Yarınlarımızın umudu
sarı-siyah kanatlarda saklı…
Norveçli yazar Maja Lunde’nin, 40’tan fazla ülkede 4 milyonu aşkın okura ulaşan çoksatanı Arıların Tarihi, küresel bir ekolojik felaketi odağına alırken dünya ve insanlık tarihine üç ayrı zaman diliminden, bambaşka kıtalarda yaşayan üç insanın gözünden bakan, tedirgin edici bir bilimkurgu romanı.
Dünü, bugünü ve yarını bal peteği kadar muazzam ve bir kadar da lezzetli bir kurguda kesiştiren bu çarpıcı distopya, doğaya hükmetme inancından asırlardır vazgeçmeyen insanlığın önlenemeyen kibrine vakur bir duruşla yaklaşıyor.
Sarı-siyah kanatların altına sığınıp aile kavramının çöküşünü irdeleyen kitap, seçimleriyle kaderlerine boyun eğen (yahut kafa tutan) ebeveynler ile çocuklarının kırılgan duygularını kusursuz bir yetkinlikle yansıtıyor.
1852. Hertfordshire, İngiltere. İnsanlar arıların davranış biçimlerini anlamaya çalışıyor, arıları çok daha büyük randımanla çoğaltmaya, elde edecekleri ürünleri artırmaya uğraşıyor.
2007. Ohio, ABD. İnsanlar arı ölümlerinin nedenlerini araştırıyor. Ansızın başlayan koloni çöküşleri önce tarımı, sonra dünya çapında besin zincirini, sonra da diğer hayvanları etkiliyor.
2098. Siçuan, Çin. İnsanların artık tek bir gayesi, tek bir hedefi var: Bir gün daha hayatta kalıp, boğazlarından tek bir lokma daha geçebilmesini sağlamak. Çünkü arısız bir dünya, yaşayamıyor.
William, George ve Tao; insanın doğadan üstün olduğu yanılgısıyla arı kovanına çomak sokmaktan çekinmeyen üç kırılgan ruh, geçmişten geleceğe uzanan bir hikâyenin başkahramanlarına dönüşüyorlar…
Arılar olmasa hayatımız nasıl olurdu? İnsanlar neden arıları rahat bırakmıyor? Arıların kendi yavrularını beslemek için salgıladıkları o altın renkli hazineye, insanlar niçin hücum ediyor? Peki, doğa bu kısır döngüye bir son vermek için daha neyi bekliyor?
250 yıllık bir yok oluşun anatomisini çizen Arıların Tarihi, okurlara çağrısal bir metin sunarken belleklerden hiç çıkmayacak bir iz bırakmayı da ihmal etmiyor: “Bizim böceklere ihtiyacımız var, ancak onların bize ihtiyacı yok.”
Tao
242. Bölge, Şirong, Siçuan. 2098.
Fazla irileşmiş kuşlar gibi, her birimiz bir dalda dengemizi kurmaya çalışıyorduk. Bir elimizde plastik kap, diğerinde tüy fırça vardı. Yukarı doğru olabildiğince yavaş, çok dikkatli tırmandım. Bu işin insanı sayılmazdım, çalışma ekibindeki diğer kadınlar gibi değildim, hareketlerim kaba sabaydı, gerekli ince motor becerilerden ve hassasiyetten yoksundum. Bu iş için yaratılmamıştım ancak yine de her gün, aralıksız on iki saat burada olmak zorundaydım. Ağaçlar yetişkin bir insan kadar yaşlıydı. Dallar incecik, cam gibi kırılgandı, ağırlığımız altında çıtırdıyorlardı. Dikkatlice eğilip bükülüyordum, ağacı zedelemememiz gerekiyordu. Sağ bacağımı biraz daha yukarıdaki dala yerleştirip sol bacağımı dikkatle çekiyordum. Sonunda, çalışabileceğim sağlam bir yer buldum, pek rahat değildi ama dengeliydi. Buradan en tepedeki çiçeklere ulaşabildim. Küçük plastik kap, çalışma gününün başında eksiksiz tartılmış, her birimize eşit dağıtılmış, çok hafif çeken altın sarısı tozla doluydu. Sarı tozları gözle görülmeyen miktarlarda kabından alıp usulca hareket ederek ağaçların tepesine çıktım. Çiçeklerin her biri, bu maksatla bilimsel olarak yetiştirilmiş tavukların tüyünden yapılma küçük fırçayla döllenecekti. Yapay fiber tüylerin hiçbiri bu kadar etkili olamamıştı. Tekrar tekrar test edilmişlerdi oysa. Benim bölgemde yüz yıldan fazladır elle dölleme geleneği hüküm sürüyordu. Burada arılar Çöküş’ten çok önce, ta 1980’lerde yok olmuştu; onları tarım ilaçları öldürmüştü. Birkaç yıl sonra, tarım ilaçları kullanımdan kalktığında arılar geri dönmüştü ama o sırada elle dölleme başlamıştı. Çok sayıda insana, çok sayıda ele ihtiyaç olsa da bu şekilde daha iyi sonuçlar alınıyordu.
Çöküş geldiğinde bölgem rekabette avantajlıydı. En çok kirleten olmanın bize faydası dokunmuştu, o yüzden elle döllemede öncü bölge olduk. Bizi kurtaran bir paradokstu bu. Uzanabildiğim kadar uzandım, yine de en tepedeki çiçeğe yetişemedim. Vazgeçmek üzereydim ancak cezalandırılabileceğimi biliyordum, o yüzden bir kez daha denedim. Poleni çok çabuk bitirdiğimizde maaşımızdan kesiliyordu. İşin sonucu gözle görülmüyordu. Günün sonunda ağaçlardan indiğimizde ağaçların gövdelerine atılan kırmızı çarpılardan başka, mesaiyi gösteren şey yoktu, günde en azından kırk çarpınız olmalıydı. Sonbahar gelmeden ve ağaçlar meyvelerle dolmadan önce işin iyi yapılıp yapılmadığı belli olmazdı. Ama o zaman da kimin hangi ağaca işaret koyduğunu çoktan unuturduk.
Bugün, 748. Bölge’ye gönderilmiştim. Toplam kaç bölge vardı acaba? Bilmiyordum. Grubum yüzlercesinden biriydi. Bej rengi üniformalarımızla, ağaçlar gibi tektiptik. Çiçekler gibi de dip dibeydik. Asla yalnız kalmazdık, hep sürü hâlinde dolaşırdık; hem ağaçların tepesinde hem de tekerlek izleri boyunca bir alandan diğerine yürürken. Sadece küçük dairelerimizin duvarlarının ardında yalnız başımıza kalabiliyorduk, o da günde birkaç saat. Onun dışında tüm yaşamımız burada, dışarıda geçiyordu. Ortalık sessizdi. Çalışırken konuşmamıza izin yoktu. Duyulan tek şey, ağaçlar arasında dikkatlice hareket edişimizdi; zayıf bir gırtlak temizleme sesi, birkaç esneme, iş tulumunun kumaşının ağaç gövdesine sürtünüşü… Ama bazen de, duyar duymaz içimizi acıtan sesler çıkardı: hafif bir çıtırtı ya da daha kötüsü, dal kırılması. Kırılmış bir dal daha az meyve anlamına geliyordu, maaşımızdan kesilmesi için bir neden daha. Yoksa sadece rüzgârın sesi duyulurdu; dalların arasında gezinen, çiçekleri yalayan, yerde çimenlerin üzerinden kayan rüzgârın. Güneyden esiyordu, ormandan. Hâlâ yapraksız olan beyaz çiçekli meyve ağaçlarına kıyasla orman karanlık ve vahşiydi, ama birkaç hafta içerisinde orman da yeşerecek, yeşil bir duvara dönüşecekti. Asla oraya gitmezdik, orada işimiz yoktu.
