Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Uykuyayatanlar
Uykuyayatanlar

Uykuyayatanlar

Dorothee Elmiger

İsviçre edebiyatında, son dönemin en cesur ve sıradışı kalemlerinden biri olarak kabul edilen Dorothee Elmiger’in yeni romanı. Uykuyayatanlar, adını, sanayi devriminin ilk yıllarında kırsaldan…

İsviçre edebiyatında, son dönemin en cesur ve sıradışı kalemlerinden biri olarak kabul edilen Dorothee Elmiger’in yeni romanı.

Uykuyayatanlar, adını, sanayi devriminin ilk yıllarında kırsaldan kente yoğun göç nedeniyle yaşanan evsizlik ve yersizlik olgularından alarak, günümüzün “uyuyanlarına” yönelik politik ve sosyolojik bir çalar saat görevi üstleniyor.

“Mültecilik” ve “sınır” olgularına dair yeni bir bakış getiren kitap, “Herkesin birbirini tanıdığı ve yabancılaştığı bir dünyada, ‘öteki’ olmamak ne kadar mümkün?” sorusunu yöneltiyor.

Avrupa’nın orta yerinde, farklı meslek ve geçmişlere sahip bir grup insan bir evde buluşur. Aralarında, aidiyet kavramına ilişkin, derin ve bitimsiz bir sohbet başlar. İnsanın varoluşundan bu yana konuşulan konular, kimi zaman eski bir portreye, kimi zaman güncel bir habere, kimi zamansa mahalleye yeni taşınan yabancılara gelir. Ardı sıra akıp giden cümlelerin ucu hep aynı yere dokunur: İnsanın “ait olamama” sorunu. Peki, hiç susmadan konuşan bunca insanın, bir yere varabildiklerini kim iddia edebilir?

İsviçre edebiyatının gelecek vadeden isimlerinden biri olarak gösterilen ödüllü yazar Dorothee Elmiger, sonsuz bir döngüde akıp giden diyaloglardan oluşan bu kitabında, aidiyet, sınır ve kişisel özgürlük gibi kavramlara yeni bir bakış getiriyor.

“Uykuyayatanların, uyumak için öyle çok güvenli yerleri yoktu, yeniden çalışmaya hazır olabilmek adına birkaç saatliğine kiralık bir yere kıvrılıveriyorlardı. Kaçak varlıklar olarak adlandırılıyorlardı…”

Rüyamda bir keresinde, dedi Çevirmen, Avrupa’daki bütün sıradağların yerle bir olduğunu görmüştüm, bense orada gergin ama hareketsiz bir şekilde uzanmış, kopan gürültüyü dinliyordum; doruklar gözümün önünde parçalanıyor, her şey ağır ağır yıkılıyor ve ufalanıp önüme yığılıyordu, taşlar havaya fırlıyordu; dört bir tarafın hareketlenip lime lime olduğunu gördüm, her şey üstüme geliyordu.

Sonra uyandım. Oda boş, ısıtıcı sonuna kadar açıktı. Pencerenin önündeki manzaraysa tamamen aynı şekilde uzanıyordu; gecenin tüm görüntüsü oradaydı, yığılı halde duran taşlar oradaydı. Aklımdaki yere, dedi A. L. Erika, giden doğru düzgün bir yol yok, oraya sadece yaya olarak ya da atlarla varılabiliyor. Dağların arasındaki bir geçit orası; tam ortasında dal ve yeşilliklerle kaplı bir nehir akıyor, kayaların üstünde fosiller var, su da Karayiplerdeki gibi epey berrak. Fortunat, pencerenin kenarında oturmuş okuyordu; gündüz yaptığı gezintilerde Alpstein’ı keşfetmiş, hatta İsviçre’nin merkezini ve Karintiya’yı da. Öyle söylüyordu. Ve sonra yeniden, diye seslendi Çevirmen, etrafımdaki her şeyin paramparça olduğunu gördüm, ani bir patlama Alpleri sardı; dorukların, bayırların bana doğru ağır ağır ve sakince alaşağı oluşlarını seyrettim. Saatler sonra biri karanlık odaya girdi, yanıma uzandı. Nefesi sakindi; etrafımı saran her neyse ve bununla kimin ilgisi varsa ona gözlerimi kapadım. Eskiden de ilginç şeyler olmazdı, dedi Lojistikçi, ben her şeyi düşürüp dururdum sadece.

O sıralar, ne varsa elimden kayıp düşüyordu. Eşyalar yeri boylarken orada öyle sakince dikiliyor, düşerek benden uzaklaşıp hızla yere çarparlarken tek kelime etmiyordum. Nesneler, göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısacık bir anda, giderek artan bir hızla bana yabancılaşıyorlardı. Artık bir çatalı, bardağı, vesaireyi bir çatal, bardak, vesaire olarak göremiyordum; tek görebildiğim, benimle en ufak bir ilişkisi olmadığı halde önümde uzanan, belirli şekillerdeki objelerdi. Yine de bu beni rahatsız etmiyordu, örneğin bir bardağın mutfak zemininde paramparça olması benim için önemsizdi, çıkan şangırtı da beni korkutmuyordu; sanki bu sesi bekliyormuşum ya da ses çok uzaklardan kulağıma çalınıyormuş gibiydi, kendimi böylesi bir olayın anlatısına çok önceden hazırlamışım gibiydi. Artık neredeyse hiç uyumuyordum, huzursuz bir şekilde odanın içinde dolanıyor veya mutfakta oturuyordum; uzanıyordum, yorgundum ama uyumuyordum. A. L. Erika ayağa kalktı ve önemli bir konuşmaya başlayacakmış gibi sandalyesinin arkasına geçti:

Ara sıra geceleri şehre gittiğimde, dedi, uyuyanları düşünürdüm, karanlık odalarda uzanmış, dingin ve huzurlu binlerce, milyonlarca uyuyanı. Banliyölerde, Pasifik kıyısında, çöllerin kenarında uyuyanların, uykularında nasıl hareket ettiklerini, nasıl nefes aldıklarını düşünürdüm. Radyo, diye devam etti Lojistikçi, hiç susmuyordu, haber sunucusu Batı Avrupa’da on iki kişinin soğuktan öldüğünü söylüyordu, gökyüzü maviydi, Alplerin dorukları sonu gelmez karlarla kaplıydı; o zamanlar sınırda sürekli birileri gidip geliyordu, pencerenin önünde şafak söküyordu, sonra gün yeniden bitiveriyor ve her yer karanlığa gömülüyordu. Geceleri şiltenin yanında duran lambayı yakıyordum ya da onu yanarken buluyordum, unutmaya başlamıştım, geçmiş günlere ait anılar kayboluyor gibiydi; her şey ağır ağır elimden kayıp gidiyordu ve ben buna dair itirazsızlığımı kabullenmiştim; kalkıyordum ve oturuyordum ve sandalyemin üstünde sakin sakin duruyordum, dünyada olan biten hiçbir şey beni ilgilendirmiyordu. Her bir insanın, dedi A. L. Erika, şu anda ya da daha sonra uyumaktan vazgeçmesi ile uykunun düzenli olarak gerçekleşmesi fikirleri kafamı kurcalıyordu.

Bazen, zifiri karanlığın çöktüğü zamanlarda, şehre gidiyordum ve kendimi ne zaman yükseklerde, Batı Hollywood tepelerinin eteklerinde, Los Feliz’de bulsam, ışıl ışıl yanan şehri izliyordum; ışıklar göz alabildiğine uzanıyor, her daim tuhaf bir şekilde parıldıyordu. Ve yorgunluk, başlarda büyük bir parıltıyla geldi ve gözkapaklarımın gerisinde korkunç bir yanmaya sebep oldu, dedi Lojistikçi, sonra da göz açıp kapayıncaya kadar her şey sakinleşip dinginleşti. Ben de uyanık halde, gözümü bile kırpmadan pencerenin yanına geçtim.

Uzaklarda, trenler şehirden çıkıp başka şehirlere gidiyor, geri dönüyor ve asla durmuyorlardı. Arada bir telefon çalıyordu ve ben de bakıyordum; neredeyse neşeli bir şekilde. Arayan bazen kız kardeşim oluyordu; önce nasıl olduğumu soruyor, sonra da Rio de Janeiro’lu viyolacı kocasının selamını gönderip keyfinin yerinde olduğunu belirtiyor ve her seferinde, kocasının sol el parmaklarının ağrıdığını araya sıkıştırıp orkestra çukurundaki cereyandan şikâyet ediyordu.

Telefonun ucundaki kişi bazen de Gazeteci oluyordu, İsviçre’deki olaylardan bahsediyor, şu ya da bu hadiseye kafa yorduğunu söylüyordu, konuşma çoğunlukla böyle başlıyor ve daha sonra hızlanarak devam ediyordu; şöyle ya da böyle düşündüğünü, bunun hakkında şu ya da bu yöntemle yazmak gerektiği fikrinde olduğunu, bu konuda ötekini veya berikini söylemenin önemli olduğunu belirtip konuşmayı genelde bu şekilde sonlandırıyordu, şimdi yine yapacağı gibi.

Uykusuz geçen günlerin ardından evden çıkıp sokağa adım attım, parlak ışık gözlerime şiddetle vurdu ve dönüp arkama baktığımda, birinin evimde, pencerenin önünde durduğunu gördüm; bir anlığına, sanki kendimi uykuda görüyormuşum gibi geldi, sanki biri uyurken pencerenin kenarında duruyormuş ya da uyurgezerin biri evden çıkıyormuş gibi, ama ben uyumuyordum, hayır, ben uyanıktım. Şimdi de her şey aynı şekilde benden uzaklaşıyormuş gibi geliyor, her şey aynı anda oluyormuş gibi… Bacalardaki uyarı ışıkları tuhaf bir şekilde yanıp sönüyordu, bir sınır muhafızı silahlanıyordu, trafik lambası kırmızı ışıkta takılı kalıyordu, bir yolcu yaklaşıyordu, biri müzikli testereyi oduna sürtüyordu, diğeri bir kalemi parmaklıkların arasından itiyordu, deponun kulesinin etrafında bir kuş uçuyordu.

Uyuyanları, dedi A. L. Erika, gündüzleri de görüyordum; yol kenarlarında, kamyonet kasalarında uzanıyorlardı ya da Pasifik kıyısındaki banklarda oturup uyuyorlardı. Bir keresinde sahilde Glendale’lı bir öğrenciyle karşılaşmıştım; bana öylece, lafı dolandırmadan, her şey daha iyiye giderse insanların arada bir de olsa uyuyanlara şöyle bir bakabileceklerine dair tuhaf bir umut beslediğini söylemişti ve ardından da şunu alıntılamıştı: Açık gözlerimle, uyuyanların kapalı gözlerine eğiliyorum, etraftaki insanlara; sahile kadar giden 2 numaralı otobüsün şoförüne, Seul’lu bir aileye, Echo Park’taki tek bir odadaki iki öğrenciye. Uyku, diye seslendi Yazar masanın başından, antropolojik bir sabit değermiş. Hemen yanında oturan Glendale’lı Öğrenci, elli yıl önce neredeyse iki yüz saati uyumadan geçiren bir Amerikalının vakasından bahsetti. Adam beşinci gün ayakkabılarından örümcekler çıktığını iddia etmiş; sekizinci güne geldiğindeyse, uyanık olmasına rağmen, uyuyan birine ait tüm tıbbi belirtilere sahipmiş. Bunu tasvir etmem gerekirse, aşağı yukarı şuna benziyordu, dedi Lojistikçi, sanki hararetle gazeteleri okumuşum ve her şey doğrudan kafama girmiş gibiydi; tüm olasılıklar hemen gözümün önünde gerçekleşmiş ya da muazzam bir hızla dünyadan geçmişim de her şeyi görmüşüm gibiydi.

Bu ülkenin, İsviçre’nin yaşadıklarını, diye devam etti Lojistikçi, tek başınıza doğrudan izlediğinizi düşünün. Dünyada ne varsa hepsi bir baş dönmesiyle aklıma giriyor ve sonra kenara çekiliyordu; loto zengini parasını kaybetmiş, mültecilerin sıcak bedenleri ormanda bulunmuş, köylüler geri dönmüş ve gemi yarılıp ikiye bölünmüş. Bense şehre giden tramvayın son durağının önünden geçiyordum ve sınırdan uzaklaşıp şehir yönünde ilerlerken birden etrafımda birkaç insan belirdi: omuzlarında örtü olan bir adam, ellerinde bavullarıyla kadınlar ve onların arasında, ne yapacağız, diye sonra bir çocuk. Görünüşe göre benimle birlikte yürüyorlardı. Epeyce uzun bir süre yürümüşüz gibi geldi; tepelerin üstünden, kıtalar boyunca yürüdük (ve kıtaların kıyıları denizlere varıyordu ve görünüşe göre patikalar zararsız bir şekilde uzanıyordu ve yollar terk edilmişti, martılar uyumak için gözlerini kapatmıştı, dalgalar uzaklarda duvarları dövüyordu, yolun kenarındaki yeşilliklere bir parça plastik takılmıştı, rüzgâr geceye doğru sürükleniyordu) ve bir süre sonra sanki rüya görüyormuşum gibi geldi, ama uyumuyordum, hayır, uyanıktım, aydınlık saatler doğuyordu, dünyanın etrafında giderek daha hızlı ilerliyorduk, keyfim yerindeydi, neşeliydim; her şey gözümün önünde gerçekleşiyordu, trenlerin kapıları kapanıyordu, çiftçinin biri yeni doldurduğu sepetini topallayarak taşıyordu, bir konuşmacı ortaya çıkıyor ve bir kadın yeraltına ayak basıyordu, televizyonda akşam oluyordu, salıverilenler her zamanki yerlerini terk ediyordu; bizse durmadan devam ediyorduk ama gece çökmeden önce, sanki üstümüze sihirli bir el uzanmışçasına, Mulhouse’tan yeniden Basel sınırına varıyorduk; Elsässer Sokağı’nda tek bir kişi bile yoktu, sınır kapısı terk edilmiş halde öylece duruyordu; yalnızca ben, salondaki pencereden, fal taşı gibi açılmış gözlerle bakıyordum ve sanki son kelimem de ağzımdan çıkıp gitmiş gibi suskundum.

Fortunat, aklındaki yerin bir boğaz olduğunu söyledi ve Bebi Suso’dan alıntılayarak okudu: Hep birlikte boğazları geçerken kıta katmanlarının daha hızlı kaymasını umdum, sonra da daha en başından hiç ayrılmamış olmalarını diledim. Yazar, Suso’nun olağanüstü kitabı Bir Yolcunun Günlüğü’nü okuduğunu belirtti; aklında da her şeyden önce, anlatıcının bir yaylaya ya da çöle doğru yaptığı uzun yürüyüşün tasviri kalmış. Mutfağıma girdiğimde, dedi Lojistikçi, omuzlarında örtü olan adam orada oturuyor, gazete okuyup bana bakıyordu; pencerenin yanında da üç kadın vardı ve kahve içiyorlardı, manşetleri görüyordum, kadının biri genital bölgesinde kokain kaçakçılığı yapmıştı, sınır muhafızları tarafından vajinasında 152 gram kokainle yakalanmıştı, 152 gram! Kadın (20) vajinasında kokain kaçırıyor, kaçakçılık taktiği: vajinada kokain. Nijeryalı kadın, malı bacaklarının arasında taşımıştı, Biel-Konstanz arası trende, diye okuyordum, kadını yakalamışlar, Baden Garı’nda da tutuklamışlar; bu sırada aklıma, bir keresinde Biel’den Konstanz’a giderken pasaportumu masamda unuttuğum ve Almanya’da kaldığım sırada İsviçre’ye girişimin reddedileceğinden korktuğum geldi, oysa aslında zorluk çıkarmadan geçirmişlerdi. Soru, dedi Çevirmen: Bir Lojistikçi olarak ihracatla da ilgileniyor muydunuz?

Deniz yoluyla ithalat, diye yanıtladı Lojistikçi. Yazar, ayağa kalkıp yorgun olduğunu söyledi, zira Los Angeles, Glendale’lı Öğrenci, geceleri A. L. Erika’ya, Walt Whitman’ın uzun şiirlerini okuyormuş, sesi duvardan duyuluyormuş. Whitman’ın dizeleri de genelde ünlemle bitiyor, diye ekledi Yazar ve salonu terk etti ama kısa bir süre sonra tekrar kapıda belirdi ve içeridekilere bir bakış attı: Bizzat sizin dile getirdiğiniz gibi, dedi Lojistikçiye, bu insanları kendi evinizde ağırlarken aklınızdan ne geçiyordu? Dediğim gibi, aklımdan olası her şey geçiyordu, diye açıkladı Lojistikçi.

Ancak bu insanların evimde rastlaşmalarına katiyen şaşırmadım ve bu beni hiç rahatsız etmedi. Bana yabancılardı, kapalı birer kutulardı, gölgelerle kaplılardı ve hakikilerdi. Ancak bizzat kendi kişiliğim de böyle değil mi? Dostlarla dolu bir odayı, çoğunlukla tek kelime etmeden, dikkat çekmeden terk ederim; sanki veda etmeksizin eve dönüyormuşum gibi, sanki arabada unuttuğum sigara paketini almaya gidiyormuşum gibi. Çünkü ne söylediklerini ve söylediklerinin benim için ne ifade ettiğini anlamıyorum. Acaba bu otların arasında tropik bitkiler de var mıdır, diye sordu A. L. Erika başıyla pencereyi göstererek. Fortunat’ın ünlü botanikçilerle dolu bir aileden geldiğini daha yeni öğrenmişti, kendi ailesinde ise öyle öne çıkan şahsiyetler yoktu.

Çevirmen başını iki yana salladı, otlara özel bir merakının olmadığını söyledi. Aynı şekilde hayvanlara da. Gece yarısından hemen önce, diye devam etti Lojistikçi, telefon çaldı, arayan Gazeteciydi ve İsviçre’de olanlardan bahsediyordu, tanıdığı gezginlerden biri, geceyi Basel’deki bir ormanda çalılıkların arasında geçirmeye hazırlanan bir aileyle karşılaşmış, ailenin fertleri bir örtüyü dört köşesinden tutup ormanlık alana serivermişler, loş ışıkta ağızlarından çıkıp dalların arasından geçip giden buhar bile görülüyormuş. Adam, yani Gazeteci, sınırda bulunan karşılama merkezi adındaki yerlerin bu sıralar yeniden dolduğunu duymuş. Aynı zamanda kısa süre önce de, zımpara kâğıdıyla ya da tırtıklı duvarlarda aşındırılmış parmak uçlarının ancak iki üç haftada iyileştiğini okumuş; bu yüzden, parmak izlerinden ayırt edebilmek için, insanları karşılama merkezlerinde iki üç hafta bekletiyorlarmış. Bu şekilde aşınan parmak uçları kanar mı yoksa sadece sertleşir mi, diye merak ediyormuş, parmaklardaki bu aşınmanın insanın ellerini kullanmasını engelleyip engellemeyeceğini soruyormuş kendine, parmak izi vermemek için on parmağın onunun da uçlarının aşındırılması gerekir, diyormuş ve haftalar süren bir yolculuğun ardından kendi vücuduna, örneğin belki bir evin duvarında bu şekilde zarar verebilen bir adam ya da kadın düşünüldüğünde bu insanın peşinde dehşet saçan bir şey olması gerekiyordur, diye düşünüyormuş.

