Hikâyelerin başladığı ve bittiği yerde, dünyamın merkezindeyim!
Ödüllü eserlerinden tanıdığımız Andreas Steinhöfel’in kaleminden çıkan Dünyamın Merkezi, bir delikanlının yetişkin ve olgun bir bireye dönüşme sürecini ele alan çok katmanlı bir “oluşum romanı.”
Yaşadığı yere sığamayan, geçmişinden kaçamayan, geleceğini göremeyen ve tercihlerine yönelik saldırılara karşı kendini savunmaktan başka çıkar yol bulamayan Phil’in darmadağın hayatına geniş bir parantez açan yazar; toplumsal baskıların ve büyüme sancılarının kültür farkı tanımadığını da bir kez daha gözler önüne seriyor.
Yer yer Yunan mitolojisinden esinlenen girift konusu, sarsıcı kurgusu ve etkileyici üslubuyla okuru daha ilk sayfalarından kıskıvrak yakalamayı başaran kitap; bizi keşiflerimiz, hayal kırıklıklarımız ve yaşama dair seçimlerimiz üzerine sorgulamaya itiyor.
Phil, hayat yolunun çok başında, henüz on yedi yaşında bir delikanlı. Fakat yaşıtlarından oldukça farklı; çünkü dünyaya körü körüne bakmaktan çok daha fazlasının peşinde. Bir yanda ilişkilerinde orta yolu bulamadığı uçarı annesi ve bir zamanlar hiç ayrılmadıkları ikiz kız kardeşi, öteki yanda ise içindeki dalgalanmaların kaynağı, tutkuyla kalbini kaptırdığı Nicholas var. Üstelik eski, büyük evlerinin odalarında birbirinden gizli, birbirinden saklı nice büyük sır açığa çıkmayı bekliyor. Ne var ki karmaşık geçmişiyle yüzleşmeden önce kendisiyle barışmayı öğrenmeli…
Okurun zihnini kurcalamayı seven Andreas Steinhöfel zamandan ve mekândan bağımsız akan bu derinlikli hikâyesiyle, bizleri dünyalarımızın merkezine inmeye çağırıyor ve Phil’in peşi sıra, kitabın sayfalarının hayli ötesine geçecek bir yolculuğa çıkarıyor.
“Ayaklarımın altındaki yer hâlâ sallanıyormuş gibi geliyor ama artık düşmekten korkmuyorum. Bu güzel bir his. Hareket hâlindeki yaşama dair bir his…”
“Hem üslup hem de konu açısından ağırlığını hissettiren çok katmanlı bir roman.” The Guardian
Giriş
Glass
Soğuk ve nemli bir nisan sabahıydı ve Glass, Avrupa’ya gitmek üzere Boston Limanı’nda hazır bekleyen devasa yolcu gemisine çıkıyordu. Sol eli, hırpalanmış suni deri bavulunun sapındaydı, sağ eliyse sallanıp duran borda iskelesinin korkuluğunda. İskele tıklım tıklımdı, okyanus tüm hiddetiyle rıhtımın duvarlarını dövüyordu. Havada keskin, mide bulandırıcı bir koku asılıydı, yanmış katran ve çürük balık karışımı bir kokuydu bu. Glass kafasını geriye yatırıp Massachusetts kıyılarının üstünde asılı semirmiş bulut kümelerine baktı kısık gözlerle. Çırpı bacaklarının etrafında uçuşan incecik montuna hafif hafif yağmur çiseliyordu. On yedi yaşındaydı ve dokuz aylık hamileydi. Veda haykırışları yankılandı, beyaz mendiller rüzgârda dalgalandı ve motorlar çalıştı. Yakınlarına ve dostlarına elveda demek için rıhtımda toplanmış, âdeta dalgalanarak hareket eden insan kalabalığının arasında bir çocuk duruyordu. Gülümseyerek elini kaldırdı ve gri gökyüzünü işaret etti. Yukarıdaki martılar, tuzlu deniz rüzgârına karşı Bağımsızlık Günü kutlamalarındaki geçit töreninde atılan konfetiler gibi dans ediyordu. Bu masumane hareket Glass’i duygulandırmıştı, neredeyse Amerika’yı terk etme kararından vazgeçecekti. Ancak gemi birden hızlandı, çaldığı hüzünlü düdükle yola koyuldu ve limanı geride bıraktı. Pruvası suların içine daldı. Glass karaya sırtını döndü ve bir daha da arkasına bakmadı. Sonraki günlerde diğer yolcular, bata çıka ilerleyen geminin baş tarafında şiş göbeğini güverte parmaklığına dayayıp gözünü bile kırpmadan denize bakan bu kızı izlediler. Glass, insanların meraklı bakışlarına ve fısıldaşmalarına kulak asmadı. Kimse onunla konuşmaya cesaret edemiyordu. Amerika’yı sonsuza dek geride bıraktıktan bir hafta sonra, dilinde tuzlu yosun tadı aldı; sekizinci günün öğle saatlerinde Eski Dünya’ya ayak bastı. Saatler geçmesine rağmen, ayağının altındaki zemin hâlâ sallanıyormuş gibi geliyordu. Gemideyken Stella’ya birçok kez telgraf çekip belirsiz bir süre için Visible’a gelmek üzere yolda olduğunu söylemeye çalışmıştı.
En son küçük bir kızken gördüğü ve son mektubunun üzerinden en fazla dört hafta geçen ablası ise ona cevap göndermemişti. Yapacak bir şey yoktu. Glass, binlerce deniz milini bir hiç uğruna karnı burnunda geri dönmek için tepmemişti. Günün devamı ve gecenin yarısı, güneye giden yolun geri kalanını rayların üstünde, giderek daha kısa, daha rahatsız ve daha yavaş trenlerde katetmekle geçmişti. Yanından geçip giden manzarada Glass’e Amerika’yı hatırlatan tek bir şey bile yoktu. Amerika’da gökyüzü alabildiğine genişti, ufuksa uçsuz bucaksızdı, olsa olsa aşılması neredeyse imkânsız, karla kaplı sıradağlarla çevrilmiş olurdu ve nehirler miskin miskin akıp sonsuzluğa uzanırdı.
Oysa burada kıyıdan uzaklaştıkça arazi küçülüyor gibiydi. Gözün görebildiği kadarıyla her şey; karla kaplı ormanlar, kırağı çalmış tepeler ve dağlar, bunların arasında kalan köyler ve şehirler sanki oyuncak bir manzaraya uygun ölçülerdeydi ve hatta en geniş nehirlere bile gem vurulmuştu. Glass son aktarmanın ardından, aşırı ısıtılmış kompartımanda, göbeğinin üstünde birleştirdiği elleriyle tek başına oturuyor; yorgun gözlerle pencereden zifiri karanlık geceyi izlerken, yaptığının doğru olup olmadığını düşünüyordu. Sonunda huzursuz bir uykuya yenik düştü. Rüyasında, altın kanatlarıyla güçlü kuvvetli bir kartalın kovaladığı gösterişsiz, kahverengi bir kuş gördü. Okyanus bir hayli aşağılarındaydı; av ve avcı, fırtınayla hırpalanmış kapkara gökyüzünde zikzaklar çizerek hızla ilerliyordu, ta ki küçük kuş bitkin düşüp pes edinceye ve kanatlarını bedenine yapıştırarak kendini bırakıncaya kadar. Suya bir taş gibi düştü, gri mavi, şiddetli dalgaların arasında batıp kayboldu. Tren sarsılarak dururken Glass de uykusundan irkilerek uyandı. Karnının alt kısmında ani bir sancı hissetti ve doğumun başlamak üzere olabileceği fikri onu ilk kez dehşete düşürdü.
Gergin bir şekilde pencereden dışarı baktı ve yarım daire şeklindeki loş sarı ışığın sardığı küçük bir istasyon binası gördü; bir de eskimiş, zar zor okunan bir levha. Varmıştı. Peronda onu keskin bir soğuk karşıladı. Trenden inen az sayıda insan uykularından uyanmış güvercinler gibi karanlığın içinde dalgalanıyorlardı. Stella ortalıkta gözükmüyordu. Sert ünsüzlerle dolu konuşması ve aşırıya kaçan jestleriyle ihtiyar ve şüpheci istasyon amiri, ona etrafta taksi bulunmadığını söyledi. Stella’nın, mektubunda yazdığına göre, Visible yürüme mesafesindeydi; şehirden en fazla on beş dakika uzakta, dar bir nehrin karşısındaki ormanın hemen bitişiğindeydi. Yaşlı adamın, meraklı eller gibi göbeğini dürten bakışlarına sinirlenen Glass, havanın berbat soğuğuna söve söve istasyon amirinin gösterdiği tarafa doğru yürümeye başladı; bunun için Stella’nın adını birçok kez tekrar etmesi gerekmişti. Şehrin kenar mahalleleri ile bitişikteki sık ormanı birbirine bağlayan köprüyü henüz geçmişti ki karnı sarsılarak bir akordeon gibi büzüştü.
Art arda giren sancılar vücudunu dalga dalga vuruyor; peşi sıra gelen belli belirsiz, bunaltıcı bir bulantı, sancılara eşlik ediyordu. Glass derin bir nefes aldı, bir adımı sakince diğerinin önüne atmak için kendini zorladı. Ama körü körüne ilerlemenin bir anlamı yoktu. Köprünün hemen ardında asfalt yol yerini ormana uzanan bir patikaya bırakıyordu. Toprak buz tutmuş; ince, sertleşmiş bir kar tabakasının altında kalmıştı. Bir anda koşmaya başlasaydı, buzun üstünden kaysaydı, düşseydi… Çalılığın içinden belli belirsiz bir çıtırtı yükseldi. Glass korkuya kapıldığı bir an boyunca, üstüne atılmaya hazır ince uzun gölgeler gördüğünü sandı; etrafta dolaşan köpekler ya da belki de kurtlar, açlıktan ve soğuktan toplanmış olabilirdi. Olduğu yerde kök salmışçasına kalakaldı o an, kendini korumak için valizini kaldırdı; gerçi şimdi valizi, bunun için bir hayli küçük gözükmüştü gözüne. Ardından, tam anlamıyla emin olmasa da tehditkâr bir hırıltı duyma beklentisiyle ormanın içine daldı. Hiçbir şey yoktu. Bir sonraki sancıya vakit vardı ve Glass yola devam etti, içini aniden öfke kaplamıştı.
Öylece, hiçbir hazırlık yapmadan geldiği bu topraklar hakkında hiçbir şey bilmiyordu; burada kurtların yaşayıp yaşamadığından bile haberi yoktu. Derken sıra sıra uzanan ağaçlar aralanmaya başladı ve Visible’ın karaltısı gece göğünü yarıp aniden karşısına dikilince Glass’in öfkesi dindi. Şaşkına dönmüş hâlde, sımsıkı kapattığı dişlerinin arasından havayı içine çekti. Evin hiç bu kadar büyük olacağını, böylesi bir… kaleyi andıracağını hayal etmemişti. Mazgallı siperlerin, cumbalı pencerelerin ve küçük bacaların ana hatlarını görebiliyordu, sayısız sürgülü pencerenin yanı sıra kapalı verandayı da. Zemin kattaki iki yüksek pencerenin ardında loş, turuncu bir ışık yanıyordu.
Glass, ağaçların arasından, rahatlamış şekilde ileriye atılacaktı ki dizleri hiçbir uyarıda bulunmadan pes etti. Ayakları, altındaki halı birden çekilmiş gibi yerden kesildi ve Glass öne doğru düştü. Kolları kendiliğinden yukarı kalktı, valizi elinden kayıp gitti ve tam sert zemine çarpmak üzereyken elleri, hemen önünde yükselen genç huş ağacının gövdesini kavradı. Sıcak bir sıvı bacaklarından aşağı aktı, akar akmaz da buz kesip kısacık çoraplarının içine doldu. Kesikler içindeki avuçları sızlıyordu. Huş ağacına nefes nefese tutunup kendini doğrulttu. Sonraki sancı vücuduna balta gibi saplandı. Glass, ağacın gövdesine sarılıp başını arkaya attı ve bağırdı. Belli belirsiz de olsa birinin evden çıkıp kendisine koştuğunu fark etmişti; upuzun saçlı genç bir kadındı bu. Saçları karanlıkta mat bir kızıl gibi görünüyordu; Stella’nın hiçbir zaman kullanmadığı bir renkti bu. Glass’in bir sonraki çığlının sebebiyse bacaklarının arasından neredeyse hiç çaba sarf etmeden kayıp dünyaya gelen ufak kız çocuğu değil, bu genç kadının endişe yüklü kelimeleriydi:
Stella ölmüştü, ölüydü, ölü; üstelik yardım etmesi için ebe çağırmanın da imkânı yoktu, çünkü faturası uzun zamandır ödenmediğinden telefon kesikti. Genç kadın gerisingeri eve koştu ve elinde battaniyelerle döndü; küçük kızı sarmalarken Glass, vücudunu ağacın gövdesine dayamaya devam ediyordu. Günün ilk ışıkları ufukta belirinceye dek yaslanmaya, kesik kesik solumaya ve çığlık üstüne çığlık atmaya devam etti, derken ikiz kız kardeşinden çok daha isteksiz oğlan çocuğu da Glass’in vücudundan nihayet ayrıldı.
İşte Dianne ve ben böyle doğduk: Kaskatı karın üstüne ıslak, küçük hayvanlar gibi düştük. Oradan bizi kaldıran kişi, o günden sonra arkadaşımız, yoldaşımız, rehberimiz ve ikinci annemiz olan Tereza’ydı. Daha sonra bana siyah porselenden, somurtkan suratlı oyuncak bebek Paleiko’yu hediyen eden de yine Tereza’ydı. Bu çok özel bir bebek Phil. Ara sıra seninle konuşacak ve sorularını yanıtlayacak. Niye bu kadar tuhaf bir adı var? Bu bir sır. Tabii bu çok, çok uzun yıllar sonra, kafamızı ne yağan kara ne de yerdeki buza taktığımız, sıcak bir yaz gününde olacaktı. Glass –yaşayan kendisi olduğu için tabii daha iyi bilirdi– uzak geçmişte kalan o sabahın büyülü bir an olduğunda hâlâ ısrarcı. Dianne ve benim doğum ânımızın, geceyi sabaha, kışıysa bahara döndürdüğünü iddia ediyor. Ama gerçek şu ki, Dianne ve ben gün ışığını gördükten ancak üç gün sonra, sıcak, bunaltıcı bir rüzgâr çıktı; son kar kalıntılarını da eritip Visible’ın bahçesini rengârenk çiğdem çiçekleriyle ve dalgalanıp duran kardelenlerle dolu bir denize dönüştürdü.
Birinci Kısım
Bodrum Katları ve Tavan Araları
Martin’in Havlusu
Glass’le ilişkisi olan erkeklerin çoğunu görmedim bile. Visible’a ya geç saatte ya da gece yarısı, Dianne ve benim çoktan uykuya daldığımız zamanlarda gelirlerdi. Derken kapılar çarpar, tanımadığımız sesler rüyalarımıza dolardı. Sabahlarıysa geriye, sağa sola saçılmış, varlıklarını ele veren izler kalırdı: mutfak masasının üstünde hâlâ sıcak bir kupa, içindeki sert kahve alelacele içilmiş; banyoda bir diş fırçası paketi, dikkatsizce buruşturulup yere atılmış… Bazen de, yabancı bir gölge gibi havada asılı kalan uykulu bir kokudan fazlası olmazdı.
Günün birinde telefonlar çıkageldi. Dianne ve ben, hafta sonunu Tereza’da geçirmiştik; eve döndüğümüzde odalarımızda duruyorlardı. Kabloları henüz takılmış, duvarlardaki sıvalar daha kurumamıştı. Glass, eve elektrikçi çağırmıştı. Kendinden memnun bir şekilde, “Artık hepimizin odasında kendi telefonu olacak,” demiş; Dianne’in sağ, benimse sol koluma girmişti. “Harika, değil mi? Bu size de acayip Amerikanvari gelmiyor mu?” Telefon çaldığında, bitkin hâlde yatağıma uzanmıştım. Temmuz sıcağı beni fena çarpmıştı; geceleri bile, uyumak için kendine yer arayan yorgun bir hayvan gibi odalar ve koridorlar boyunca sürünüp duruyorum. Arayanın kim olduğunu biliyorum, bunu üç haftadır biliyorum. Kat –aslında Katja; ama anne babası ve birkaç öğretmen dışında ona tam adıyla seslenen kimse yok– tatilden dönmüştü. “Döndüm Phil!” diye ciyakladı telefonun diğer ucunda.
“Duymamak ne mümkün… Nasıldı?”
“Kâbus gibi. Ayrıca sırıtmayı da kes, şu an sırıttığını biliyorum!
Fena hâlde ebeveyn ıstırabı çekmiş durumdayım, ayrıca ada da bok
gibiydi, tahmin bile edemezsin! Seni görmek istiyorum.”
Saate bakıyorum. “Yarım saate kalenin bayırında, ne dersin?”
“İşim var deseydin geberirdim!”
“Kulübe hoş geldin. Üç haftadır ölümüne sıkılıyorum.”
“Baksana, bir saate diyelim mi? Valizimi boşaltmam lazım.”
“Olur.”
“Seni görmek için sabırsızlanıyorum. Phil?”
“Hı?”
“Seni özledim.”
“Ben seni özlemedim.”
“Biliyordum. Göt!”
Telefonu kapatıp sırtüstü uzanmaya devam ediyorum ve on beş dakika boyunca tavanın göz kamaştırıcı beyazlığını seyrediyorum. Servi ağaçlarının kokusu yaz esintisiyle birlikte açık pencereden içeri dalga dalga giriyor. Yuvarlanıp ter içindeki yataktan kalkıyorum, bir baksır ve tişört kapıp koridorun gıcırtılı döşemelerine basarak duşa giriyorum. Bu kattaki banyodan nefret ediyorum. Kapının çerçevesi öyle eğrilmiş ki kapıyı açmak için tüm gücünle yüklenmek zorunda kalıyorsun. İçeride de insanı siyah-beyaz kırık fayanslar, tavandaki çatlaklar ve dökülüp duran sıva karşılıyor. Köhnemiş tesisattan su gelmesi için üç dakika beklemek, kışın tesisata bağlı paslanmış kazanın nihayet ağır ağır ısınmaya başlaması içinse şöyle birkaç sıkı tekme indirmek gerekiyor. Musluğu açıyorum ve borulardan gelen o tanıdık, ıslığı andıran vızıltıya kulak verirken Glass’in bugüne dek bir tesisatçıyla birlikte olmamasına bir kez daha hayret ediyorum.
Günün birinde ona, böyle bir ilişkinin ne kadar işe yarar imkânlar yaratacağından bahsederken, büyük bir şaşkınlıkla, “Borular yüzünden mi?” diye sormuştu. “Beni ne sanıyorsun tatlım, kevaşe falan mı?” Visible’ın mimarı da, çeyrek yüzyıl önce Avrupa’ya yaptığı bir gezi sırasında evi çoktan harabeye dönmüş hâlde bulan teyzem Stella kadar kafayı yemiş olmalıydı. Teyzem evin, dünyanın bu bölgesi için alışılmadık güneyli cazibesine hayran kalıp vakit kaybetmeden burayı satın almıştı. Bir avuç fıstık fiyatına ufaklık! diye yazmıştı Glass’e heyecanla. Amerika’yla gurur duyuyordu.
Üstelik acilen yapılması gereken tadilatlar için biraz param bile arttı! Stella parasal açıdan kimseye bağımlı değildi. Amerikan kolej güzellerinin bilindik kaderini yaşayıp o yolu geride bırakmıştı. Geleceklerini ancak geçmiş olmak üzereyken düşünmeye başlayan tiplerdi bunlar: erken evlilik, erken boşanma, geç elde edilen epey cömert bir nafaka… Bu meblağ Stella’ya müthiş imkânlar sağlamasa da yolun kalan yarısında para için endişe etmesini engellemeye yeterdi. Visible’ı almasına yeterdi. Stella’nın Glass’e yazdığına göre ev geniş bir araziyle çevriliydi ve nehrin öte tarafındaki ufacık bir kentin dışında yükselen tepede duruyordu. Sütunlarla desteklenen verandasıyla iki katlı cephesi, küçük cumbalarıyla yüksek pencere kanatları, sayısız kalkan duvar ve mazgal giydirilmiş çatısı… her biri, kilometrelerce öteden net bir şekilde görülüyordu. Buraya koyacak uygun, Amerikalı bir isim arayışına giren Stella, evi, odunluğu, müştemilatı, ormanın bitişiğindeki, donakalmış gezginleri andıran insan boyundaki, boyalı kumtaşı heykellerle dolu geniş bahçeyi içine alan mülkün tamamına Visible adını verdi. Visible alındıktan sonra, kalan paranın gereken tadilatın sadece küçük bir kısmına yeteceği çok geçmeden anlaşıldı. Tuğlalar parçalanıyor, çatı pek çok yerden akıtıyordu; bahçeye gelince… ormana dönmüştü.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDünyamın Merkezi
- Sayfa Sayısı392
- YazarAndreas Steinhöfel
- ISBN9786257314657
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Son Çarem ~ Sabrina Jeffries
Son Çarem
Sabrina Jeffries
Sharpe ailesinin en genç kızı, büyükannesinin ultimatomuna karşılık evlenebileceği birilerini bulmak konusunda bir plan yapınca, Jackson Pinter bunu engellemek için elinden gelen her şeyi...
- 80 Gün – Arzunun Rengi ~ Vina Jackson
80 Gün – Arzunun Rengi
Vina Jackson
“Tutku dolu anlatımıyla Arzunun Rengi, erotizmin yeni tonu olmaya aday.” -New- İlişkisinde sorunlar olan keman virtüözü Summer Zahova huzuru müzikte arar. Ancak bir gün,...
- İki Şehrin Hikayesi ~ Charles Dickens
İki Şehrin Hikayesi
Charles Dickens
Dickens, bu eserle Fransız Devrimi’nden yaklaşık yetmiş beş yıl sonra, daha önce bir kez denediği tarihsel romana dönüş yapar. İngiltere adasının karşısındaki Fransa’da, 19....