Ama ormanın da sökülüp yeniden ağaçlandırılacağı dedikodusu yayılmıştı. Bir sinek vızıldayarak orman yönünden geldi, pek görülmüş şey değildi. Bir kuş görmeyeli günler olmuştu, onlar da giderek azalmıştı. Az sayıdaki böcekleri avlamışlardı, sonra da açlıktan ölmüşlerdi. Dünyanın geri kalanı gibi. Ama sonra, kulağı tırmalayan bir ses sükûneti bozdu: idarecilerin barakasından gelen, günün ikinci ve son molasını haber veren düdük sesi. O anda dilimin damağımın kurumuş olduğunu fark ettim. İş arkadaşlarımla birlikte tek bir kütle gibi ağaçtan kayarak yere indik. Diğer kadınlar sohbete dalmıştı bile, bu kakofonik gevezelik, izin çıkar çıkmaz sanki bir düğmeye basılmışçasına başlamıştı. Bir şey demedim, hiçbir dalı kırmadan yavaşça aşağıya inmeye dikkatimi vermiştim.
Başardım da. Aslında sakardım, sarsaktım, işimde hiçbir zaman gerçekten iyi olamayacağımı bilecek kadar uzun süredir çalışmaktaydım. Yerde, ağacın dibinde, metalden, hırpalanmış bir su şişesi duruyordu. Alıp çabucak içtim. Su ılıktı ve alüminyum tadı vardı, tadından dolayı ihtiyacım olandan azını içtim. Beslenme Takımından beyazlar giymiş iki delikanlı, günün ikinci öğününü barındıran yeniden kullanılabilir kutular dağıttı. Sırtımı ağacın gövdesine verip kutuyu açtım. Bugün mısırlı pilav vardı. Bir parça tadına baktım. Her zamanki gibi tuzluydu, yapay kırmızıbiber ve soyayla tatlandırılmıştı. Ağzıma et sürmeyeli uzun zaman olmuştu. Hayvan yemi üretmek için çok fazla ekilebilir arazi gerekiyordu ve geleneksel hayvan yemi üretiminde de yine döllenmeye ihtiyaç vardı. Hayvanlar bu kadar büyük bir el emeğine değmezdi. Karnım doymadan kutu boşaldı. Ayağa kalktım, kutuyu toplama sepetine geri koydum, sonra da biraz koşmaya başladım. Bacaklarım yorulmuştu, ağaçlarda sabit pozisyonda kıpırdamadan durmaktan kazık gibi olmuşlardı. Kanım kaynıyordu, bedenim sakin duramıyordu. Ama faydası olmadı. Etrafa hızlıca bir göz attım.
İdarecilerden hiç kimse dikkat etmiyordu. Ben de çabucak yere yattım. Ağrıyan sırtımı germem gerekiyordu. Bir anlığına gözlerimi kapadım. Takımdaki diğer kadınların sesini duymamaya çalıştım, bunun yerine konuşmalarının yükselip alçalmasını dinledim. Bir sürü insanın hep birlikte konuşma isteği nereden geliyordu? Diğerleri küçük birer kızken başlamıştı buna. Konunun her zaman en düşük payda olduğu, hiçbir şeyin derinine asla gerçekten inilmediği, saatler süren grup sohbetleri… hakkında konuşulan kişinin orada olmadığı durumlar hariç tabii. Ben şahsen teke tek sohbetleri tercih ediyordum. Ya da daha çok, kendi kendime kalmayı. Özellikle işteyken. Evde Kuan vardı, kocam. Bizi bir arada tutan şey uzun sohbetlerimiz değildi. Kuan’ın değindiği konular burada ve şimdi olanlardı, son derece somut biriydi, bilgi edinmeyi ya da daha fazlasını deli gibi isteyen biri değildi.
Ama onun kanatları altında huzur buluyordum. Ayrıca Wei-Wen’imiz, üç yaşındaki oğlumuz vardı. Onun hakkında konuşabiliyorduk. Bu kakofoni, tam da ninni gibi gelmişken aniden kesildi, her şey sessizliğe gömüldü. Doğruldum. Takımdakilerin yüzü yola çevrilmişti. Konvoy tekerlek izlerini takip ederek bize doğru geldi. Sekiz yaşından büyük değildiler. Birçoğunu Wei-Wen’in okulundan tanıyordum. Hepsinin üzerinde aynı iş elbisesi vardı, bizim giydiğimiz aynı sentetik bej kıyafetler. Kısa bacaklarının izin verdiği hızla bize doğru yürüdüler. İki yetişkin idareci onları hizaya sokuyordu, biri önde, diğeri arkadaydı. İkisinin de sesleri gür çıkıyordu, durmaksızın çocukları ikaz ediyorlardı. Ama azarlamıyorlardı, sıcak ve şefkatli biçimde uyarıyorlardı. Küçükler nereye gittiklerini tam idrak edememiş olsalar da yetişkinler biliyordu. El ele tutuşmuşlardı, karışık eşleşmişlerdi, en uzunlar en kısalarla.
Büyükler küçüklere göz kulak oluyordu. Darmadağınık yürüyorlardı, düzensizdiler ama ellerini sımsıkı tutuyorlardı, sanki birbirlerine yapışmışlardı. Belki de ellerini bırakmamaları sıkı sıkı tembihlenmişti. Bakışları bizim ve ağaçların üzerindeydi. Meraklıydılar, bazıları gözlerini kısmış, başlarını yana eğmişti. Hepsi de bu bölgede büyümüş olmasına ve burada, güneyde, yabanıl bitkilerle kaplı ormanın gölgesinde göz alabildiğince uzanan meyve ağaçları dışında bir doğayı tanımamasına rağmen ilk kez gelmiş gibiydi. Kısa boylu bir kız çocuğu, biraz birbirine yakın duran kocaman gözleriyle uzun uzun bana baktı. Birkaç kez göz kırptı, sonra da kuvvetle hapşırdı. Sıska bir oğlanın elini tutuyordu. Oğlan yüksek sesle, hiç umursamadan esnedi, boştaki elini ağzına götürmedi, yüzünün kocaman bir delikle gerildiğinden hiç haberi yoktu. Sıkıntıdan esnemiyordu, bunun için çok küçüktü, yiyecek bir şeyinin olmaması yorulmasına neden olmuştu. Uzun boylu çelimsiz küçük bir kız, bir oğlanın elini tutuyordu. Oğlan tıkalı burnuyla zor nefes alıyordu, ağzı açıktı. Uzun boylu kız, oğlanı peşi sıra çekiştiriyordu. Bu esnada yüzünü güneşe vermiş, gözlerini kısmış, burnunu kırıştırmıştı ama sanki güneşlenmek ya da belki gücünü toplamak için başını aynı pozisyonda tutuyordu. Her bahar geliyorlardı, yeni çocuklar. Ama… her zaman bu kadar küçük müydüler? Bu kez yaşları daha mı küçüktü? Hayır. Sekiz yaşındaydılar. Her zamanki gibi. Eğitimleri bitmişti. Okulları yani. Evet, sayıları ve bazı işaretleri öğrenmişlerdi ama bunun dışında okul, bir tür organize depolama yeriydi. Buradaki yaşam için depolama ve hazırlama yeri. Uzun süre sessizce oturma alıştırması.
Sessiz otur. Tamamen sessiz, böyle işte. İnce motor becerilerini geliştiren ödevler yapıyorlardı. Üç yaşından itibaren halı dokuyorlardı. Ufacık parmaklar, gelişmiş motiflerle çalışmak için şahaneydi. Tıpkı buradaki iş için de harika oldukları gibi. Çocuklar yanımızdan geçtiler, yüzlerini önlerine, ağaçlara çevirdiler. Dişsiz oğlan sendeler gibi oldu ama uzun boylu kız düşmesine engel olarak onu tuttu. Çocuklar aşağı doğru gözden kayboldular, ağaçlar arasında âdeta boğuldular. “Nereye gidiyorlar?” diye sordu benim ekipten biri. “Kesin 49 ya da 50’ye gidiyorlardır,” dedi bir diğeri. “Orada henüz kimse işe başlamadı.” İçim burkuldu. Nereye, hangi alana gideceklerinin önemi yoktu. Ne yapacakları önemliydi. Barakadan düdük sesi duyuldu, yeniden tırmandık. Yavaş hareket ediyordum ama kalbim yine de hızlı çarpıyordu. Wei-Wen’di mesele. Çünkü çocukların yaşı küçülmemişti ve beş yıl sonra Wei-Wen de sekiz yaşında olacaktı, sadece beş yıl sonra, sıra ona gelecekti. Çalışkan eller, başka yerde olduklarından daha kıymetliydiler burada. Küçücük parmaklara bu türden işler için ince ayar verilmişti bile. Allahın her günü, sekiz yaşındakiler buradaydı. Tutulmuş küçücük bedenleri ağaç tepelerindeydi. Benim ve yaşıtlarımın aksine çocukluklarını bile yaşayamıyorlardı.
Biz en azından on beş yaşına kadar okula gitmiştik. Yoksun bir hayat… İçinde değerli tozun bulunduğu plastik kabı kaldırdığımda ellerim titriyordu. Yiyecek bulabilmemiz için hepimizin çalışması gerektiği söylenmişti, yiyeceğimiz gıdayı ekebilmemiz için. Herkesin katılımı şarttı, çocukların bile. Buğday depoları boşalırken kimin eğitime ihtiyacı vardı ki? Tayın miktarı her ay azalırken? Geceleri aç yatmak zorunda kalındığında? Arkamdaki çiçeklere ulaşabilmek için döndüm ama bu hareketim çok ani oldu; dikkatimi çekmeyen bir dala çarptım, dengemi kaybettim, öbür tarafa çok fazla abandım. Ve olan oldu. Nefret etmeyi öğrendiğimiz o çatlak ses: kırılan dalın sesi. Ustabaşı hızla yanıma geldi. Başını kaldırıp ağaca baktı, bir şey söylemeden, verilen zararı değerlendirdi. Gitmeden önce elindeki not defterine hızlıca bir şeyler yazdı. Dal ne uzun ne de güçlü bir daldı ama yine de bu ayki tüm ikramiyemin uçup gittiğini biliyordum. Oysa artırdığımız her yuanı, mutfak dolabındaki teneke kutuya koymamız gerekiyordu. İçimi çektim. Bunu düşünecek hâlim yoktu. Devam etmekten başka çarem yoktu. Elimi kaldırdım, fırçayı polene soktum ve bir arıymışım gibi çiçeklerin üzerine serptim. Saate bakmaktan kaçındım. Faydası olmayacağını biliyordum. Fırçayı üzerinde gezdirdiğim her çiçekle akşamın biraz daha yaklaştığını, her gün çocuğumla geçireceğim o birkaç saatin yaklaştığını biliyordum. O azıcık zamandan başka şeyimiz yoktu ve o azıcık zamanda belki bir şeyleri değiştirebilirdim. Benim asla sahip olamadığım imkânlara oğlum sahip olsun diye bir tohum ekebilirdim.
William
Maryville, Hertfordshire, İngiltere. 1852.
Etrafımdaki her şey sapsarıydı, sınırsız sarı; altımda, üstümde hep sarı. Beni kör ediyordu. Ancak bu sarı renk gerçekti, hayalimdeki bir şey değil. Birkaç yıl önce buraya taşındığımızda karım Thilda’nın duvarları kaplattığı sırma kumaş yüzündendi. O zamanlar yerimiz boldu. Maryville’in ana caddesindeki tohum dükkânım da iyi iş yapıyordu. Ticareti, benim için gerçekten anlam taşıyan doğabilimleri araştırmalarımla birleştireceğime hep inanmıştım, çok hevesliydim. Ama bu çok öncedendi, bir sürü kız çocuğu sahibi olmadan ve Profesör Rahm ile son konuşmamızı yapmadan çok çok önce. Sarı duvar kâğıdının başıma ne dertler açacağını bilseydim bu işe asla izin vermezdim. Sarı, duvar kâğıdı için pek uygun değildi, gözlerimi ister kapalı ister açık tutayım hep aynı kızgınlıkta karşımda duruyordu. Uykumda bile peşimdeydi, beni asla rahat bırakmıyordu, sanki o sarı renk hastalığın ta kendisiydi, ormandaki yapraklardan yansıyan güneş ışınları gibiydi. Renk beni oraya, çocukluğumun ormanına dönmeye zorluyordu, orada dünyanın geri kalanına karşı körleşmiştim. Çektiğim acının teşhisi olmasa da pek çok adı vardı: karamsarlık, yaslara bürünmek, melankoli…
Tabii etrafımdaki hiç kimse bu sözcükleri ağzına almaya cesaret edemiyordu. Doktorum anlamıyormuş gibi davranıyordu, sürekli tıbbi terimlerle konuşuyordu, diskraziden, vücut sıvılarımdaki dengesizlikten, kara saframın* çok fazla olmasından dem vuruyordu. Hastalığımın başında doktor kan almayı, sonra da beni herkese muhtaç bir bebeğe dönüştüren ishal ilaçlarını denedi ama belli ki artık cesaret edemiyordu. Muhtemelen her türlü tedaviden vazgeçmişti, Thilda konuyu yeniden açtığında sadece başını sallamakla yetinmiş, onun karşı çıkmalarına yoğun fısıldaşmalarla karşılık vermişti. Arada bir iki sözcük yakaladığım oluyordu bunlardan: çok zayıf, dayanamaz, düzelmiyor… Son zamanlarda nadiren uğruyordu ve yatağa çakılı kalmamın bu konuyla muhtemelen bir alakası vardı. Öğleden sonrasıydı, alt katımdaki ev capcanlıydı; aşağıdaki odalardan kızların gürültüsü, yerden ve duvarlardan sızan yemek kokuları misali bana kadar geliyordu. On iki yaşındaki büyümüş de küçülmüş Dorothea’nın sesini ayırt edebildim, İncil okuyordu, aynı anda hem kesik kesik hem de vaaz verir gibi okuyordu ama sözcükler bana gelirken kayboluyordu, Tanrı’nın sözleri bana artık ulaşamıyordu. Sonra küçük Georgiana’nın sesi cırladı ve Thilda ona şişşt! dedi. Bir müddet sonra Dorothea’nın okuması bitti, diğerleri başladı. Martha, Olivia, Elizabeth, Caroline. Kim kimdi? Onları birbirinden ayırt edemiyordum. İçlerinden biri kısa bir kahkahayla güldü ve Rahm’ın kahkahası kafamda yeniden çınladı; konuşmamızı kesinlikle sonlandıran, sırtıma kemerle vurulmuş gibi hissettiren o kahkaha. Sonra Edmund bir şeyler söyledi. Sesi kalınlaşmıştı, akıcıydı, çocuk değildi artık. Evlatlarımın en büyüğü, tek oğlum, on altı yaşındaydı. Sesine yoğunlaştım; sözcüklerini ayırt edebilmeyi, yanımda olmasını o kadar çok istiyordum ki… Beni neşelendirebilir, ayağa kalkıp yataktan çıkmam için bana güç verebilirdi. Ama asla gelmedi ve ben nedenini bilmiyordum. Mutfaktan tencere tava sesleri geliyordu. Yemek sesleri karnımı acıktırdı. Midem düğümlendi, cenin pozisyonunda büzüldüm. Etrafıma baktım. Dokunulmamış bir parça ekmek ve bir dilim kurumuş, isli salam, yarısı boş sürahinin yanındaki tabakta duruyordu. En son ne zaman yemek yemiştim? Ne zaman bir şeyler içmiştim? Doğrulup oturdum, bardağı aldım, su ağzımdan, boğazımdan aktı, yaşlılığın tadını sildi. Salamın tuzu dilimde berbat bir tat bırakmıştı, ekmek de kara ve sertti. Neyse ki midemde hazmedildiler. Ama yatakta bir türlü rahat edemedim, sırtımın tamamı su toplamış gibiydi, kalçalarımdaki deri yan yatmaktan incecik olmuştu. Bacaklarım rahatsızdı, karıncalanıyordu. Evde birden sessizlik oldu. Herkes gitmiş miydi? Ocakta yanan kömürün çıtırtısından başka şey duymuyordum. Ama sonra, aniden bir şarkı duyuldu. Bahçeden gayet net sesler geliyordu:
Hark! The herald angels sings,
Glory to the newborn King…*
Noel mi geliyordu? Noel’den önceki günlerde bölgenin çeşitli koroları kapılara gelip şarkı söylerdi; para ya da hediye almak için değil, Noel ruhunu yaşatmak, başkalarını mutlu etmek için. Güzel olduğunu düşünürdüm, bu küçük gösteriler artık içimde olmadığını sandığım bir ışığı yakabiliyorlardı. Tüm bunlar çok eskidenmiş gibi geliyordu. Pırıl pırıl sesler, erimiş kar suyu gibi bana doğru aktılar.
…Peace on earth and mercy child,
God and sinners reconciled…*
Ayaklarımı yere indirdim, tabanlarım sertleşmişti. Bebek gibiydim, yeni doğmuş bir bebek; ayaklarım henüz zemine alışmamış gibiydi. Edmund’ın ayaklarının da böyle olduğunu hatırlıyorum, bilekleri incecikti, ayakları aynı yumuşaklıktaydı ve altı da üstü gibi bombeliydi. Ayaklarını ellerime alırdım, tüm bedenine bakıp dokunurdum, ilk bebeğinize yaptığınız gibi. Onun için başka biri olacağımı düşünürdüm, senin için başka biri olacağım, derdim, babamın benim için olduğundan çok farklı biri. Onunla birlikte öylece dururdum, Thilda gelip de “emzireceğim” ya da “altının değiştirilmesi lazım” gibi mazeretlerle onu kapıp gidene kadar. Bebek ayaklarım yavaş yavaş beni pencereye götürdü. Her adımda canım acıdı. Önümde bahçe uzanıverdi ve işte orada duruyorlardı. Yedisi birden. Kasabadan gelen yabancı bir koro değildi bu, benim kızlarımdı. En uzun boylu dördü arkada, daha kısa üçü ön sırada. Üstlerinde koyu renkli kışlıkları vardı. Yün paltoları çok dar, çok kısa ya da çok uzundu, giderek daha fazla yama eklenmiş, hırpanilikleri ucuz kurdeleler ve tuhaf yerlerdeki ceplerle gizlenmeye çalışılmıştı. Kenarları beyaz dantelle çerçeveli kahverengi, lacivert ya da siyah yün boneler, kış beyazı ufacık yüzlerini çerçeveliyordu. Şarkı, önlerindeki havada donuveriyordu. Ne kadar da zayıflamıştı, hepsi birden… Derin kardaki ayak izleri patika yürüdükleri yeri gösteriyordu. Dizlerine kadar gelen karda uzun süre yürümüş olmalıydılar, ıslanmışlardı. Çıplak tene değen nemli yün çorapların ve ayakkabıların incecik tabanlarından sızan donun hissini biliyordum. Hiçbirinin, ayaklarındaki çiftten başka botu yoktu.
Pencereye yaklaştım ve bahçede başkalarını da görmek için, koronun seyircisini görmek için bekledim; Thilda’yı, belki komşularımızdan birilerini… Ama bahçe boştu. Kızlarım dışarıdakiler için değil, benim için şarkı söylüyordu.
…Light and life to all he brings,
Risen with healing in his wings…*
Hepsinin gözü pencereme kitlenmişti ama beni henüz fark etmemişlerdi. Gölgede kalıyordum, güneş camlara vuruyordu, büyük ihtimalle camda gökyüzüyle ağaçların yansıması vardı.
…Born to raise the sons of earth
Born to give them second birth…**
Charlotte, on dört yaşındaki en büyük kızım, en uçta duruyordu. Şarkıyı tüm bedeniyle söylüyordu. Göğsü müziğin ritmine uygun inip kalkıyordu. Belki de bu onun fikriydi, tümü. Her zaman şarkı söylerdi; çocukluğunda, ödevlerine gömülmüşken ya da bulaşık yıkarken, en yumuşak notalar hareketlerinin bir parçasıymışçasına hep bir melodi mırıldanırdı. Beni ilk fark eden de o oldu. Yüzü aydınlandı. Dorothea’yı dürttü; büyümüş de küçülmüş on iki yaşındaki kızım da kendisinden bir yaş küçük Olivia’ya başıyla çabucak işaret etti, sonra o da kocaman gözlerle ikiz kız kardeşi Elizabeth’e döndü. Fiziksel olarak birbirlerine hiç benzemiyorlardı, sadece kafaları aynıydı, ikisi de yumuşak ve iyi huyluydu ve bir parçacık da aptaldı; kafalarına vura vura öğretilmedikçe sayıları anlamıyorlardı. Sonra ön sırada kıpraşmalar oldu, küçükler de beni fark etmişti, dokuz yaşındaki Martha, yedi yaşındaki Caroline’nin kolunu sıktı, aslında her zaman en küçük olmayı istediği için sürekli yakınan Caroline de yaşça daha büyük olmayı isteyen küçük Georgiana’yı sertçe itti. Yeri göğü inleten neşeli çığlıklar kopmadı, buna müsaade etmediler, o esnada değil; sadece şarkıdaki minnacık bir ahenksizlik belli etti beni gördüklerini, bir de şarkı söyleyen, O harfi şeklindeki ağızların izin verdiği kadar görünen hafiften tebessümler. Çocuksu bir yumru göğsümü sıkıştırdı. Kötü söylemiyorlardı kesinlikle. Minnacık yüzler ışıldıyor, gözler parlıyordu. Bunu benim için hazırlamışlardı, sadece benim için ve şu anda kızlarım, başardıklarına inanıyorlardı; babalarını yataktan çıkarmışlardı. Şarkı bitince sevinçlerini belli edeceklerdi, yeni yağmış yumuşak karda mutluluk saçarak çabucak eve koşacaklar ve gerçekleştirdikleri gizli mucizeyi anlatacaklardı. Babamı şarkıyla iyileştirdik! Mutlu genç kız sesleri koridorlarda yankılanacak, duvarlara çarpıp onlara geri dönecekti: Yakında bize geri dönecek! Yakında tekrar bizimle olacak! Ona Tanrı’yı, İsa’yı, yeni doğanı gösterdik! “Duy! Müjdeci melekler şarkı söylüyor, yeni doğan Kral’a iman ediyor!” Onun için şarkı söylemek; güzel olanı, Noel’in anlamını, bizim “hastalık” dediğimiz ama herkesin başka bir şey olduğunu bildiği, hatta annemin bu konuda konuşmamızı yasakladığı o şey yüzünden yatarken unuttuğu her şeyi ona hatırlatmak ne muazzam! Evet, ne parlak fikirdi! Zavallı baba iyi değil, hayalet gibi bembeyaz, kapının önünden geçerken kapı aralığından gördük, hayalet gibi, bir deri bir kemik, sakalları uzamış, çarmıha gerilmiş İsa gibi, tanınmayacak hâlde. Ama yakında aramıza katılacak, yakında çalışabilecek, ekmeğimize sürecek tereyağımız ve yeni paltolarımız olacak. Bu gerçekten hakiki bir Noel armağanı.
“Christ is born in Bethlehem!”*
Ama bu bir yalandı, onlara bu armağanı veremezdim, onların sevincine layık değildim. Yatak beni kendine çekiyordu, bacaklarım titriyordu, yeni doğmuş bacaklarım artık beni ayakta tutamıyordu. Midem yeniden düğümlendi, yemek borumda yukarı çıkmaya çalışanları engellemek için çenemi sıktım. Dışarıda şarkı sustu. Bugün mucize gerçekleşmemişti.
George Autumn Hill, Ohio, ABD. 2007.
Tom’u Autumn Hill otogarından aldım. Geçen yazdan bu yana eve gelmemişti. Nedenini bilmiyordum, sormadım. Belki de cevabı kaldıramayacaktım. Çiftliğe arabayla yarım saatte gidiliyordu. Pek bir şey konuşmadık. Arabayla giderken elleri kucağındaydı. Solgun, ince, sessiz elleri. Çantası ayaklarının dibindeydi. Kirlenmişti. Kamyonetin zemini, aldığımdan beri hiç temiz olmamıştı. Geçen yıldan ya da bir öncekinden kalma toprak kışın toza dönüşüyordu. Tom’un botlarından eriyen kar da yerdeki tozla karışıp çamur oluyordu. Çanta yeniydi. Kumaşı gergindi. Kesin şehirden alınmıştı. Ağırdı da, otogarda çantayı yerden kaldırdığımda sendelemiştim. Tom çantayı kendi almak istemişti ama ondan önce davranmıştım, son gördüğümden bu yana pek spor yapıyormuş gibi durmuyordu. Kılık kıyafetten başkasına ihtiyacı olmadığı düşünülebilirdi, sadece bir haftalığına tatile gelmişti, ayrıca ihtiyaç duyacağı şeyler zaten holde asılıydı: iş kıyafeti, botlar, kulaklıklı bere. Ama belli ki yanında bir sürü kitap getirmişti. Buna vakti olacağını düşünüyordu besbelli. Onu almaya geldiğimde beni bekliyordu. Ya otobüs erken gelmişti ya da ben geç kalmıştım. Gelmeden önce avludaki karı küremem gerekmişti, bu yüzdendi herhâlde.
“Hiç gereği yok George. Aklı bir karış havada zaten,” demişti Emma. Orada durmuş, bana bakıyordu, kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Cevap vermemiştim, kar küremeye devam etmiştim. Kar akordeon gibi toplanmıştı, hafif ve tazeydi. Sırtım terlememişti bile. Bana bakmaya devam etmişti. “Gören de Bush geliyor zanneder.” “Karın kürenmesi gerekiyor. Sen yapmıyorsun ki.” Başımı kardan kaldırmıştım. Gözlerimin önünde beyaz lekeler uçuşmuştu. O ise yamuk tebessümüyle sırıtıyordu. Dayanamayıp ben de sırıtmıştım. Birbirimizi okuldan beri tanıyorduk, birbirimize bu şekilde gülümsemediğimiz tek bir günümüz bile olmamıştır. Ama haklıydı. Kar küreme işini abartmıştım. Kar yerde kalmayacaktı, zaten birkaç gündür hava sıcak ve güneşliydi, her yerden sular akıyordu. Bu kar yağışı kışın son çırpınışıydı, birkaç gün sonra eriyip gidecekti. Bugün tuvaleti yıkama işini de abartmıştım. Tuvaletin arkasını da yıkamıştım doğrusunu söylemek gerekirse. Her zamanki huyum değildi. Ama Tom nihayet eve döndüğünde her şeyin düzgün olmasını istiyordum. Karın yeni kürendiği avluyu, temiz tuvaleti görmesini istiyordum; güneşin kavurduğu güney duvarının boyasının dökülmek üzere olduğunu ve güz rüzgârlarının yerinden çıkardığı çatı oluklarını fark etmemesini istiyordum. Bizi bırakıp gittiğinde yanık tenli ve güçlüydü, hevesliydi, bana uzun uzun sarılmıştı, sarılmışken pazılarının gücünü hissetmiştim. Başkaları, çocuklarını her gördüklerinde biraz daha büyüdüklerinden; insanın, evladını bir müddet sonra yeniden görünce nasıl irkildiğinden bahseder. Ama Tom’da durum farklı oldu. Küçülmüştü sanki. Burnu kırmızı, yanakları beyaz, omuzları dardı. Titrediği için omuzlarını kaldırdığından iyice büzülmüştü. Çiftliğe doğru yol alırken titremesi biraz geçti ama yanımdaki koltukta hâlâ gariban gariban oturuyordu.
“Yemekler nasıl?” diye sordum.
“Yemekler mi? Okulda mı?”
“Yok, Mars’ta.”
“Ne?”
“Okulda tabii ki. Okuldan başka bir yerlerde miydin son zamanlarda?”
Yine omuzlarının içine gömüldü.
“Yani… biraz süzülmüş gibisin,” dedim.
“Süzülmüş mü? Baba, senin bu lafın anlamından haberin var mı
bir kere?”
“Bildiğim kadarıyla okulunun parasını ben ödüyorum, o yüzden
böyle cevap vermen gerekmiyor.”
Sessizlik oldu.
Uzun bir süre.
“Neyse, mesele değil,” dedim.
“O zaman harcadığın paraya değiyorum.”
Gülümsemeye çalıştım ama gözümün ucuyla onun gülmediğini
gördüm. Neden gülmüyordu? Şakaya katılabilirdi, ağır sözleri bir kenara itebilirdi ve belki de yolculuğun geri kalanında keyifli bir sohbet
edebilirdik.
“Yemeğin parası ödendiğine göre belki biraz daha yemeğe gayret
edebilirsin,” diye bir teşebbüste bulundum.
“Evet,” dedi yalnızca.
İçten içe kızmaya başladım. Sadece gülümsemesini istemiştim ama
o en suratsız hâliyle orada öylece oturuyordu. Bir şey söylemeyecektim. Dilimi tutacaktım.
Ama tutamadım işte. “Alıp başını gitmek için bekleyemedin, değil
mi?”
Şimdi de kızmış mıydı? Yine kapışacak mıydık?
Hayır. Sadece içini çekti. “Baba…”
“Evet evet. Sadece şaka yapıyordum. Yine.” Lafımın gerisini yuttum. Şimdi konuşmaya devam edersem sonradan pişman olacağım birtakım şeyler söyleyeceğimi biliyordum. Böyle başlamamalıydı, tam da geri geldiğinde. “Yani aslında,” dedim sesimi yumuşatmaya çalışarak, “buradan ayrıldığında şimdi olduğundan daha mutlu gibiydin.” “Şimdi de mutluyum. Tamam mı?” Mesele kapanmıştı. Mutluydu. Çok mutlu. Mutluluktan uçuyordu. Bizimle tekrar görüşmeye, çiftliği görmeye can atıyordu. Haftalardır aklında başka şey yoktu. Besbelli. Gıcıklanmamış olsa da boğazımı temizledim. Tom orada öylece, elleri kucağında, sakince oturuyordu. Yutkundum, boğazıma bir şey oturmuştu. Ne umuyordum ki? Birkaç ay birbirimizden ayrı kaldık diye ahbap olacak değildik ya. Emma, Tom’a uzun uzun sarıldı. Bazı şeyler eskiden olduğu gibiydi, belli ki annesinin ilgisi, benimkinin aksine Tom’u hiç de bunaltmıyordu. Yeni kürenmiş avlu gözüne çarpmadı. Emma bu konuda haklıymış. Duvarın dökülen boyası da umurunda değildi, bu iyiydi… Hayır. Aslında ikisini de görmesini isterdim. Nihayet eve döndüğüne göre bir işin ucundan tutabilirdi. Sorumluluk alabilirdi. Emma yeşil tabaklarda bolca rulo köfte ve mısır servisi yaptı, sarı mısır ışıl ışıl parlıyordu, kremalı sosun buharı üzerindeydi. Yemeğin kusuru yoktu ancak Tom tabağındakinin yarısını bitirdi, ete dokunmadı bile. İştahı yoktu anlaşılan. Buna bir çare bulmalıydık. Emma sorular sordu, her şeyi didikledi. Okulu sordu. Öğretmenleri. Dersleri. Arkadaşları. Kızları. Son sorduğuna pek cevap alamadı. Ama aralarındaki sohbet gayet güzel, gayet normal akıyordu; her ne kadar soruların hepsine yanıt alamasa da. Hep böyleydiler, lafları bitmezdi hiç. Gevezelik ederlerdi. Çok basitmiş gibi, hep yakındılar. Ama tabii ki Emma annesiydi. Emma durumun tadını çıkarıyordu, yanakları mutfakta iş gördüğünden kızarmıştı, gözünü Tom’dan ayırmıyordu, ona dokunmadan duramıyordu, ayların hasreti ellerine vurmuştu. Ben çoğunlukla sessizdim, onlar tebessüm ettiğinde ben de tebessüm ediyor, güldüklerinde gülüyordum. Arabadaki tatsız muhabbetten sonra şansımı denemesem iyi olurdu. Şu baba oğul muhabbetine girecek iyi bir fırsat bulmalıydım. Bulurdum ama. Burada bir hafta kalacaktı. Yemeğin tadını çıkardım, tabağı silip süpürdüm; burada yemeğe hakkını veren en azından bir kişi vardı. Sosun dibini ekmekle sıyırdım, çatal kaşığımı tabağa bırakıp sofradan kalktım. Ama Tom da kalkmak istedi. Tabağındakileri bitirmemiş olmasına rağmen. “Çok güzeldi,” dedi. “Annenin yaptığı yemeği bitirmelisin,” dedim. Sesimin sakin çıkmasına çabaladım ama belli ki biraz keskin çıkmıştı. “Yedi zaten,” dedi Emma. “O yemeği yapmak için saatlerce uğraştı.” Bu kesinlikle abartılı oldu. Tom yeniden yerine oturdu, çatalı eline aldı. “Alt tarafı rulo köfte George,” dedi Emma. “O kadar da vaktimi almadı.” İtiraz edecektim. Çok çalışmıştı, buna hiç şüphe yoktu, Tom eve gelecek diye çok heveslenmişti. Ve oğlunun bunu bilmesini hak ediyordu. “Otobüste sandviç yedim,” dedi Tom tabağına konuşarak. “Annenin yemeklerini yemeden karnını mı doyurdun? Başka yerde rulo köfteden iyisini yedin mi hiç?”
“Haklısın baba. Sadece, şu…”
Sustu.
Emma’nın yüzüne bakmaktan kaçınıyordum, gerilmiş dudakları ve
kesmemi söyleyen gözleriyle bana baktığını biliyordum.
“Sadece ne?”
Tom tabağındaki yemeğiyle oynadı biraz. “Et yemeyi bıraktım.”
“Ha!”
“Tamam, tamam,” dedi Emma aceleyle ve masayı toplamaya başladı.
Oturduğum yerde kaldım. Şimdi belli olmuştu.
“Bir deri bir kemik kalmana şaşmamak gerek.”
“Herkes vejetaryen olsaydı dünyanın nüfusuna yetecek kadar yiyecek olurdu,” dedi Tom.
“Herkes vejetaryen olsaymışmış,” diye tekrar ettim ve su bardağımın kenarından ona baktım. “İnsanlar hep et yediler.”
Emma yemek tabaklarıyla servis tabaklarını üst üste koyarak yüksek bir kule yapmıştı, tehlikeli şekilde sallanıyordu.
“Lütfen,” dedi. “Eminim Tom bunu etraflıca düşünmüştür.”
“Hiç sanmıyorum.”
“Tek vejetaryen ben değilim,” dedi Tom.
“Biz burada, çiftlikte et yiyoruz,” dedim ve öyle bir hızla yerimden
kalktım ki sandalye yere düştü.
“Tamam, tamam,” dedi Emma yine ve hızlı hızlı ortalığı topladı.
Bana bir bakış fırlattı. Bu seferki sadece sus demiyordu. Kapa çeneni,
diyordu.
“Ayrıca, sonuçta domuz üretimi falan da yapmıyorsun zaten,” dedi
Tom.
“Ne ilgisi var bunun?”
“Et yemişim, yememişim, senin için ne fark eder? Bal yediğim sürece?”
Kıs kıs güldü. Tatlılıkla mı? Hayır. Azıcık küstahça. “Üniversiteye gidince böyle olacağını bilseydim seni asla yollamazdım.” Konuştukça sözcükler irileşti ama yine de onları ağzımda tutamadım. “Çocuk tabii ki okula gidecek,” dedi Emma. Tabii ki. Donun ilk gecesi kadar aşikâr. Herkes okula gitmek zorunda. “İhtiyacım olan tüm eğitimi orada aldım ben,” dedim, elimi belirsiz yönde sallayarak. Aslında kovanların durduğu doğudaki çayırı işaret edecektim ama elimi batıya doğru salladığımı çok geç fark ettim. Tom cevap bile vermeye tenezzül etmedi. “Yemek için teşekkürler.” Tabağını çabucak kaldırdı, Emma’ya döndü. “Gerisini ben hallederim anne. Sen git otur.” Emma ona gülümsedi. Kimse bana bir şey demedi. İkisi de ben yokmuşum gibi davranıyordu artık. Emma oturma odasına geçip eline gazetesini aldığında da, Tom önlük takıp –gerçekten taktı– tencereleri ovmaya başladığında da. Dilim damağım kurumuştu. Bir yudum su içtim ama faydası olmadı. Etrafımda dönüp duruyorlardı. Odadaki fildim ben. Yok, yok… Fil değil, mamuttum. Nesli tükenmiş bir türdüm.
Tao
“Bende üç, sende iki pirinç tanesi olduğunda toplam kaç pirinç tanemiz var? Tabağımdaki iki pirinç tanesini aldım, Wei-Wen’in boş tabağına koydum. Çocukların yüzleri hâlâ gözümün önündeydi: yüzü güneşe dönük uzun kız, umursamaz bir esneyişle yüzü gerilen oğlan… Çok küçüklerdi. Ve Wei-Wen birdenbire büyüyüvermişti. Yakında onların yaşında olacaktı. Ülkenin başka bölgelerinde, seçilmiş çocuklar için birkaç okul vardı. Liderlik yapacak, sorumluluk alacak olanlar için. Dışarıda çalışmaktan kurtulacaktı onlar. Eğer Wei-Wen de yeterince akıllıysa, erkenden kendini belli ederse… “Neden sen üç, ben iki tane alıyorum?” Wei-Wen başını eğip pirinç tanelerine baktı ve somurttu. “Benim üç, senin iki tane pirinç tanen var. Öyle işte.” Pirinçlerin tabakta yerlerini değiştirdim. “Hepsi kaç tane?” Wei-Wen toparlak yumruğunu tabağa koydu, parmakla boya yapıyormuş gibi elini tabağın içinde gezdirdi. “Biraz daha keççap istiyorum.” “Hadi ama Wei-Wen.” Kararlılıkla elini ittim, yemekten sonra yapış yapış olmuştu. “Ayrıca, ‘Ketçap alabilir miyim?’ denir.” İçimi çektim, yine pirinç tanelerini işaret ettim. “İki tane bende. Üç tane sende. O zaman sayabiliriz. Bir, iki, üç, dört, beş.”
Wei-Wen elini yüzüne sürdü, yanağında ketçap izi kaldı. Sonra şişeye uzandı. “Keççap alabilir miyim?” Daha erken yaşta başlamalıydım. Her gün birlikte geçirebileceğimiz sadece bir saatimiz vardı ama bu saati çoğunlukla başka işlere harcamıştım; yemek yapmaya, eğlenmeye… Şimdiye kadar mesafe kaydetmiş olurdu. “Beş pirinç tanesi,” dedim. “Beş pirinç tanesi. Değil mi?” Şişeyi bıraktı, kendini sandalyede geriye savurdu; o kadar hızlı savurdu ki sandalyenin ayakları yere çarptı. Çoğunlukla böyleydi, ani, kocaman hareketler. Güçlü kuvvetliydi, doğduğundan beri böyleydi. Memnundu da. Geç yürümüştü, gerekli sakinlik yoktu onda, yerde oturup onunla konuşan herkese gülümsemekten mutluydu. Ve bir sürü insan onunla konuşmaya meraklıydı, çünkü Wei-Wen hemen sırıtan bir bebekti. Yapay tatlandırıcılı ketçap şişesini aldım, tabağına döktüm. Belki şimdi çalışmaya gönlü olurdu. “İşte. Buyur bakalım.” “Evet. Keççap!” Kâseden iki pirinç tanesi daha alıp masaya koydum. “Bak şimdi. Buraya iki tane daha koyduk. Kaç tane oldu o zaman?” Ama Wei-Wen yemekle meşguldü. Ağzının etrafı tamamen ketçap olmuştu. “Wei-Wen, kaç tane oldu?” Yine tabağını sildi süpürdü, tabağa biraz baktı ve sonra havaya kaldırdı. Tabak eski bir uçakmışçasına Wei-Wen motor sesleri çıkarmaya başladı. Eski araçlara bayılıyordu. Helikopterlere, arabalara, otobüslere kafayı takmıştı, saatlerce yerde yuvarlanıp yollar, havalimanları, taşıt araçları için meydanlar hazırlardı. “Lütfen ama Wei-Wen.” Tabağı hızla çekip erişemeyeceği bir yere koydum, sonra da soğuk, kurumuş pirinç tanelerini parmağımla göstermeye devam ettim. “Bak şimdi. Beş artı iki. Kaç tane oluyor?”
Sesim hafiften titriyordu. Bunu bir tebessümle kapattım, Wei-Wen farkında değildi, çünkü tabağı almaya çalışıyordu. “Alacağım! Uçağı alacağım! Benim o!” Kuan oturma odasında boğazını temizledi. Ayakları sehpanın üzerinde, elinde bir kupa çayla oturmuş, kupasının üzerinden bana bakıyor, rahatlığını gözüme sokuyordu. Wei-Wen bir tek şunu anlasaydı, her gün minik adımlar atabilseydik vazgeçecektim, o zaman oynayabilirdi. “İstiyorum!” Tombik eliyle uzanabildiği kadar uzandı. “Canım, o orada durmalı!” diye sesimi yükselttim. “Şimdi sayıyoruz, değil mi?” Kuan belli belirsiz içini çekti, ayağa kalkıp bize doğru geldi. Elini omzuma koydu. “Saat sekiz oldu.” Elinden sıyrıldım. “On beş dakika daha uyanık kalsa bir şey olmaz,” dedim ve kafamı kaldırıp ona baktım. “Tao…” “On beş dakika daha dayanır.” Ona bakmaya devam ettim. Şaşırdı. “Ama neden?” Kafamı çevirdim, açıklama yapmaya, çocukları anlatmaya hâlim yoktu. Ne diyeceğini biliyordum. Çocuklar işte. Küçücükler. Geçen sene de sekiz yaşındakiler gelmişti. Bu iş böyle. Yıllardır böyle. Ve devam edecek olsaydı, kendisine ait olmayan büyük laflar edecekti Kuan: Burada yaşadığımıza sevinmeliyiz. Daha kötü olabilirdi. Pekin’de oturuyor olabilirdik. Ya da Avrupa’da. Elimizden gelenin en iyisini yapmalıyız. Burada ve şimdi olmalıyız. Her saniyeyi en iyi şekilde değerlendirmeliyiz. Laf ebeliği. Kendi konuşmaları değildi bunlar, sanki bir yerlerde okumuştu, ama üstüne basarak da söylüyordu, bu sözlere gerçekten inanıyordu.
Kuan, Wei-Wen’in kirpi gibi saçlarını okşadı. “Onunla oynamak istiyorum,” dedi alçak ve yumuşak bir sesle. Wei-Wen, artık ona küçük gelen bebek sandalyesinde kıpırdandı ama sandalyede bağlıydı, evdeki dersimden kaçamazdı. Tabağa uzandı. “Onu istiyorum! Benim o!” Kuan bana bakmıyordu. Sadece, kontrollü bir tonda, “Onu alamazsın ama diş fırçası da uçak olabilir, biliyor musun?” dedi birden. Sonra Wei-Wen’i yerinden kaldırıp banyoya gitti. “Kuan… ama…” Kuan, giderken Wei-Wen’i bir sağ koluyla, bir sol koluyla kolayca kaldırarak taşıdı, beni duymuyormuş gibi davranıyor, Wei-Wen’le konuşmaya devam ediyordu. Oğlanı tüy gibi hafifmişçesine taşıyordu, bense onun bedeninin şimdiden ağırlaşmaya başladığını düşünüyordum. Oturduğum yerde kaldım, bir şey demek, itiraz etmek istiyordum ama kelimeler ağzımdan çıkmadı. Wei-Wen yorulmuştu. Saat geç olmuştu. Çok yorulmadan, uyumayı reddetmeden önce yatırılmalıydı. Yoksa ardı arkası gelmezdi, biliyordum. İşi bizim yatma saatimizden sonrasına kadar uzatabilirdi. Önce dalga geçmeler, yatak odasının kapısını açıp kapamalar, sürekli bizim odaya gelmeler, avaz avaz kahkaha atmalar, beni yakalayamazsınız ki’ler… Sonra da hayal kırıklığı, öfke, bağrış çağrış, deli gibi karşı koymalar. Wei-Wen böyleydi. Üç yaşındakiler böyleydi. Aslında… ben böyle davrandığımı hatırlamıyordum. Üç yaşındayken okumayı öğrenmiştim. Harfleri kendi kendime kapmıştım, akıcı şekilde tek başıma masal okuduğumu gören öğretmen şaşırmıştı, asla başka çocuklara okumuyordum, onlardan uzak duruyordum. Anne babam bir kenarda şaşkınlıkla olaya seyirci kalmıştı; masal okumama, çocuklar için basit hikâyeler okumama izin vermişlerdi. Ama beni başka metinlerle zorlamaya hiç cesaret edemediler. Ancak okulda durumun farkına vardılar.
Öğretmenler diğerleri dışarı çıktıklarında bana kitaplarla baş başa kalma olanağı sağladılar, ellerindeki bölük pörçük eğitim programlarından, metinlerden ve filmlerden ne buldularsa bana sundular. Bunların pek çoğu Çöküş döneminden, demokrasilerin düşmesinden önceki dönemden, bunu takip eden dünya savaşı öncesinden, yiyeceklerin sadece seçilmiş bir azınlığın temin edebileceği bir ürüne dönüştüğü zamandan kalmaydı. O zamanlar bilgi üretimi o kadar büyüktü ki hiç kimse gözetim sağlayamıyordu. Sözcükler Samanyolu kadar uzayıp gidebiliyordu. Resimlerin, haritaların, illüstrasyonların kapladığı alanlar güneşin yüzeyi kadar büyüktü. Milyonlarca insanın hayatına denk düşen zaman, filmlerde sabitlenmişti. Teknoloji her şeyi ulaşılabilir kılmıştı.
O zamanın sloganı, ulaşılabilirlikti. İnsanlar, giderek daha da gelişen iletişim araçlarıyla bu bilginin tamamına her an, her dakika bağlanabiliyordu. Ancak Çöküş, dijital ağları da etkiledi. Üç yıl içerisinde hepsi tamamen yok oldu. İnsanların elinde kalan tek şey kitaplar, yarım yamalak çalışan DVD’ler, yıpranmış dijital kayıtlar, eski teknolojiyle çalışan çizik CD’ler ve nuh nebiden kalma, neredeyse darmadağın sabit telefonlardı. Yıpranmış eski kitapları ve takıla takıla ilerleyen filmleri bir çırpıda bitirmiştim. Okumuş ve hiçbir şeyi unutmamıştım; sanki kitaplarla filmler hafızama silinmez bir damga vurmuştu. Bilgili olmaktan utanıyordum, çünkü bu beni farklı kılıyordu. Birçok öğretmen üstün zekâlı olduğumu, yeteneklerim olduğunu annemle babama söyledi ama onlar bu konuşmalara utangaç şekilde gülümseyerek karşılık verdi; normal şeyleri istiyorlardı, arkadaşlarım var mı, iyi koşuyor muyum, iyi tırmanıyor muyum, el işlerinde iyi miyim… Başarılı olmadığım ne varsa yani. Ancak öğrenmeye duyduğum açlık karşısında utancım yavaş yavaş kayboldu. Lisan konusuna ağırlık verdim, her bir nesneyi ve duyguyu karşılayan tek bir sözcük ya da tanım olmadığını öğrendim; pek çok sözcük ve tanım vardı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıArıların Tarihi
- Sayfa Sayısı384
- YazarMaja Lunde
- ISBN9786257314930
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sır Ortağı ~ Joseph Conrad
Sır Ortağı
Joseph Conrad
Genç bir adam, tanımadığı bir geminin ve mürettebatın kaptanı olarak ilk yolculuğuna çıkacaktır. Esrarengiz bir ziyaretçi gemiye geldiğinde kaptanın hem yabancısı olduğu gemiyi idare...
- Vaat ~ Damon Galgut
Vaat
Damon Galgut
Aile ne için vardı? Damon Galgut’un 2021 Booker Ödülü’nü alan romanı Vaat, insanların ikiyüzlülüğünü ve iç hesaplaşmalarını dingin bir coşkunlukla dışa vuran kuvvetli bir anlatı. Güney Afrikalı...
- Parkta ~ Marguerite Duras
Parkta
Marguerite Duras
En başta arzu ettiğim şey kendime ait olmak, bir şeye sahip olmaya başlamak, önemsiz ama sadece bana ait eşyalar, bana ait bir yer, bana...