2007 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Doris Lessing’in imzasını taşıyan Beşinci Çocuk; okurları, kökleri derinlere uzanan evrensel korkularıyla yüzleştirirken annelik, toplumsal normlar, ahlaki seçimler ve aile ilişkileri gibi pek çok zorlu mesele üzerine düşündürüyor.
Hiç kimsenin hoşlanmadığı, hatta içten içe korktuğu için uzak durmayı tercih ettiği olağandışı bir çocuğa sahip olmanın yol açtığı ruhsal etkilere odaklanan, onu sevememenin yarattığı suçluluk duygusunu cesaret isteyen bir dürüstlükle anlatan bu romanı bir solukta okuyacaksınız.
Filmlere de konu olan “şeytani çocuk” imgesini, ustaca kaleme alınmış bir korku, gerilim başyapıtına dönüştüren Doris Lessing’in, mutlulukla örülmüş aile yaşamının nasıl ilmik ilmik çözülüp gittiğini resmettiği Beşinci Çocuk; empati duygusunu tetikleyen hikâyesi ve etkili kurgusuyla okurunu daha ilk sayfalarından avucuna almayı başarıyor.
Harriet ve David, geleneksel aile yapısının önemini yitirdiği bir toplumda, akrabaları bir araya getirdikleri büyük evlerinde dört çocuklarıyla mutlu bir yaşam sürmektedir. Dışarıdaki yıkıcı dünyanın etkilerinden uzak, düşledikleri eski moda değerlere adanmış huzurlu yuvayı kurmakla övünen çiftin yaşamı, beşinci çocukları Ben’in doğumuyla altüst olur. Harriet, içinden çıkan bu çirkin, iri ve kontrolü güç bebekle birlikte hiç tanımadığı bir karanlıkla ve ummadığı bir toplumsal tepkiyle karşı karşıya kalır; bir zamanlar gerçek kıldıkları aile düşü giderek kâbusa dönüşür.
Harriet birçok kez uyanmış, Ben’in yarı karanlıkta durup onları seyrettiğini görmüştü. Bahçenin gölgeleri tavanda oynaşır, koca odanın içindekiler hiçlikte kaybolurken, karanlığın içinde bütünüyle seçilemeyen bu ifrit çocuk oracıkta dikiliyordu. İnsana ait gibi durmayan o gözler, Harriet’i uykularından uyandırıyordu.
“Kâbuslara malzeme olan o keskin sadelikle yazılmış… Yaşadığımız dünyanın sadık, ama tüyler ürpertici bir yansıması.” Sunday Telegraph
“Farklı türlerde kalem oynatan ve onları dahiyane biçimde yeniden üreten Doris Lessing, bu sefer bir korku hikâyesi anlatıyor. Çok kadim bir korku üzerine kurulu Beşinci Çocuk çarpıcı ve unutulmaz.” Guardian
“Doris Lessing’in okurları etkisi altına alma ve ikna etme gücü daha ilk sayfadan kendini belli ediyor… Bu kitap yer yer tüylerinizi ürpertecek olsa da bitirene kadar elinizden bırakamayacaksınız.” Sunday Times
Harriet ile David, aslında gitmek istemedikleri bir ofis partisinde tanıştılar ve tanışır tanışmaz bunun hayatları boyunca bekledikleri şey olduğunu anladılar. Muhafazakâr, eski kafalı, hatta demode; çekingen ve memnun etmesi zor… Başkaları tarafından böyle nitelendiriliyorlardı ve kazandıkları tatsız sıfatlar bunlarla da sınırlı değildi. Onlarsa kendilerine dair görüşlerine inatla tutunuyor, pekâlâ sıradan ve haklı olduklarını, sırf modası geçmiş nitelikler diye duygusal titizlikleri ve kanaatkârlıkları için eleştirilemeyeceklerini savunuyorlardı.
Bu ünlü ofis partisi, senenin üç yüz otuz dört günü yönetim kurulu odası olarak kullanılan uzun, süslü, ciddi bir odada düzenlenmişti ve iki yüz kişi odayı sıkış tıkış doldurmuştu. Hepsi inşaat işiyle uğraşan, birbiriyle ilişkili üç şirket, yıl sonu partileri için buradaydı. Ortam gürültülüydü. Küçük müzik grubunun çıkardığı kulakları zonklatan ritim, zemini ve duvarları sarsıyordu. Sıkışıklık yüzünden çoğu kişi dip dibe dans ediyordu. Çiftler, görünmez döner tablaların üzerindeymişçesine, oldukları yerde döne döne hoplayıp zıplıyordu. Kadınlar dramatik, tuhaf, rengârenk giyinip kuşanmışlardı: Bana bakın! Bana bakın! Erkeklerin bazıları da aynı ilgi açlığı içindeydi. Dans etmeyen birkaç kişi duvar diplerine dizilmişti. Harriet ile David de onların arasındaydı; ellerinde kadehlerle dikilmiş, partiyi izliyorlardı. Dans edenlere bakarken aynı şeyi düşünüyorlardı: Erkeklerden çok kadınlar, ama bazı erkekler de, böyle keyifle değil de acıyla bağırıyor ve yüzlerini buruşturuyor olsalar aradaki fark anlaşılmazdı. Sahnede zorlama bir coşku vardı… Ama bu düşüncelerini de diğer pek çok düşünceleri gibi kimseyle paylaşmayı beklemiyorlardı. Odanın diğer ucundan bakılınca –görünüşleriyle ilgi çekmeye çalışan onca insan arasından görülebilirse şayet– Harriet pastel rengi bir bulanıklıktan, empresyonist bir tablo veya hileli bir fotoğraftaki gibi fona karışmış bir kızdan ibaretti. Kurutulmuş ot ve yapraklarla düzenlenmiş büyük bir vazonun yanında duruyordu, elbisesi çiçekliydi.
Ona odaklanan gözler devamında, modaya uygun olmayan kıvırcık siyah saçlar görüyordu; yumuşak ama düşünceli mavi gözler, sımsıkı kısılmış dudaklar… Aslında, yüz hatları keskin ve güzel, vücudu sağlam yapılıydı. Sağlıklı bir genç kadın, ama belki de bir bahçede daha fazla rahat edebilecek bir genç kadın. David bir saattir aynı yerde dikilmiş, ölçülü bir biçimde içiyordu. Ciddi gri-mavi gözleriyle uzun uzun bir bu kişiyi bir o çifti inceliyor; insanların nasıl bir araya gelip ayrıldığını, nasıl sektiklerini izliyordu. Harriet’a, ayaklarını yere sağlam basan biri gibi görünmemişti; parmak uçlarında denge kurmuş, havada gezinir gibiydi. İnce yapılı, genç bir adamdı olduğundan daha genç görünüyordu yuvarlak ve içten bir yüzü vardı; kızlar parmaklarını o yumuşak kahverengi saçlardan geçirmeye can atardı ama sonra o düşünceli bakışların etkisiyle kendilerini tutarlardı.
David kızları huzursuz ederdi. Harriet’ı etmedi. Adamın dikkatli ve mesafeli tavrının kendisininkinin kopyası olduğunu biliyordu. Nüktedan havasının çaba gerektirdiğini tahmin ediyordu. David’in aklından da onun hakkında benzer yorumlar geçiyordu. Kız bu tür etkinliklerden en az onun kadar hoşnutsuzmuş gibi görünüyordu. İkisi de diğerinin kim olduğunu anlamıştı. Harriet inşaat malzemeleri tasarlayan ve tedarik eden bir şirketin satış departmanındaydı, David ise mimardı. Öyleyse, bu ikiliyi tuhaf ve anormal yapan şey neydi? Cinselliğe yaklaşımları! Altmışlarda yaşıyorlardı! David gönülsüzce âşık olduğu bir kızla uzun ve zor bir ilişki yaşamıştı. Kız tam da onun istemediği türden bir kızdı. Zıtların çekimi hakkında birbirleriyle şakalaşırlardı. Kız, David’in onu doğru yola döndürmeyi düşündüğünü iddia ederek ona takılırdı: “Sanırım sen zamanı geri çevirebileceğini hayal ediyorsun ve işe benimle başlayacaksın!” Yaşadıkları mutsuz ayrılıktan sonra kız –David’in tahminine göre– Sissons Blend şirketindeki herkesle yatmıştı.
