tehdit eden bu depremden bizi yalnızca manevi değerlerimizin kurtaracağına olan inançtır.
Size yazarken Toba’ların1 hediye ettiği rustik heykelciğe dokunarak oyalandım; heykelcik, belleğimde çakan bir şimşek gibi, dün bilgisayarda gösterdikleri “sanal” sergiyi hatırlattı. İtiraf etmeliyim ki bu sergiyi Mandinga’nın2 bir işi sandım. Şeylerin yüreğinden, onlara soyut yöntemlerle bağlandığımız ölçüde uzaklaşırız ve içimize metafizik bir kayıtsızlık yerleşir; kanları ya da kendi adları olmayan varlıklar gücü ele geçirir. Ne yazık ki insan başkalarıyla olan diyaloğunu ve onu sarıp sarmalayan dünya hakkındaki bilgisini kaybetmektedir; oysa karşılaşmalar bu dünyada gerçekleşir: Aşk, hayatın yüce eylemleri burada mümkündür.
Masa sohbetleri, tartışmaları ve hatta kızgınlıklarıyla beraber, yerini çoktan hipnotik bakışlara bıraktı. Televizyon bize içi boş ümitler verir, onun esiri oluruz. Hem büyülü hem de kötücül bir etkisi vardır ve bana kalırsa bu, aşırı ışığın, bizi ele geçiren bir ışık yoğunluğunun eseridir. Işığın sineklerde ve hatta iri hayvanlarda aynı etkiyi yarattığını hatırlamadan edemiyorum. Ayrıca sadece televizyondan kopmaktan zorlanmayız, gündelik yaşamın ayrıntılarına bakma ve görme kabiliyetimizi de yitiririz. Devasa tipuana ağaçlarının olduğu bir sokak, ihtiyar bir kadının masum gözleri, günbatımında bulutlar… Kış ortasında çiçek açan kokular, Buenos Aires’in göksalkımlarının1 tadını çıkartmayı bilmeyen birinin dikkatini bile çekmez. Filmlerdeki manzaraları gerçek manzaralardan daha iyi görmemiz beni çok kez şaşırtmıştır.
Tek başına televizyon izleyen kalabalık bir kitleye dönüşmemizi engelleyen buluşma mekânlarını bir an önce yeniden canlandırmalıyız. O ekran aracılığıyla bütün dünyayla bağlantı içindeymişiz gibi görünürken, aslında insan gibi bir arada yaşama ihtimalinin elimizden alınması çelişkilidir; bizi duygusuzlaştırması da son derece ciddidir. Marx’ın ünlü cümlesini değiştirerek, birçok söyleşide, ironiyle, “Televizyon kitlelerin afyonudur,” demişimdir. Bu söylediğime inanıyorum; televizyon karşısında uyuşuruz ve hiçbir aradığımızı onda bulamasak da daha iyi bir şey yapmak için yerimizden kalkmayız.
Bir sanat dalıyla ilgilenmek, kitap okumak, bir yandan müzik dinleyip mate çayı içerken bir yandan da evdeki bir şeyi tamir etmek arzusunu yitiririz. Ya da bir arkadaşımızla bara gitmeyiz, eşimiz dostumuzla sohbet etmeyiz. Televizyon “daha iyi bir şey olmadığı” için alıştığımız bir yeknesaklık, can sıkıntısıdır. Tekdüze bir şekilde televizyonun karşısında oturmak duyularımızı uyuşturur, zihnimizi yavaşlatır, ruhumuza zarar verir. İnsanın duyuları kapanmaktadır, tıpkı sağırlarda olduğu gibi gittikçe daha çok yoğunluğa ihtiyaç duymaktadır. Ekranda ışımayan hiçbir şeyi görmüyoruz; bize desibellerle yüklü olarak gelmeyen hiçbir şeyi duymuyoruz; ne de kokuları alıyoruz. Artık çiçeklerin bile kokusu kalmadı.
Gürültü beni korkunç bir şekilde etkiler. Bazı öğle sonraları huzur içinde kahve içebileceğimiz bir mekân bulana kadar sokak sokak yürürüz. Sonunda sessiz bir bar bulabildiğimizden değil, televizyonu kapatmalarını rica etmekten vazgeçtiğimiz için bir yere gireriz; gerçi televizyonu benim için seve seve kaparlar, ama kendime şu soruyu soruyorum yine de: On üç milyonluk bu kentte yaşayan insanlar, arkadaşlarıyla sohbet edebilecekleri bir yer bulmak için ne yapıyorlar? Size bu anlattığım hepimizin, özellikle de gerçek müzikseverlerin başına gelir;
yoksa herkes bağıra çağıra farklı konulardan söz ederken müzik dinlemekten hoşlandıklarını mı sanıyorlar? Tüm kafelerde ya bir televizyon var ya da sesi sonuna kadar açık bir müzikçalar. Herkes benim gibi, ısrarla şikâyet etmeye başlasa bu durum da değişmeye başlardı. Kendi kendime insanların, gürültünün verdiği zararın farkında olup olmadıklarını soruyorum, yoksa avaz avaz bağırarak konuşmanın son derece uygar bir davranış olduğunu mu düşünmeye başladık? Apartman dairelerinin çoğunda komşunun televizyonunun sesi duyulur; neden birbirimize bu kadar az saygı duyuyoruz? İnsanlar, içinde yaşadıkları desibellerin bu artışına tahammül edebilmek için ne yapıyorlar?
Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler yüksek sesin önce bu hayvanların belleklerine zarar verdiğini, sonra onları delirttiğini, en sonunda da öldürdüğünü ortaya çıkarmıştır. Ben de o hayvanlara benzediğimi sanıyorum çünkü bir süreden beri kulaklarımı tıkayarak sokağa çıkmaya başladım. İnsan bu sürekli duygusal müdahaleyi hiç karşı koymadan kabul etmeye alışmaktadır. Ve bu edilgen kabulleniş sonunda zihinsel bir esarete, gerçek bir köleliğe dönüşecektir. Fakat insanlığı korumaya katkıda bulunmanın bir yolu var ve bu teslim olmamaktır.
Bizi çevreleyen evrenin sonsuz zenginliğinin renkleriyle, sesleriyle ve kokularıyla gözümüzün önünde yok olup gitmesini kayıtsızlıkla izlemeyelim. Pazaryerleri kadınların meyve, sebze ve et tezgâhlarıyla katıldıkları, erkeklerin bu ürünlere duydukları şükranı etrafa yayarken kendi aralarında söyleşip gülüştükleri gerçek bir renk ve koku cümbüşüyle kentin ortasında yapılan bir doğa şenliği olmaktan çıktı bile. Annemizle birlikte tavuk satılan tezgâha gittiğimizi, tavukların henüz yumurtladıkları yumurtaları satın aldığımızı düşünmek! Şimdi her şey paketlenmiş geliyor ve insanlara yaşamı hissettirdiği söylenen bir pencere olan o ekran ara cılığıyla bilgisayardan alışveriş başladı.
O kadar kayıtsız ve dokunulmaz ki… Ebediyete ulaşmak için ânın içine dalmaktan, evrenselliğe ulaşmak için var olan koşulların içinden geçmekten başka yol yoktur; şimdi ve burada. Peki o zaman, nasıl? İçinde yaşadığımız küçük mekâna ve kısıtlı zamana yeniden değer vermemiz gerekir; bu zaman ve mekânın, televizyonda izleyebileceğimiz o muhteşem manzaralarla ilgisi yoktur; onlar, içlerinde yaşayanların insanlığına kutsal biçimde işlenmiştir. Biri iskemle ya da pencere veya saat dediğinde, bunlar alelade eşyaların adları olan sözcükler gibidir, ama yine de aniden gizemli ve tanımsız bir şey iletmiş oluruz; bir anahtara ya da varlığımızın derin bir bölgesinden gelen silinmez bir mesaja benzer bir şey. İskemle deriz, ama yalnızca iskemle demek istemeyiz ve duyanlar bunu anlar. En azından gizlice bu mesajı gönderdiklerimiz anlar. Böylece, şuradaki bir çift nalın, mum ya da iskemle, artık ne yalnızca nalın ne titrek bir mum ne de hasır iskemle anlamına gelir; artık onlar Van Gogh’tur, Vincent’tır: Onun kaygısı, ıstırabı, yalnızlığıdır.
Öyle ki, onun otoportresi, en derin ve ıstıraplı kaygılarının tasvirine dönüşür. Görünüşte kuru olan dış dünyanın nesnelerini kullanarak yaparız bunu ki o dünya belki bizden önce de buradaydı ve büyük bir olasılıkla bizden sonraya da kalacaktır. Bu nesneler insanla evren arasındaki uçurumu kapatacak sallanan, geçici köprülerdir; yansıttıkları derin ve gizli şeyin simgeleri gibidirler; anahtarı anlamaya muktedir olmayanlar için kayıtsız ve gri, ama bu anahtarı bilenler için sıcak, sağlam ve gizli niyetlerle doludurlar. Çünkü ruhun bedenle yaptığının aynısını insan nesnelerle yapar, kendilerini tenin kırışıklarında, gözlerin parlamasında, gülümsemelerde ve dudakların kıvrımlarında gösteren arzu ve duygularını onlara aktarır. Çevremizdeki küçük dünyada bir güzellik ortamı yaratamayacak hale gelir ve sadece giderek daha fazla insanlıktan çıkan ve rekabetçi olan işle ilgili konulara aklımızı verirsek nasıl direnebiliriz?
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) İnceleme/Araştırma
- Kitap AdıDireniş
- Sayfa Sayısı144
- YazarErnesto Sabato
- ISBN9786052349168
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /