6-7 Eylül olaylarını arka plana aldığı Elenika ve bir mübadele hikâyesi olan Ah Mana Mu ile tanıdığımız Handan Gökçek, yeni kitabı Katre’de, sevgisizlik, yalnızlaşma, aile içi şiddet gibi konuları ele alan sarsıcı öykülere imza atıyor.
21 öykü ve bir tiyatro oyununun yer aldığı Katre, şaşırtıcı sonları ve metinler arası göndermeleriyle okurları farklı deneyimlerin sınırında gezdiriyor.
Katre, toplum tarafından “ötekileştirilen” kadınların hayatlarından kesitler sunuyor.
Ağırlıklı olarak kadın hikâyelerine yer veren Katre, fiziksel ve ruhsal şiddet, baskı, çocukluk travmaları, öteki olma durumu gibi güncel sosyal sorunlar üzerinde duruyor.
Kâh bez bir bebeği konuşturan kâh albino dünyalarımıza giren Handan Gökçek, Katre ile sevgisizlikten yitip gitmekte olan kadınlara cesaret ve umut aşılıyor.
Gözlerim düğüm benim, ağzım da. Çok oldu unutalı sesimi. Pencereme konan kuşlar bile fısıldıyor yalnızca. Konuşmak yasak burada. Ben yasakladım. Burada kimse inanmıyor masallara. Masallara inanmayanlar bana nasıl inanacaklar ki? Sustum, gözlerim düğüm benim, ağzım da…
beş taş
Kimseyi ve hiçbir şeyi terk edecek kadar çok sevmedim. Beşi de avucunun içindeydi; renkler, kokular, sesler, rüzgârın dokunuşu, tatlar. Beş duyu, beş taş, dört adam, bir de ben.
Birler Taşlar bilye gibi olmasın yoksa yuvarlanıp istenmeyen uzaklıklara gidebilirler… dedi.
Avucumda esir aldığım taşları usulca saçtım balkonumun beton zeminine. Minik çakıl taşı, uzakta öylece duruyor… Uzakta öylece dururdun. Hiç konuşmazdın. Senin dünyan başkaydı, bizimki başka. Bazı geceler yan odadan gelen horultularını duyar, korkardım. Senin başka bir sesin var mıydı? Ellerin sıcak mıydı? O kadına dokunur muydun? Eve gelir gelmez elinde sımsıkı tuttuğun, ellenmesi yasak olan çantanın içinde ne vardı? Unuturdum seni. Kendini unutturacak kadar uzaklara giderdin; günlerce, aylarca beklerdik. Sen yokken camın önünde sokağa bakarak ağlayan bir kadın vardı hep. Sabah beni komşu teyzeye bırakıp koşarak işe giden… Yorgun olurdu akşamları… Gözü sokağa bakan pencerede… Önümde bir parça ekmek, bir tas çorba… Ben yine unutmuştum seni… Arka sokaktaki inşaatın önünden taş topluyordum… Kulaklarımda bir çığlık yankılandı. Annem kapının önünde yığılmış, komşu teyzeler beni aldı, “Bu yaşta yetim kaldı yavrucak.” Bir çakıl taşı düştü elimden; yuvarlandı yuvarlandı, tıpkı onun gibi sokağın sonuna kadar gitti, bulamadım bir daha.
İkiler
İnsanlarla aranızdaki şefkat ve sempati duygularını, karşılıklı olarak artırır taşıyan kişi… dedi.
Çakıl taşını aldım, gökyüzüne doğru… Meleklere fırlattım. Ay taşı çarptı gözüme, güneşin bütün ışıklarını yansıtıyordu sanki gözleri. Gülümsedi, gülümsedim, elini uzattı, hiç düşünmeden tuttum, koşarak çıktık üniversitenin o büyük demir kapısından. Yalnızlığımın tırnaklarını birer birer söküp aldı içimden. Güzeldi omzu, annem öldüğünde ilk kez orada ağladım. Uzaklara gitmiyordu, yanımdaydı. Unutturmuyordu kendini. Ay taşıydı o; çakıl taşı değil. Çocukluğumu yeniden yaşadım ellerinde. Büyüdüm. Yedi kıtada yüzlerce katliam gördük. Korkmadım. Cam kenarına oturup beklemedim onu hiç. Yaşamak bizim için yalnızca bizden ibaret değildi. Dünya yalnız onun gözlerinde de dönmüyordu. Anlamadı. Ben de terk etmedim zaten. Bir sabah boynuma deri bir ipin ucunda sallanan o taşı taktı. “Seni çok seviyorum ama gitmeliyim, sen akıllı bir kadınsın, bunu da atlatırsın,” dedi. Denizin ufka dokunduğu yere doğru giden bir gemiye bindi. Masamın üzerindeki kavanozda yüzen minik kırmızı balık öldü. Ağlamadım. Çakıl taşı gökyüzünden inmeden tuttum ay taşını. İkisi de avucumda. Sonsuza kadar…
Üçler
Hiç bitmeyeceği düşünülen sıkıntılı dönemlerde ve
umutsuzluğa kapıldığın anlarda sana dayanma gücü verir…
dedi.
Ay taşı gökyüzündeydi. Kırmızı kan taşı çığlık çığlığa bekliyordu; öfkeliydi, tutkuluydu. Tutkuluydun, inatçıydın. Sıcak bir rüzgâr gibiydin; saran, ısıtan. Korkuyordum, kuşkuluydum uzatırken elimi. Bütün özlemlerimi silecek sandım. Kendini unutturacak kadar uzun yolculuklara çıkmasından hep korktum. Korkularımdan korktuğunu gördüm. Komik, gülünesi… Sessiz cinnetimden korktu. Beni gerçekten sevip sevmediğini hiç anlayamadım. Ben sevdim mi? Terk edecek kadar değil. Birbirimize onca yıl nasıl tahammül ettik? Şimdi düşünüyorum da… İçimde başka bir kadını, dışımda ise bambaşka bir kadını yaşıyordum. O içimdeki kadından korktu, dışımdaki kadınla büyüdü. Çok sevdiğini söyledi ve sonra gitti, nedensiz. Giderken içimde bir küçük zerre bıraktı. Bütün terk edilmelerin toplamı iyi bir kadındım ben. Karnımda o minik pıhtıyla ben. İçime sığmayan o minicik şey… Kan taşı güneşe olan yolculuğunu bitirmek üzere, lal taşını hızla kapıyorum yerden, kan taşını yere düşmeden yakalıyorum. Avucumdalar, ilk kez birlikteler.
Dörtler
Hayal gücünü artırır, sevgi ve şefkat duygusu verir, geçmişi hatırlamaya yardım eder. Kendini kabullenmene yardımcı olur… dedi.
Diğer taşların tam orta yerindeydi; kırmızıydı, minicikti… Miniciktin. Babanın adını koydum sana. Tıpkı ona benziyordun. Bütün duygularım varoluş mücadelesi veriyordu. Emzirdim beş duyumla. Bu kez gerçekten bir erkeği koynumda büyüttüm, diğerlerinden farklıydı. Lal taşıydı o, kırmızıydı. Kalbimde kocaman bir çiçek açmıştı. Hayatıma usulcacık inen bir melekti. Vazgeçtiğim her şeyi geri aldım; gülümsememi, gözyaşlarımı, sevgimi, öfkemi, beni insan yapan ne varsa hepsini. Onunla birlikte ben de yeniden doğdum, acıyla doğdum, susarak doğdum… Karanlıktan doğdum. Yavaş yavaş gelişti, hiç anlamadım. Onunla yeniden büyüdüm. Bir gün gideceği hiç aklıma gelmiyordu, gitse de kendini unutturacak kadar uzaklaşamazdı benden, bundan emindim. Üniversiteyi başka bir ilde kazandığını söylediğinde ilk kez korktum. Dişlerimi sıktım, ruhumun canı yandı, sustum. “Güçlü kadınsın sen,” dedi. “Yokluğuma katlanırsın,” dedi. Evlendi, yurtdışına gitti… Gitti… O kendini unutturmak istedikçe ben inat ettim, unutmadım… Şimdi lal taşı yükselmeli güneşe doğru ve bütün hayatımı onunla birlikte almalıyım avucuma.
Beşler
Taşlar, inanç sisteminin bir parçasıdır. Evren, insanlar,
etrafımızdaki her çeşit enerjiden etkilenir. Beş duyuyla algıladığımız her şey bu enerjiyle yoğunlaşır. Taşlar en çok enerjiyi toplayan nesnelerdir… dedi.
Lal taşı yeryüzüne inmeden toplamalıyım hepsini. Öyle uzağa düşmüşlerdi ki birbirinden. En iyisi, onları olduğu yerde bırakmak… Ne kadar sürer taşın yolculuğu? Kaç şekle girer? Kaç renk değiştirir? Kaç kadınsın sen? Kaç erkeği barındırdın ruhunda? Kaç kez medet umdun şifacı taşlardan? Değilim, güçlü değilim… Değilsin… miyim? İm… Ayağa kalktı, balkon demirlerine tutunup aşağıya doğru baktı. Her şey ne kadar da küçüktü. Bütün aşklarını, özlemlerini, mutluluklarını karşılayacak kadar kışkırtıcıydı dünya. Küçücüktüm ben de… Taşları oldukları yerde bıraktı. Kimse dokunmadığı sürece sonsuza kadar orada kalacaklardı. Gözü balkon demirlerinin yanında duran taşa takıldı, kapının zilini duydu.
albino
Bugün hava yer yer şiddet saçıyor, kısmi öfke dolu. Zile bastığım anda pişman oldum. Gelmemeliydim. İçeriden gelen topuk sesleri yüreğimi ağzıma getirdi bir an, yutkundum. Üstüme çekidüzen vermek uçtu gitti aklımdan. Kapı açılır açılmaz deterjan ve oda spreyi kokusu genzimi yaktı. Onu eşikte gülümserken gördüm, alaycı mıydı yoksa içten mi anlayamadım; sonra anlamaktan vazgeçtim. Konuşmadık, arkasını döndü ve salona doğru yürüdü; ben de ardından, dünyanın çekimine kapılmış ay gibi. Beyaz eteğinin altındaki beyaz bacakları, aynı… Salondaki beyaz koltuklar, beyaz halı, beyaz duvarlar… Aynı albino ev… Eskiden de böyle düşünürdüm. Beyaz konsolun üzerindeki biblolar aynı düzlemde, milim kayma yok, duvardaki tablolar… Bu aşırı düzen bir an içimi daraltıyor. Elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırıyorum yine. Yok, yok eskiden bu kadar da değildi diye bir düşünce ışık hızıyla geçip gidiyor aklımdan. Son nefesini verdiğin an, ailen evsiz kalacak…
Göğsüm daralıyor, derin bir nefes alıyorum. Karşımdaki koltuğa oturuyor. “Neden geldin?” diyor bakışları, gülümsüyorum. Haklı, neden buradayım? Sigara dumanı kaplı barlarda sabahlamalar, boyunlarından plastik çiçek kokusu aldığım kadınlar… Sıkıldım mı bunlardan artık? Havadan sudan konuşmaya başlıyoruz. Aklındaki soru hâlâ gözlerinde: “Neden Geldin?” “Çünkü o lanet güven duygusunu başka hiçbir kadında hissetmedim,” diyemiyorum tabii. Elim gömleğimin cebine gidince bir an susuyor, sigara paketini çıkarıyorum, gözleri büyüyor, her yer yemyeşil. Aceleyle kalkıp balkon kapısını açıyor. “Hava çok güzel, dışarıda oturalım mı?” diye soruyor. Paketten bir tek çıkarıyorum, ince uzun boynunun sol tarafındaki damar beliriyor, dudaklarımı oraya yapıştırıyorum bir an… Elini, boynuna götürüyor ansızın… Pantolonumun cebimden çakmağımı çıkarıp odadan çıkmadan yakıyorum sigaramı ve dumanı büyük bir zevkle üflüyorum içeri. Yine yapıyorum aynı şeyi. Bile bile… Bana bakıyor, “Hiç değişmemişsin,” demiyor bile. Yasak olan her şeyi yapma tutkuma sarılıyorum, müthiş zevkli…
Onu seviyorum, sevmeseydim işkence etmekle uğraşmazdım hâlâ.
Balkondayız. Beyaz mermer masada karşılıklı oturuyoruz. Onun güzelliğinin benim bakışımdan olduğunu biliyorum. Bilmek hiçbir şeyi değiştirmiyor. Kendini yine kaybolmuş, hapsolmuş hissettiği, sesinin tonundan, elini saçlarına dokunduruşundan bile belli oluyor, bu beyazlığa hapsolmuş… “Ruhun albino senin,” demek geçiyor içimden ve hiç beklemeden çekip gidiyor. Gözlerinin içine bakarak dudaklarımdaki sigaradan son nefesimi alıyorum. Gözlerinin içine doğru uzuyor duman. Nefes alışları hızlanıyor, eli ayağına dolanıyor, bir an ne diyeceğini şaşırıyor, çayı bahane edip içeri kaçıyor. Mutfağa doğru giderken içeride, oturduğum koltuktaki örtüyü düzeltiyor. Esaretinin zerre farkında değil. Yıllar geçmesine rağmen, görüşmediğimiz o koskoca on yıla rağmen onu hâlâ arzuluyorum. Eminim hâlâ sol kasığındaki ameliyat izini saklayacağım diye açamıyor kendini kimseye. Göğüsleri sutyenin esaretinden kurtulduğunda yerçekimine karşı koyamayacak diye tedirgin. Belki de artık karanlıkta bile sevişemiyor. Yazık. Ona acıdığım için kızıyorum kendime. Oysa bir kadının en tahammül edemediği şeydir acınmak. İki bardak çayla balkona dönüyor. Yerine otururken zor duyulan bir sesle gözlerinde takılıp kalan o soruyu soruyor. “Neden geldin? Bunca yıl sonra.” “Zor soru,” diyorum. Gülümsüyor, kararlı bir sesle yanıtlıyor beni. “Hadi, yine kaç o zaman…”
Tam zile basacakken çekiyorum elimi, koşarak merdivenleri inerken beyaz takım elbise giymiş bir adamla çarpışıyorum…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bambaşka Bir Dünya ~ Koray Avcı Çakman
Bambaşka Bir Dünya
Koray Avcı Çakman
Çocuk ve gençlik yazınının üretken kalemlerinden Koray Avcı Çakman, Tudem Edebiyat Mansiyon Ödüllü yeni kitabı Bambaşka Bir Dünya’da, yine düşleri sözcüklerle buluşturuyor. 8 yaş ve...
- Binnaz Enver Hanım’ın Çayları ve Kocası ~ Memduh Şevket Esendal
Binnaz Enver Hanım’ın Çayları ve Kocası
Memduh Şevket Esendal
“Binnaz Enver Hanım’ın Çayları ve Kocası” adını verdiğimiz kitapta, 1927-1940 yılları arasında yazılmış ve ilk kez 1983’ten sonra çıkan öykü kitaplarında yer almış Esendal...
- Hop Eden Şey ~ Şiir Erkök Yılmaz
Hop Eden Şey
Şiir Erkök Yılmaz
Genellikle diyaloglar üzerine kurulu öykülerinde insan ilişkilerini sıcak, gerçekçi ve ironik bir dille yansıtan Şiir Erkök Yılmaz, ilk kez 26 yıl önce yayımlanan Hop...