Hatta kendisi de evindeki koridorda bir an durmuş ve tırtıklı sıvaya bakmış, parmaklarını sıvanın üzerine koymuş ve tek bir parmağıyla bile böylesi bir deneme yapmaktan korkmuş. Ben gazeteciyim, dedi Gazeteci telefonun ucunda, ve tek bir parmağımı bile duvara sürtmekten korktum, üstelik bunu araştırmamın bir parçası olarak yapacaktım; bunu yapması için insanın peşinde dehşet saçan bir şey olmalı. Konuşmaya ara verdi, dedi Lojistikçi, ve hattın diğer ucunda yemek yiyip nefes alışını duyuyordum. Evdeki bütün ışıklar yanıyordu, titremeden yanan hoş bir ışıktı ama onları ben yakmamıştım, yorgundum ve uyumuyordum, Gazetecinin uzaklaşan sesine kulak kesildim. Sonuçta bu, dedi Gazeteci uzun bir süre sonra, sınırı aşmak için bedenin kendisini geçici bir süreliğine de olsa yok etme girişimi olarak adlandırılabilir belki de; ve bu insanlar aslında, kendilerinden isteneni tamamen ve bizzat kendi elleriyle hallediyordu.

Gazeteci nihayet telefonu kapatmak üzere veda ederken ve bana bundan böyle gazetenin yeni çıkan sayılarıyla birlikte eline yeni geçen haberleri de ileteceğini söylerken, bir an durdum ve odalar bana birden yabancılaşmış gibi geldi; onları sanki ilk defa görmüşüm gibi etrafıma bakındım, bu telefon görüşmesini izinsiz ve gizlice yürütüyormuşum gibi başımı eğdim, ahizeyi yerine yerleştirip mutfaktan çıkarken sendeledim, kolumu duvara sürttüm ama bunu yaparken pek bir şey hissetmedim. Kafamın içinde resimler dönüp duruyordu fakat ben ilgilenmiyordum, dingin bir seyirciydim; bir yolcu köşeyi dönüyordu, buraları bilen biri bana limanın ne tarafta olduğunu gösterdi, gezginin biri elinde sopayla ormana gitti.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıUykuyayatanlar
  • Sayfa Sayısı144
  • YazarDorothee Elmiger
  • ISBN9786052349229
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviDelidolu /

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Cesurlara Davet ~ Dorothee ElmigerCesurlara Davet

    Cesurlara Davet

    Dorothee Elmiger

    “Bilip tanıdığım tek yer burası. Artık tamamen terk edilmişlere ait, terk edilmiş bir arazi. Biz de bu enlemlerde doğmuş ve tüm iyi ruhlar tarafından...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Nefes Almadan ~ Gerard van GemertNefes Almadan

    Nefes Almadan

    Gerard van Gemert

    Joey ve arkadaşları sahada maç yaparken, tanımadıkları bir çocuk kenarda oturmuş, onları izlemektedir. Joey onu maça davet edince çocuğun adının Adil olduğunu, sahanın yakınındaki...

  2. İçki Cumhuriyeti ~ Mo Yanİçki Cumhuriyeti

    İçki Cumhuriyeti

    Mo Yan

    Bu çarpıcı epik romanda Çin’in yaşayan en önemli yazarlarından Mo Yan, okurlarını hayalî bir diyara, İçki Cumhuriyeti’ne götürüyor. Hurafelerin, açgözlülüğün ve gerçeküstü olayların hüküm...

  3. Sensiz Olmaz ~ Susan Elizabeth PhillipsSensiz Olmaz

    Sensiz Olmaz

    Susan Elizabeth Phillips

    Plan; Bir dahî olan fizik profesörü Dr. Jane Darlington bebek sahibi olmak için yanıp tutuşmaktadır. Ama bir baba bulması hiç de kolay değildir. Çocukken...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur