Delidolu’nun “Ne Yapmalı?” adlı kurmaca dışı kitaplar dizisinin yeni kitabı Nasıl Yaşıyoruz ve Nasıl Yaşayabiliriz?, görsel sanatlar ve tasarım tarihinin en etkili isimlerinden biri olan William Morris’in daha iyi bir dünya hayalini okurlarla buluşturan antikapitalist bir manifesto.
Aslında bir konuşma metni olan ve ilk kez 1887 yılında yazıya dökülen Nasıl Yaşıyoruz ve Nasıl Yaşayabiliriz?, sanat, toplum, ekonomi üzerine analizler ve gündelik yaşamdan örneklerle kapsamlı bir kapitalizm eleştirisi sunuyor.
Uluslararası çalışmalarıyla adından övgüyle bahsettiren illüstratör ve akademisyen Korkut Öztekin’in farklı teknikleri bir araya getirerek resimlediği Nasıl Yaşıyoruz ve Nasıl Yaşayabiliriz?, günümüzün tüketim ve rekabet odaklı kapitalist düzenini alt etmenin tek yolu olarak sınıf devrimine işaret ediyor.
Çalışma hayatınızı boş zamanınızdan ayrı düşünebilir misiniz? Ya üretim biçiminizi? Neleri kim için ürettiğinizi, ürettiklerinizin ve emeğinizin ne kadarına sahip olabildiğinizi? Güzel olduğunu varsaydığınız bir çevrede, doğayla tehlikeli bir egemenlik ilişkisi kurmadan, teknoloji ve makinelerin esiri olmadan, eşit, adil, savaşsız ve özgür bir toplumda yaşamak; yalnızca tüketerek veya başkaları için üreterek değil, istediğiniz şeyleri keyifle, kendiniz için üreterek, insanca bir ömür sürmek mümkün mü? William Morris’in bu sorulara bir yanıtı ve herkese bir daveti var: sınıf mücadelesi.
Nasıl Yaşıyoruz ve Nasıl Yaşayabiliriz?, içinde yaşadığı topluma karşı sorumluluk hisseden herkes için zihin açıcı, cesur bir kılavuz.
Biz sosyalistlerin sıklıkla kullanmak durumunda kaldığı devrim sözcüğü, isyan ve şiddetin her türlüsünü beraberinde getiren ve yürütme gücünü bir şekilde ele geçirmiş bir grup adamın sözüne bağlı, tepeden inme bir değişimi ifade etmek zorunda olmadığını açıkladığımızda dahi, çoğu insanı ürpertir. Devrim sözcüğünü etimolojik anlamıyla kullandığımızı ve toplumun en temelinde gerçekleşecek bir değişimden bahsettiğimizi açıklasak bile, insanlar bu denli köklü bir değişim fikrinden korkar ve devrimden ziyade reformdan söz etmeniz için size adeta yalvarırlar. Ancak sosyalistler olarak bizlerin devrim diyerek kastettiği şey ile bu saygıdeğer insanların reform sözcüğüne yükledikleri anlam tamamen farklı olduğundan, zararsız çehresinin ardına hangi tasarıyı gizlersek gizleyelim, reform sözcüğünü kullanmanın hata olacağını düşünmeden edemiyorum.
Bu yüzden, toplumun en temelden değişmesi anlamına gelen kelimemize sadık kalalım. Devrimi dillendirmek insanları korkutabilir, fakat göz ardı etmekle tehlikesi azalmayacağı için korkulması gereken şeylerin mevcudiyeti konusunda onlara yapılan bir uyarıdır da. Öte yandan, devrim sözcüğü bazı insanları yüreklendirebilir ve onlar için devrim, bir korku değil, bir umuttur. Korku ve umut, insan ırkına hükmeden ve devrimcilerin de baş etmesi gereken iki temel duygudur. Bizim işimiz, baskı ve zulüm altındaki nice insana umut vermek ve zalimler azınlığına korku salmaktır.
İlkini yapar ve çoğunluğa umut aşılarsak, azınlıkta kalanlar onların umudundan hâliyle korkacaktır. Esasen onları hiç korkutmak istemeyiz; zira derdimiz yoksulların intikamı değil, mutluluğudur. Hakikaten, yoksulların çektiği binlerce yıllık çilenin intikamı nasıl alınabilir ki? Fakat yoksullara zulmedenlerin birçoğu, hatta büyük çoğunluğu diyelim, zalim olduklarının farkında değildir (niye böyle olduğunu birazdan göreceğiz). Kendi kendilerine, Romalı bir köle sahibinin ya da Legree’nin1 hissettiklerinden dağlar kadar uzak, sessiz sakin ve düzenli bir hayat sürerler. Yoksullar vardır, bunu bilirler. Ancak yoksulların acıları, sert ve sarsıcı bir biçimde ulaşamaz onlara.
Onların kendi dertleri vardır ve hiç şüphesiz, dert çekmenin insanlığın kaderi olduğunu düşünürler. Kendi yaşamlarındaki dertleri, toplumun alt kesimlerindeki insanların dertleriyle karşılaştıracak yola yordama da sahip değillerdir. Ve olur da daha ağır dertler üzerine düşünmek zorunda kalırlarsa,“İnsan, ne olursa olsun, çekeceği derde alışır,” vecizesine sığınırlar. Hâsılı, bireyler söz konusu olduğunda, durum tastamam böyledir. Mevcut durum ne kadar kötü olursa olsun, onu destekleyenlerin başında rahatı yerinde olan, kendini bilmez zalimler gelir; en yumuşak, en kademeli reformları aşacak herhangi bir değişimden korkmak için her türlü sebeplerinin olduğunu düşünürler.
İkinci sırada, yaşamları her zamanki gibi güçlük ve endişeyle dolu yoksullar vardır; onlar ise kendileri için daha iyi olacak herhangi bir değişimi tahayyül etmekte zorlanırlar ve koşullarında iyileşme ihtimali doğurabilecek herhangi bir eyleme geçerek, sahip oldukları azıcık şeyin bir parçasını bile riske atmayı göze alamazlar. Neticede, içlerine korku salmak haricinde, zenginlerle ilgili yapabileceğimiz fazla bir şey yoktur; yoksullara umut vermek ise bir hayli güçtür. O hâlde, şu an sürdürdüğümüzden daha iyi bir yaşam için bu engin mücadeleye dahil etmeye çabaladığımız insanların, bizlerden bu yaşamın neye benzeyeceğine dair, en azından biraz fikir talep etmeleri gayet makuldür. Talepleri akla yatkın, ancak yerine getirmek hiç de kolay değil, zira yeniden yapılanmaya yönelik bilinçli çabaları neredeyse imkânsız kılan bir sistemin içinde yaşıyoruz. O hâlde, bizim açımızdan şu yanıtı vermek mantıksız olmaz:
“İnsanlığın gerçek anlamda ilerlemesinin önünde birtakım engeller mevcuttur; bunları ortadan kaldıralım, o zaman göreceksiniz.” Nasıl yaşayabileceğimizi göstermeye çalışırken, şu anki gidişatta hiç değilse bir şeylere sahip olduğunu düşünen,bunları kaybetme fikriyle dehşete düşen, kendilerini öncekinden daha kötü ve her şeylerini yitirmiş hâlde bulma korkusuna kapılanların endişelerini haklı çıkarma pahasına, epeyce olumsuzluğa değinmem gerekecek. Daha iyi bir yaşam için gösterdiğimiz çabada, yetersiz kaldığımızı düşündüğüm yerlere dikkat çekmek isterim.
Zenginlere ve hâli vakti yerinde olanlara, ne pahasına olursa olsun korumak için kendilerini paraladıkları mevkilerinin ne menem bir şey olduğunu, o mevkilerden vazgeçmelerinin gerçekten korkunç bir kayıp olup olmadığını sormak; esasen onurlu ve müreffeh bir yaşam sürme gücüne sahip olan yoksullara, içinde bulundukları vaziyete tahammül edebilmelerinin tek yolunun mütemadiyen yozlaşmak olduğundan bahsetmek isterim. O hâlde, mevcut sistemimizde nasıl yaşıyoruz? Biraz buna bakalım. İlk olarak, şu anki toplum düzenimizin daimi savaş hâline dayandığını anlamamız gerek. Aranızda bunun zaten böyle olması gerektiğini düşünen var mı? Biliyorum, sizlere mütemadiyen, günümüzde üretimin yegâne koşulu olan rekabetin iyi bir şey olduğu ve insan ırkının ilerleyişini teşvik ettiği söylendi. Fakat size bunu söyleyenler, eğer dürüst davranmaya niyetleri varsa, rekabet yerine kısa yoldan savaş sözcüğünü kullansınlar. Böylece sizler de, savaşın ilerlemeyi, sizi kendi bahçenizde kovalayan çılgın bir boğanın yapabileceğinden daha çok teşvik edip etmediğine özgürce karar verebilirsiniz.
Savaş ya da rekabet, artık nasıl adlandırmak isterseniz, en hafifinden, başkalarının kayıpları karşısında kendi çıkarınızı gözetmek demektir. Ve bu süreç içinde, kendi sahip olduklarınızı bile yıkımdan sakınabileceğinizi sanmayın. Bunun için çabalarken daha kötüsüyle karşılaşmanız işten bile değil. İnsanların ya öldürdüğü ya da öldüğü ve gemilerin batırmak, yakmak ve imha etmekle görevlendirildiği savaşlar söz konusu olduğunda, bunu açıkça anlarsınız. Ancak, öyle görünüyor ki ticaret adı verilen diğer savaşı sürdürürken bu israfın pek de farkında değilsiniz. Gelgelelim, dikkatle bakınca, israfı orada da göreceksiniz. Şimdi savaşın bu türüne biraz daha yakından bakalım ve aldığı bazı biçimleri etraflıca inceleyelim. Böylece, “yak, batır ve imha et” emrinin nasıl icra edildiğini görebiliriz.
Öncelikle, uluslararası rekabet adı verilen savaş türü vardır ki, doğrusunu söylemek gerekirse, bugünlerde medeni ulusların yürüttüğü süngü savaşlarının sebebi odur. Geçmişten günümüze biz İngilizler, bu savaşlar söz konusu olduğunda, elbette kendimizi herhangi bir riske atmadan savaşmayı sürdürdüğümüz o cazip koşullar ve ölümlerin hep karşı taraftan olduğu ya da her halükârda bizim öyle olmasını umduğumuz durumlar dışında, bir hayli çekingen davrandık. Uzun zamandır saygıdeğer bir düşmana karşı sıcak savaşa girmekten kaçındık. Sebebini hemen söyleyeyim: Çünkü dünya pazarının aslan payı bizimdi; bir ulus olarak bu pay uğruna savaşmak istemedik, zira zaten bize aitti. Ancak şimdi bu durum önemli ölçüde değişiyor ve bir sosyalist için pek şenlikli bir hâle bürünüyor:
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıNasıl Yaşıyoruz ve Nasıl Yaşayabiliriz?
- Sayfa Sayısı56
- YazarWilliam Morris
- ISBN9786052349281
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hayat İşte ~ Italo Svevo
Hayat İşte
Italo Svevo
Okuru bir tutkunun peşi sıra XIX. yüzyıl sonu Triestesi’nin sokaklarında, meydanlarında, salonlarında dolaştıracak bu roman, ülkemizde Zeno’nun Bilinci, Senilità, Kötü Bir Şaka romanlarıyla tanınan...
- Finlay Donovan: Cinayetin Kitabı ~ Elle Cosimano
Finlay Donovan: Cinayetin Kitabı
Elle Cosimano
İki çocuklu bekâr bir anne olan Finlay Donovan’ın hayatı kaos içindeydi: Teslim tarihi yaklaşan kitabının tek satırı bile hazır değildi, çocukları evin altını üstüne...
- Flores Kadınlarının Laneti ~ Angelica Lopes
Flores Kadınlarının Laneti
Angelica Lopes
Hayatları Dantelle Örülmüş Yedi Neslin Kadınları” ÖRDÜKLERİ DANTELDE OLUŞTURDUKLARI ŞİFREYLE ERKEK BASKISINA BAŞ KALDIRAN KADINLAR… On sekiz yaşında bir genç kız olan Alice, yıllar...