Kızlarla yattığını duymak da şaşırtıcı olmazdı. Bu gece o da buradaydı; flamenko elbisesinin esprili bir taklidi olan, siyah dantellerle bezeli kırmızı bir elbise giymişti. Bu uydurma kıyafetten uzanan başı şaşırtıcıydı. Tamamen 1920’ler tarzını denemişti; yağlayıp başına yapıştırdığı siyah saçları ensesinde sipsivri uzanıyordu, kulaklarının üzerinde iki parlak, siyah diken daha vardı ve siyah bir tutam da kıvrılarak alnına sarkıyordu. Kız odanın karşısında, partneriyle fırıl fırıl döndüğü yerden David’e çılgınca el salladı ve öpücükler yolladı, David de dostça gülümseyerek karşılık verdi: Darılmaca yok. Harriet’a gelince, o bakireydi. “Bu zamanda mı?” diye haykırabilirdi arkadaşları, “Deli misin sen?” Eğer bu, savunulması gereken fizyolojik bir durumsa, Harriet kendini bakire olarak görmemişti; o kendisini daha ziyade güzel, zarif kâğıtlara sarılmış, tedbirli bir biçimde doğru kişiye verilmek üzere bekleyen bir armağan olarak görüyordu. Kendi kız kardeşleri ona gülüyordu. Harriet, “Üzgünüm. Bu önüne gelenle yatma meselesinden hiç hoşlanmıyorum, bana göre değil,” dediğinde ofisteki kızlar kasten eğleniyormuş gibi görünmeye özen gösteriyorlardı. Her daim ilginç bir konu olarak, genellikle de nahoş sözlerle, arkasından konuşulduğunu biliyordu. Büyükannesinin neslinden edepli kadınların soğuk bir küçümsemeyle, “Ahlaksızın teki, bilirsin,” veya “Hiç matah bir kadın değil,” veya “Ahlakın esamisi okunmuyor onda,” dediği gibi; annesinin neslinin ise, “Erkek delisi,” veya “Kadın tam bir nemfomanyak,” dediği gibi; bu zamanın aydınlanmış kızları da birbirlerine, “Çocukluğunda bir şey yaşamış ki böyle olmuş. Zavallıcık,” diyorlardı.
Gerçekten de zaman zaman talihsiz veya bir şekilde eksik hissettiği olmuştu, çünkü yemeğe çıktığı veya sinemaya gittiği erkekler onun kendilerini reddetmesini hem kabalık hem de hastalıklı bir bakış tarzının kanıtı olarak görüyorlardı. Bir süreliğine, diğerlerinden daha genç bir kız arkadaşıyla gezmişti, ama sonra bu kız da, Harriet’ın çaresizlik içinde tanımladığı şekliyle “diğerlerine benzemişti”. Harriet kendini uyumsuz biri olarak tarif ediyordu. Akşamlarını genellikle yalnız geçiriyordu ve hafta sonlarında eve, annesine gidiyordu. Ve annesi, “Eh, sen eski kafalısın, hepsi bu. Fırsatları olsa pek çok kız da eski kafalı olmak isterdi,” diyordu. Bu iki ayrıksı insan, Harriet ile David, aynı anda köşelerinden ayrılıp birbirlerine doğru yürümeye başladılar. Ünlü ofis partisi, hikâyelerinin bir parçasına dönüştüğünde, bu önemli bir ayrıntı olacaktı:
“Evet, tam olarak aynı anda…” Duvar diplerine yığılmış insanları itip geçmeleri gerekti. Dansçılardan korumak için kadehlerini başlarının üzerine kaldırmışlardı. Böylece sonunda, gülümseyerek ama belki bir parça endişe içinde, bir araya geldiler. David, Harriet’ın elini tuttu ve kalabalığın arasından sıyrılarak büfenin olduğu, gürültücü insanlarla dolu yan odaya girdiler, oradan da kucaklaşmış birkaç çiftin bulunduğu koridora geçtiler ve karşılarına çıkan kilitsiz ilk kapıdan içeri girdiler.
Burası bir ofisti ve içeride bir çalışma masası, sert sandalyeler ve bir kanepe vardı. Sessizdi… yani, hemen hemen. İçlerini çektiler. Kadehlerini bıraktılar. Birbirlerine dilediklerince bakabilmek için karşı karşıya oturdular ve sonra konuşmaya başladılar. O âna dek konuşma hakkından mahrum kalmışlar, konuşmaya susamışlar gibi durmadan konuştular. Koridorun karşısından gelen gürültü dinmeye başlayana kadar diz dize oturup konuşmaya devam ettiler; sonra da sessizce çıkıp David’in yakınlardaki dairesine gittiler. Orada, el ele tutuşarak yatağa uzandılar, konuştular, arada öpüştüler ve sonra uyudular. Vakit kaybetmeden Harriet, David’in dairesine taşındı, çünkü o zamana dek bütçesi ortak kullanılan büyük bir dairede tek bir oda tutmaya yetmişti yalnızca. Baharda, evlenmeye karar vermişlerdi bile.
Neden bekleyeceklerdi ki? Birbirleri için yaratılmışlardı. Harriet üç kız kardeşin en büyüğüydü. On sekiz yaşında evini terk edene kadar çocukluğuna ne çok şey borçlu olduğunu anlamamıştı, çünkü çoğu arkadaşının ebeveynleri boşanmıştı, darmadağın ve gelişigüzel hayatlar yaşıyorlardı; tabiri caizse, sorunlu insanlardı. Harriet onlar gibi değildi, her zaman ne istediğini bilmişti. Okulda gayet başarılıydı, güzel sanatlar okuluna gidip grafik tasarımcılık diploması almıştı; bu, evlenene kadar zaman geçirmenin hoş bir yolu gibi görünmüştü ona. Kariyer kadını olup olmama sorusu kafasını hiç kurcalamamıştı, yine de bu konuda tartışmaya hazırdı, gereğinden daha ayrıksı görünmek istemezdi. Annesi, sağduyu sınırları içinde isteyebileceği her şeye sahip, hâlinden memnun bir kadındı, Harriet’a ve diğer kızlarına öyle geliyordu. Harriet’ın annesiyle babası, mutlu bir hayatın temelinin aile olduğu fikrini sorgusuz sualsiz kabul etmişti. David’in geçmişi ise bambaşkaydı. Daha yedi yaşındayken annesiyle babası boşanmıştı.
David sık sık iki çift anne-babası olduğunu söyleyerek şaka yapardı. İki evde de odası olan, psikolojik sorunlarıyla herkesin ilgilendiği çocuklardandı. Çocuklar açısından ailede hayli sorun, hatta mutsuzluk yaşansa da, kötülük ya da hınç yaşanmamıştı. Annesinin ikinci kocası, David’in diğer babası, akademisyen ve tarihçiydi. Oxford’da büyük, bakımsız bir evde yaşıyorlardı. David onu, Frederick Burke’ü severdi; nazik ve mesafeli bir kadın olan annesi gibi nazik ve mesafeli bir adamdı. Bu evdeki odasını yuvası olarak görmüştü; hayalinde hâlâ gerçek yuvası orasıydı; ama yakında o yuvanın bir uzantısı, genişletilmiş hâli olarak Harriet’la birlikte yeni bir yuva kuracaklardı. Şimdiki yuvası bu evin arkasında, bakımsız bir bahçeye bakan geniş yatak odasıydı; çocukluğuyla dolu ve tam İngilizlere yaraşır şekilde oldukça soğuk, eski püskü bir oda. Gerçek babası ise kendine benzer biriyle evlenmişti; zenginlerin alaycı iyi huyluluğuna sahip, gürültücü, nazik, becerikli bir kadınla. James Lovatt tekne inşa ederdi; David onu görmeyi kabul ettiği zamanlarda, gidip kaldığı yer bir yat ranzası veya Fransa’nın güneyinde ya da Batı Hint Adaları’ndaki bir villanın odası (“Burası senin odan, David!”) oluyordu. Ama David, Oxford’daki eski odasını tercih ediyordu. Büyürken geleceğine dair kendi özel, hırslı planlarını yapmıştı.
Onun çocuklarının hayatı bambaşka olacaktı. O ne istediğini, ne tür bir kadına ihtiyaç duyduğunu biliyordu. David geleceğini, hedeflemesi ve koruması gereken bir şey olarak görüyordu; bu konuda karısı da ona benzemeliydi; mutluluğun nerede olduğunu ve onu nasıl koruması gerektiğini bilmeliydi, tıpkı Harriet’ın kendi geleceğini eski âdetlerde görmesi gibi. Öyle ki ona krallığının anahtarlarını bir erkek verecekti, Harriet orada doğasının talep ettiği her şeyi bulacaktı, bu onun doğuştan hakkıydı ve doğduğu günden itibaren her tür karmaşa ve dramı reddederek, adım adım o noktaya doğru –başta farkında olmadan, ama sonra büyük kararlılıkla– ilerlemişti.
David, Harriet’la tanıştığında otuz yaşındaydı ve hırslı bir adamın inatçı, disiplinli tavrıyla çalışıyordu; ama uğruna çalıştığı şey bir yuvaydı. İstedikleri yaşam tarzına uygun evi Londra’da bulmaları imkânsızdı. Hem, ihtiyaç duydukları yerin Londra olduğundan da emin değildiler; hayır, ihtiyaç duydukları yer Londra değildi. Kendine has bir havası olan, küçükçe bir kasabayı tercih ederlerdi. Hafta sonlarını, iş için Londra’ya gidip gelebilecekleri, yakın mesafedeki kasabaları gezerek geçirdiler ve kısa süre sonra Victoria dönemi tarzında yapılmış, bahçesini otların bürüdüğü büyük bir ev buldular. Kusursuz! Ama genç bir çift için saçmaydı; bir sürü odası, koridoru, sahanlığı ve bir tavan arası bulunan, üç katlı bir ev… Aslında, çocuklar için bol bol yeri olan bir ev. Ama zaten bir sürü çocukları olsun istiyorlardı. Her ikisi de, geleceğe dair taleplerinin muazzamlığı yüzünden âdeta meydan okurcasına, bir sürü çocukları olmasının bir “sakıncası olmadığını” ilan ediyordu. “Hatta dört, beş tane…” “Ya da altı,” demişti David. “Ya da altı!” dedi Harriet ve hissettiği rahatlamayla gözleri yaşarana kadar güldü. Kahkahalar atarak yatakta yuvarlandılar ve öpüştüler. Coşku içindeydiler, çünkü ikisinin de istediği, ancak reddedileceğini düşündüğü ve hatta ödün vermeye hazır oldukları bu konu hiç sorun çıkarmamıştı. Ama Harriet, David’e, David de Harriet’a “En az altı çocuk” diyebilse de, bunu başka kimseye söyleyemiyorlardı.
David’in oldukça iyi maaşına ve Harriet’ın kazancına rağmen, bu evin kredi taksitleri onların gücünü aşardı. Ama bir şekilde başaracaklardı. Harriet iki sene boyunca çalışacaktı, David’le birlikte Londra’daki işlerine gidip geleceklerdi ve sonra… Evi satın aldıkları gün küçük verandada el ele durdular. Dalların hâlâ çıplak olduğu ve baharın ilk günlerinin soğuk yağmuruyla parıldadığı bahçede kuşlar ötüşüyordu. Kalpleri mutlulukla çarparak ön kapının kilidini açtılar ve geniş bir merdivene bakan büyük odada dikildiler. Evin önceki sahiplerinden biri de tıpkı onlar gibi burada bir yuva görmüştü. Neredeyse bütün zemin katı kaplayan bu oda, duvarların yıkılmasıyla oluşturulmuştu. Odanın yarısını mutfak kaplıyordu ve mekânın kalanından, üzerine kitap dizilebilecek alçak bir duvarla ayrılmıştı yalnızca.
Odanın diğer yarısında kanepelere, sandalyelere, bir aile odasının genişliğine ve rahatlığına bol bol yetecek kadar yer vardı. Yavaşça, yumuşak adımlarla, neredeyse nefes bile almadan, gülümseyerek ve birbirlerine bakarak, ikisi de birbirlerinin gözlerinde yaşlar gördüğünden daha da fazla gülümseyerek ilerlediler. Yakında kilimlerle kaplanacak olan çıplak tahtaların üzerinden geçtiler ve sonra, eski moda pirinç çubukların bir halı beklediği merdiveni yavaşça tırmandılar. Merdiven sahanlığında dönüp, krallıklarının yüreğini oluşturacak büyük odaya sevinçle baktılar. Yukarı çıktılar. Birinci katta büyük bir ebeveyn yatak odası vardı. Burası, doğacak bebeklere ayrılacak daha küçük başka bir odaya açılıyordu.
Bu katta dört düzgün oda daha vardı. Yine geniş ama ilkine göre biraz daha dar bir merdiven bir üst kata çıkıyordu ve ikinci kattaki dört odanın pencereleri, tıpkı aşağıdakiler gibi, ağaçlara, bahçelere, çimenliklere bakıyordu; hoş bir banliyöde görülebilecek tüm manzaralar… Ve bu katın üzerinde devasa bir tavan arası vardı; tam da gizli, sihirli oyunlar oynayacak yaşa gelmiş çocuklara göre bir yer. Merdivenleri yavaş yavaş indiler, bir kat, iki kat; odalardan, çocuklarla, akrabalarla, misafirlerle dolu olarak hayal ettikleri başka odalardan geçtiler ve bir kez daha yatak odalarına girdiler. Odada büyük bir yatak bırakılmıştı. Bu yatak, evi onlara satan çift için özel olarak yapılmıştı. Emlakçının dediğine göre, buradan götürülmesi için yatağın sökülmesi gerekirdi; zaten yatağın sahipleri yurtdışına taşınıyordu.
Harriet ile David yan yana yatağa uzanıp odalarına baktılar. Giriştikleri iş karşısında huşuya kapılmış, sessizdiler. Islak güneşin önündeki leylak ağacının gölgeleri geniş tavana, baştan çıkarıcı bir şekilde, bu evde yaşayacakları senelerin resmini çiziyormuş gibi görünüyordu. Başlarını çevirerek pencerelere, leylak ağacının yakında patlayıp çiçeklenecek canlı tomurcuklarla kaplı üst dallarına baktılar. Sonra birbirlerine döndüler. Yanaklarından gözyaşları süzülüyordu. Orada, yataklarında seviştiler. Harriet neredeyse, “Hayır, dur! Ne yapıyoruz biz?” diye haykıracaktı.
Çocuk yapmayı iki sene sonrasına ertelememişler miydi? Ama David’in kararlılığı onu etkisi altına almıştı; evet, olan buydu. David bilinçli, odaklanmış bir yoğunlukla, onun gözlerinin içine bakarak sevişiyordu; bu kararlılığı ve Harriet’ın geleceğini sahiplenmesi, Harriet’ın onu kabul etmesiyle sonuçlandı. Yanında gebelik önleyici herhangi bir şey yoktu. (Elbette, her ikisi de doğum kontrol hapına güvenmiyordu.) Harriet doğurganlığının zirvesindeydi. Ama yine de bu şekilde, ciddi bir kararlılıkla seviştiler. Bir kez. İki kez. Daha sonra, oda karardığında tekrar. “Eh,” dedi Harriet kısık bir sesle, çünkü korkuyordu ve bunu göstermemeye kararlıydı, “olan olmuştur kesin.”
David kahkaha attı. Mütevazı, nüktedan, makul David’den hiç beklenmeyecek, yüksek, pervasız, aldırışsız bir kahkaha. Şimdi oda iyice kararmıştı ve büyük bir boşluk gibi görünüyordu; uçsuz bucaksız, karanlık bir mağara gibi. Yakında bir yerde bir dal duvara sürtünüyordu. Havada soğuk, yağmurlu toprak ve seks kokusu vardı. David gülümseyerek yatıyordu ve Harriet’ın baktığını hissedince başını hafifçe çevirdi, gülümsemesi onu da içine aldı. Ama David kendi dünyasına dalmıştı; gözleri, Harriet’ın tahmin edemediği düşüncelerle parlıyordu.
Harriet onu tanımıyormuş gibi hissetti… “David,” dedi çabucak, sihri bozmak için, ama David ona daha sıkı sarıldı ve kolunu, Harriet’ın bu kadar güçlü, bu kadar ısrarcı olabildiğine inanamadığı bir elle kavradı. Bu kavrayış, Sessiz ol, diyordu. Onlar orada yatarken sıradanlık ağır ağır geri geldi ve o zaman birbirlerine dönüp küçük, güven verici, gündüz öpücükleriyle öpüşebildiler. Soğuk karanlıkta kalkıp giyindiler, henüz elektrik bağlanmamıştı. Bütünüyle sahiplendikleri evlerinin merdiveninden aşağı inip büyük aile odalarına girdiler; gizemli ve saklı hâldeki, henüz onların olmayan bahçeye çıktılar. “Ee?” dedi Harriet şakayla karışık, Londra’ya dönmek üzere David’in arabasına binerlerken.
“Hamile kalırsam tüm bunların parasını nasıl ödeyeceğiz?” Haklıydı: Nasıl ödeyeceklerdi? Harriet gerçekten de o yağmurlu akşamüstünde, o yatak odasında hamile kaldı. Kaynaklarının kıtlığını ve kendi zayıflıklarını düşünerek zor anlar yaşadılar. Çünkü maddi desteğin yetersiz olduğu bu tür zamanlarda, yargılanıyormuşuz gibi hissederiz. Harriet ile David de kendileri eksik ve yetersizmiş, başkalarının sürekli yargılayarak yanlış bulduğu inatçı inançları dışında tutunacak dalları yokmuş gibi hissediyordu.
David, hâli vakti yerinde olan babasından ve üvey annesinden hiç para almamıştı. Yalnızca eğitimini karşılamışlardı, hepsi bu. (Kız kardeşi Deborah’nın eğitimini de karşılamışlardı ama nasıl David annesinin yaşam tarzını benimsemişse, Deborah da babasınınkini benimsemişti ve bu yüzden pek sık görüşmüyorlardı. İki kardeş arasındaki farklılıklar David’e göre şu şekilde özetlenebilirdi: Deborah zenginlerin yaşam tarzını seçmişti.) Şimdi para istemek içinden gelmiyordu. Hırslı akademisyenler olmayan İngiliz ebeveynin ise –annesiyle kocasını bu şekilde görüyordu– pek az parası vardı. Bir öğleden sonra dördü –David ile Harriet,
David’in annesi Molly ve Frederick– aile odasında, merdivenin yanında durmuş yeni krallığı inceliyordu. Şimdi odada, mutfak tarafında, on beş ila yirmi kişinin rahatça oturabileceği çok büyük bir masa vardı. Yerel müzayede salonlarından ikinci el alınmış iki kocaman kanepe ve rahat sandalyeler de yerleştirmişlerdi. David ile Harriet, onları yargılayan bu iki yaşlı insanın karşısında dikilirken, kendilerini çok daha gereksiz şekilde ayrıksı ve fazla genç hissediyorlardı. Molly ile Frederick iriyarı ve pasaklı insanlardı, gür saçları kırlaşmıştı, hâllerinden hoşnut bir tarzda, modayı küçümseyen rahat giysiler giymişlerdi. Hayırsever saman yığınlarına benziyorlardı ama birbirlerine bakışları, David’in çok iyi bildiği her zamanki bakışlar değildi. “Tamam o zaman,” dedi şakayla, artık gerilime dayanamayarak, “söyleyebilirsiniz.” Kolunu Harriet’a doladı. Harriet sabah bulantıları yüzünden ve bir haftadır yer silip temizlik yaptığı için solgun ve süzülmüş hâldeydi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBeşinci Çocuk
- Sayfa Sayısı140
- YazarDoris Lessing
- ISBN9786052349793
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Elfhame Kralı Öykülerden Nefret Etmeye Nasıl Başladı – Peri Halkı Serisi ~ Holly Black
Elfhame Kralı Öykülerden Nefret Etmeye Nasıl Başladı – Peri Halkı Serisi
Holly Black
Kedi sütü ve kibirle beslenen, çirkin bir kehanet başına bela olan bir Peri prensi o… Cardan doğumundan beri prens kâh delicesine seviliyor kâh hor...
- Villon’un Karısı ~ Osamu Dazai
Villon’un Karısı
Osamu Dazai
Trajedilerle bezeli hayatından ve gözünü savaşa açan Japon toplumunun ahvalinden damıttığı öykülerinde Dazai, gerek coğrafyasının klasikleşmiş sanat imgelerinden esinlenerek betimlediği manzaralar, gerekse Japon edebiyatının...
- Cinder / Bir Ay Günlüğü Kitabı ~ Marissa Meyer
Cinder / Bir Ay Günlüğü Kitabı
Marissa Meyer
Gelecekte bile, hikâye “bir varmış bir yokmuş” dİye başlıyor… İnsanlarla androidlerin yan yana dolaştığı Yeni Pekin’e hoş geldiniz. Her ne kadar birlikte yaşamayı başarsalar...