Hayatınızdan tat almak, gerçekten, bilinçli, sanatkârane şekilde tat almak istiyorsanız, asla yeni şartlara alışmaya uğraşmayın. Alışmak ölümdür. Ahmaklıktır. Yaşamaya alışmayın, hiçbir şeyin sıradanlaşmasına izin vermeyin, lüksün tatlılığı için çocukça bir zevki muhafaza edin.
Zor Saat, Thomas Mann’ın 1893-1912 yılları arasında kaleme aldığı, aralarında “Küçük Friedemann”, “Tristan” ve bu kitaba adını veren “Zor Saat” gibi ünlü örneklerin de bulunduğu 23 öyküyü içeriyor. Thomas Mann, Alman dilinde öykü anlatımına yeni bir soluk getirmiş, gerçekçi ayrıntıları etkin bir biçimde kullanmıştır. Gördüğü bir resmi ya da dinlediği bir müziği öykünün merkezine yerleştirerek etkileyici ve inandırıcı bir olay örgüsüyle besler. Öyküleri otobiyografik özellikler taşırken evrenselliği de yakalar. Yaşadığı yüzyılın iyi bir gözlemcisi olan yazar, bu gözlemlerini yapıtlarına yansıtmakta ustadır. Öykülerindeki ortak izlekler, “kendinde olmayana sahip olma arzusu” ve “sanatçının çektiği acılar” olarak özetlenebilir. Zor Saat, Almanya’nın en önemli yazarlarından birinin edebî gelişimini gözler önüne seriyor.
“20. yüzyılın en büyük Alman romancısı.”
The Spectator
İçindekiler
Hayal ……………………………………………………………………. 11
Düşkünlük …………………………………………………………….. 15
Mutluluk Arzusu …………………………………………………….. 49
Ölüm ……………………………………………………………………. 69
Hayal Kırıklığı ………………………………………………………… 77
Küçük Friedemann ………………………………………………….. 85
Palyaço ………………………………………………………………… 115
Luis’çik ……………………………………………………………….. 149
Tobias Mindernickel ………………………………………………. 167
Elbise Dolabı ………………………………………………………… 177
İntikam ……………………………………………………………….. 187
Mezarlık Yolu ……………………………………………………….. 193
Gladius Dei ………………………………………………………….. 203
Tristan …………………………………………………………………. 223
Açlık Çekenler ……………………………………………………… 271
Bir Mutluluk ………………………………………………………… 279
Harika Çocuk ……………………………………………………….. 293
Peygamber Adına ………………………………………………….. 305
Zor Saat ………………………………………………………………. 315
Völsunga Kanı ………………………………………………………. 325
Anekdot ………………………………………………………………. 357
Tren Kazası …………………………………………………………… 363
Jappe ile Do Escobar’ın Dövüşü ………………………………. 375
HAYAL
Bir Nesir Taslağı
Dâhi sanatçı Hermann Bahr’a
Kendime mekanik bir şekilde yeni bir sigara sararken ve kahverengi toz parçaları ince topaklarla yazı dosyasının açık sarı kurutma kâğıdının üstüne doğru salınırken, uyanık olmam imkânsızmış gibi geliyor. Hele nemli ve sıcak akşam rüzgârı yanımdaki açık pencereden içeri girip duman kümelerini garip şekillere sokarak yeşil abajurlu lambanın ışığından donuk siyahlığa taşırken, rüya gördüğüm gözümde kesinleşiyor. Tabii durum o an kötüleşiyor, zira bu fikir hayal gücümü olabildiğince serbest bırakıyor. Sandalyenin arkalığının gizlice şakalaşırcasına çatırdaması, aceleci bir ürküntü gibi aniden tüm sinirlerimi altüst ediyor. Bu da etrafımda dolanan ve haklarında kılavuz yazmaya şimdiden kesin kararlı olduğum, dumanın oluşturduğu garip yazı işaretlerini derinlemesine tetkik ederken, sinirime dokunup rahatsızlık veriyor. Artık tüm huzurum kaçtı. Tüm duyularımda delice bir hareketlenme. Hararetli, heyecanlı, çılgın. Her seste bir sitem. Bütün bunlarla şaşkına dönmüşken, unutulanlar açığa çıkıyor. Vaktiyle görme duyusuna kazınmış bir şey tuhaf tuhaf yenileniyor, hem de ilk hissettiğim haliyle. Bakışımın karanlıktaki o yeri kaplayınca hırsla genişlediğini nasıl da ilgiyle fark ediyorum! Parlak resmin devamlı daha belirgin şekilde ortaya çıktığı o yeri. Bakışım nasıl da emiyor onu; gerçi kuruntudan ibaret ama mutluluk da verici. Bakışım gittikçe daha fazlasını alıyor.
Daha doğrusu, kendini gittikçe daha çok veriyor, gittikçe çoğalıyor, kendini daha çok büyülüyor… gittikçe… daha çok. Tesadüfün sanat eseri o resim işte oracıkta, oldukça net, aynen o zamanki gibi. Unutulandan meydana çıkmış, yeniden yaratılmış, şekillenmiş, olağanüstü kabiliyetli bir sanatçı olan hayal gücü tarafından resmedilmiş. Büyük değil: Küçük. Bütün de değil aslında, ama o zamanki gibi kusursuz. Fakat karanlıkta, her yöne doğru sürekli belirsizleşmekte. Bir kâinat. Bir âlem. Işık titreşiyor içinde, derin bir ruh hali. Ama ses yok. Çevredeki kahkaha gürültüsünden hiçbir şey girmiyor içeri. Belki şimdi girmiyordur, ama o zaman giriyordu. En alt tarafta damasko parlıyor, dokuma yapraklar ve çiçekler çaprazlamasına çatallanıyor, yuvarlanıyor, kıvrılıyor. Yarısına kadar soluk altın renkle dolu bir billur kadeh örtünün üstünde şeffaf ve zarif yükselmekte. Önündeyse adeta rüyadan uzatılmış bir el. Parmaklar kadehin sapına gevşekçe dolanmış. Birinde mat bir gümüş yüzük. Onun üstünde de kan kırmızı bir yakut. Narin bileğin kreşendoyla kola dönüştüğü kısımda şekil tamamıyla belirsizleşiyor. Tatlı bir esrar. Kızın eli rüya gibi ve hareketsiz duruyor. Elinin donuk beyazında süt mavi bir damarın yumuşakça kıvrıldığı yerde hayat belirtisi var sadece, damarda yavaş ve ateşli bir şekilde ihtiras atıyor. Bakışımı hissedince daha da hızlanıyor, daha da vahşileşiyor, ta ki yalvarırcasına sarsılana dek: Bırak…
Ama ağır bir yük gibi ve korkunç bir şehvetle bastırıyor bakışım, o zamanki gibi. Sevgi ile mücadelenin, sevginin zaferinin titreyerek attığı eline… o zamanki gibi… o zamanki gibi… Kadehin dibinden bir kabarcık yavaşça çözülüp yukarı doğru salınıyor. Yakutun parlak sahasına girer girmez kan kırmızı bir renkle alevleniyor ve yüzeye varınca sönüveriyor. Bakışım yumuşak konturları çizerek tazelemek için ne kadar çaba gösterse de her şey rahatı kaçmış gibi yok olmak istiyor. Şu an yok oldu, karanlıkta eriyip gitti. Onu unuttuğumu fark edince derin derin nefes alıyorum. Aynen o zamanki gibi… Yorgun argın arkama yaslanırken acı feveran ediyor. Ama aynen o zamanın kesinliğiyle biliyorum ki: Beni seviyordun… Şimdi ağlayabilmemin nedeni de budur.
DÜŞKÜNLÜK
Dördümüz yine baş başaydık. Bu defaki ev sahibi, ufak tefek Meysenberg’di. Atölyesinde akşam yemeği yemek oldukça zevkliydi. Burası garip bir mekândı, tek bir tarzda döşenmişti: tuhaf sanatçı keyfiliğiyle. Etrurya ve Japon vazoları, İspanyol yelpazeleri ile hançerleri, Çin şemsiyeleri ve İtalyan mandolinleri, Afrika’dan midye kabukları ve küçük antika heykeller, rokoko üslubu rengârenk biblolar ile balmumu Meryem Ana heykelleri, eski bakır gravürler ve Meysenberg’in kendi fırçasından eserler… Odadaki masalara, etajerlere, konsollara, tıpkı zemin gibi kalın Şark halılarıyla ve solmuş nakışlı ipek kumaşlarla kaplı duvarlara ben buradayım diyen kompozisyonlarla yerleştirilmişti hepsi. Dördümüz, yani ufak tefek, kumral kıvırcık saçlı, hareketli Meysenberg; gencecik, sarışın, idealist iktisatçı, kadınların eşitliğinin muazzam haklılığı üzerine olur olmaz her yerde vaaz veren Laube; tıp doktoru Selten ve ben… Dördümüz de atölyenin ortasında türlü türlü oturma pozisyonlarında ağır maun masa etrafında toplanmış, dâhi ev sahibimizin hazırladığı muhteşem mönünün tadına bakıyorduk bir süredir. Belki de daha ziyade şarapların. Meysenberg yine yapacağını yapmıştı.
Doktor, keskin üslubuyla durmadan alay ettiği büyük, eski moda oymalı, yüksek arkalıklı bir sandalyede oturuyordu. Aramızda alaycı olanımızdı. Her umursamaz tavrında tecrübe ve küçümseme vardı. Dördümüz arasında en yaşlı olandı ayrıca. Muhtemelen otuzlu yaşlardaydı. Aynı zamanda en çok şey “yaşayan” da oydu. “Tecrübeli!” dedi Meysenberg. “Ama eğlenceli adamdır.” “Tecrübeli” ile kastedilenin ne olduğu, doktora bakınca sahiden de biraz anlaşılıyordu. Gözlerinde belli belirsiz bir parıltı vardı; siyah, kısa kesilmiş saçları tepeden biraz dökülmüştü. Sivri sakalıyla son bulan yüzünde, burnundan ağzının kenarlarına kadar varan, bazen acı bir ifade de alabilen birkaç alaycı çizgi görülüyordu.
Rokfor peyniri yerken yine “derin sohbetler”e dalmıştık. Yukarıdaki rejisör tarafından özensizce sahnelenmiş dünya hayatının alabildiğine sorgusuzca ve vicdansızca tadını çıkarıp sonra da omuz silkerek, “Yapmasa mıydım?” diye sormayı, onun da dediği gibi, yaşam felsefesi haline getirmiş bir adamın umursamaz alaycılığıyla konuşuyorduk. Fakat becerikli dolambaçlar üzerinden doğruca kendi mecrasına varan Laube yine tamamen kendini kaybetmiş, derin, yaylı koltuğundan boşluğa ümitsizce el hareketleri yapıyordu. “İşte bu! İşte bu! Dişilerin bu rezil sosyal konumu (asla ‘kadın’ demez, daha bilimsel geldiğinden hep ‘dişi’yi tercih ederdi) önyargılardan, toplumun aptalca önyargılarından kaynaklanıyor!” Yumuşak ve merhametli bir ses tonuyla, “Şerefe!” diyen Selten, bir kadeh kırmızı şarabı mideye indirdi. Bu, iyi kalpli gencin keyfini epey kaçırdı. “Sen yok musun, sen!” diye ayağa fırladı, “seni yaşlı çokbilmiş! Seninle konuşulmaz! Ama siz,” deyip meydan okurcasına bana ve Meysenberg’e doğru döndü, “siz bana hak vermelisiniz! Öyle mi, değil mi?!” Meysenberg kendine bir portakal soydu. “Kesinlikle yarı yarıya!” dedi iyimserlikle. “Sen devam et,” diye cesaretlendirdim ben de.
İlk önce iyice içini dökmeliydi, aksi takdirde rahat vermezdi. “Toplumun aptalca önyargıları ve dar kafalı adaletsizliğinden, diyorum! Ufak tefek bir sürü şey… aman Tanrım, çok gülünç. Kalkıp kız liseleri kurmaları ve dişileri telgrafçı olarak işe almaları… ne manası var? Ama genele bakınca! Nasıl görüşler bunlar! Mesela sıra erotizm ve cinsellik meselesine gelince, nasıl sığ bir gaddarlık!” “Eh,” dedi doktor rahatlayarak, peçetesini kenara koydu, “en azından eğlenceli olmaya başladı.” Laube ona bakmadı bile. “Bakın,” diye devam etti ve irice bir şekerlemeyi sallayıp kurumlu bir tavırla ağzına attı, “bakın, iki kişi birbirini sevse ve adam kızı kaçırsa, bir şey olmamış gibi namusunu korur, hatta yiğitçe bile davranmıştır… Kahrolası herif! Ama yitip giden, toplumdan dışlanan, ayıplanan ve gözden düşen, kadındır. Evet, gözden düşen! Bu görüşün ahlaki tarafı hani? Adam da aynı derecede düşkün değil midir? Hatta, kadından daha namussuzca davranmamış mıdır?! Hey, konuşsanıza! Bir şey söyleyin!” Meysenberg sigarasının dumanına düşünceli düşünceli baktı. “Aslında haklısın,” dedi iyi niyetle. Laube’nin yüzünde zafer edası vardı. “Öyle mi, öyle mi?” diye tekrarlayıp duruyordu. “Böylesi bir hükmün ahlaki gerekçesi nedir?” Doktor Selten’e baktım. Suskunlaşmıştı. İki elinde bir ekmek parçasını döndürürken, o acı yüz ifadesiyle çıt çıkarmadan önüne bakıyordu.
“Kalkalım,” dedi sakince. “Size bir hikâye anlatacağım.” Sofrayı kenara itip arka tarafta, halılar ve küçük koltuklarla rahat bir tarzda döşenmiş sohbet köşesine çekildik. Tavandan sarkan lamba odayı mavimsi loş bir ışıkla dolduruyordu. Tavan şimdiden, sakince dalgalanan bir sigara dumanı tabakasıyla kaplanmıştı. “Hadi, başla,” dedi Meysenberg, dört küçük kadehe Fransız likörü doldururken. “Mesele buraya varınca, hikâyeyi anlatayım dedim,” dedi doktor, “tam uzun öykü formatında. Bu işlerle uğraşmışlığım vardır, biliyorsunuz.” Yüzünü tam göremiyordum. Bacak bacak üstüne atmış, elleri ceketinin yan ceplerinde, koltuğunda arkaya yaslanmış bir vaziyette oturuyor ve yukarı, mavi lambaya doğru sakince bakıyordu.
“Hikâyemin kahramanı,” diye başladı bir süre sonra, “memleketi Kuzey Almanya’daki küçük şehirde liseyi bitirmişti. On dokuz, yirmi yaşlarındayken, Güney Almanya’nın büyücek şehirlerinden P.’deki üniversiteye geçti. Tam manasıyla ‘iyi bir adam’dı. Kızılabilecek biri değildi. Neşeli ve iyi niyetli tavırlarıyla hemen tüm arkadaşlarının favorisi olmuştu. Yumuşak yüz hatları, canlı kahverengi gözleri ve bıyıklarının yeni terlemeye başladığı sevecen kıvrımlı dudaklarıyla hoş, fidan gibi bir delikanlıydı. Açık renkli yuvarlak şapkasını siyah buklelerinin üzerinden geriye doğru takıp, elleri pantolonunun ceplerinde, merakla etrafına bakınarak dışarıda dolanınca kızlar dönüp dönüp sevgi dolu bakışlar atarlardı. Masumdu ayrıca, hem bedeni hem de ruhuyla.
Tilly1 gibi hiç savaş kaybetmediğini ve hiçbir kadına dokunmadığını söyleyebilirdi. İlki konusunda henüz hiç fırsatı olmadığından, ikincisi için de keza hiç fırsat bulamadığından. Henüz P.’de iki haftasını doldurmadan âşık olmuştu tabii. Alışılageldiği üzere garson bir kıza değil, Goethe Tiyatrosu’nda genç bir aktris olan saf Fräulein Weltner’e. Gerçi şairin de yerinde ifadesiyle, serde gençlik varken her kadın güzel görünür; fakat bu kız gerçekten hoştu. Çocuksu, narin bir yüz, donuk sarı saçlar, uysal, neşeli kurşuni mavi gözler, hokka gibi bir burun, masumane tatlı bir ağız ve yumuşak, yuvarlak bir çene. Önce yüzüne, sonra ellerine, sonra da ara sıra antik bir role soyunduğunu gördüğü kollarına âşık oldu; bir gün geldi, onu her şeyiyle sevdi. Henüz hiç tanımadığı ruhunu bile. Sevdası ona yığınla paraya mal oluyordu. En azından iki gecede bir Goethe Tiyatrosu’nda ön sıralardan bir yer ayırtıyordu. Uydurduğu uçuk kaçık bahanelerle annesine her dakika para için mektup yazıyordu. Onun için yalan söylüyordu ya, bu her şeyi affettirirdi. Onu sevdiğini fark edince, ilk yaptığı şey şiir yazmak oldu. Meşhur Alman ‘sessiz şiir’i. Sık sık gece geç vakitlere kadar kitaplarının arasında oturur oldu. Sadece komodininin üstündeki küçük çalar saatinin tekdüze tıkırtısı vardı, dışarıda da ara sıra tek tük ayak sesleri yankılanıyordu. Göğsünün üst kısmına, boynunun başladığı yere, gözlerine doğru çağlamak isteyen yumuşak, ılık ve akışkan bir sızı yerleşmişti. Ama gerçekten ağlamaya utandığı için sızısını aşağıda sabırla bekleyen kâğıdın üzerine akıtıyordu kelimelerle.
Sevgilisinin ne kadar tatlı ve sevecen, kendininse ne derece hasta ve yorgun olduğunu, ruhunda belirsizliğe, uzaklara, güller ve menekşeler arasında tatlı bir neşenin saklandığı uzaklara götüren nasıl büyük bir huzursuzluk bulunduğunu yumuşak mısralarda hüzünlü bir tınıyla söylüyordu, ne yapsın büyülenmişti bir kez… Evet, gülünçtü. Kim olsa gülerdi. Kelimeler de öyle boş, öyle ifadeden yoksundu ki. Ama onu seviyordu. Onu seviyordu! Kendine itiraf ettikten hemen sonra utanıyordu tabii. Öyle âciz ve dize getiren bir aşktı ki sevgilisinin sevecenliğinden ötürü ayağını ya da beyaz elini sessizce öpebilir, sonra da severek ölüme gidebilirdi.
Dudaklarını düşünmeye ise cesaret bile edemiyordu. Bir gece uyanınca sevgilisinin, güzel başı beyaz yastıklarda, tatlı dudakları hafif aralık ve elleri, hafif mavi damarlı o tasvir edilemez elleri yorganın üstünde kavuşmuş halde nasıl yattığını hayal etti. Sonra aniden öbür tarafa dönüp yüzünü yastığa gömdü ve karanlıkta uzun uzun ağladı. Böylelikle durum son haddine ulaşmıştı. Artık şiir yazamayacak, hatta yemek bile yiyemeyecek hale gelmişti. Tanıdıklardan kaçıyor, neredeyse dışarı bile çıkmıyordu, gözlerinin altında derin, koyu renk halkalar oluşmuştu. Hiç çalışmaz olmuştu, hiçbir şey okuyası gelmiyordu. Uzun zaman önce satın aldığı resmi önünde, gözyaşları ve aşk içinde, yorgun argın oturup kalmak istiyordu sadece. Bir akşam, Okuldayken samimi olduğu ve kendisi gibi doktor olan, fakat üst sınıfa giden arkadaşı Rölling’le bir akşam bir bardak bira içip serinlemek için birahanenin birine oturmuştu. Rölling aniden kararlı bir tavırla bira kupasını masaya koydu.
Evet, ufaklık, söyle bakalım, derdin nedir?’ ‘Benim mi?’ Ama sonra pes edip kızla ilişkisi hakkında içini dökmeye başladı. Rölling aksi aksi başını salladı. ‘Kötüymüş, ufaklık. Yapılacak bir şey yok. Başına ilk gelen sen değilsin. Kızın yanına yaklaşılmaz. Şimdiye kadar annesiyle yaşamış. Gerçi annesi bir süre önce ölmüş, ama yine de… kesinlikle yapacak bir şey yok. Çok terbiyeli bir kız.’
‘Peki, sence ben…’
‘Şey, bence sen…’
‘Yapma Rölling!..’
‘… Ha, demek öyle. Pardon, sadede geleyim. Böyle duygusallaşacağını hiç düşünmemiştim. O zaman bir buket gönder, usulünce saygılı bir not düş, ziyaretine gidebilmek, hayranlığını sözlü ifade edebilmek için yazılı iznini rica et.’
Beti benzi atıp tüm vücudu titremeye başladı.
‘Ama… ama olmaz ki!’
‘Neden olmasın! Kimi göndersen kırk feniğe gider.’
Daha da titredi.
‘Tanrım, mümkün olsa!’
‘Nerede oturuyordu?’
‘Bilmiyorum ki.’
‘Bunu bile bilmiyorsun, ha?! Garson! Adres rehberi.’
Rölling adresi hemen buluverdi. ‘Tamam mı? Bulana kadar başka âlemde yaşıyordu, şimdiyse Heustrasse numara 6a, üçüncü katta oturuyor; görüyor musun, burada: Irma Weltner, Goethe Tiyatrosu üyesi… Hem de bayağı ucuz bir muhit burası. Namuslu olmanın mükâfatı bu herhalde.’ ‘Rölling, lütfen!..’
‘Tamam, peki. Dediğimi yapıyorsun. Belki elini bile öpebilirsin… Keyif düşkünü seni! Ön sıralara ödediğin parayı bu sefer buket için harcarsın.’ ‘Yahu, üç kuruş para umurumda mı sanki!’ ‘Kendinden geçmek güzel şey!’ dedi Rölling içli içli. Ertesi gün öğleden önce dokunaklı ve safiyane bir mektup, yanında harika bir çiçek buketiyle Heustrasse’ye gönderildi. Ondan bir cevap alabilse, herhangi bir cevap! Sevinçten uçarak her satırı öpmez miydi! Evin önündeki posta kutusunun kapağı bir hafta sonra açılıp kapatılmaktan kırılmıştı.
Ev sahibesi söyleniyordu. Gözlerinin altındaki halkalar daha da derinleşmişti, artık temelli sefil görünüyordu. Aynaya baktığında iyiden iyiye ürküyor, sonra da kendine acıdığından ağlıyordu. ‘Hey, ufaklık,’ dedi Rölling günün birinde kesin kararlı olarak, ‘bu iş böyle gitmez. Günden güne çöküyorsun. Bir şey yapılmalı. Yarın doğruca yanına gideceksin.’ Hastalıklı gözlerini iri iri açtı. ‘Doğruca… yanına…’ ‘Evet.’ ‘Ama olmaz ki, izin vermedi.’ ‘Yazı meselesi zaten saçmalıktı. Tanımadığı için sana cevap yazmayacağını en başında düşünmemiz lazımdı. Doğ-ru-ca yanına gitmelisin. Sana merhaba dese, mutluluktan sarhoş olursun. Fena biri de sayılmazsın. Kapıyı yüzüne kapayacak değil ya. Yarın gidiyorsun.’ Başı dönmeye başladı. ‘Yapamam,’ dedi usulca. ‘Sana yardım edemem o zaman!’ Rölling kızmıştı. ‘O zaman tek başına nasıl üstesinden geleceğine bakarsın!’ Mayısla birlikte kış mevsimi nasıl son savaşını verirse zor ve mücadeleli günler geliyordu artık.
Derken bir sabah, onu rüyasında gördüğü derin uykusundan uyanıp penceresini açtığında bahar gelmişti. Gökyüzü aydınlıktı… yumuşak bir tebessüm gibi masmaviydi, havada çok tatlı bir koku vardı. Baharı hissediyor, kokluyor, tadıyor, görüyor ve işitiyordu. Tüm hisleri bahara dönmüştü. Evin tepesindeki geniş yaz şeridi titrek salınımlarla arındırıcı ve güçlendirici bir şekilde kalbine kadar akıyormuş gibi geliyordu ona. Sonra sessizce onun resmini öptü, temiz bir gömlek ve güzel takım elbisesini giydi, çenesindeki kirli sakalı tıraş edip Heustrasse’ye doğru yola çıktı. Neredeyse korktuğu, tuhaf bir dinginlik gelmişti üzerine. Kalıcıydı. Merdiveni çıkıp kapının önünde duran ve Irma Weltner yazısını okuyan kendisi değilmiş gibi olağanüstü bir dinginlik. O an birden, yaptığının bir çılgınlık olduğu geldi aklına; ne arıyordu ki orada, biri görmeden önce hemen geri dönmeliydi. Ama korkusunun bu son ürpertisiyle az önceki delice durumu nihai olarak kaybolmuş gibiydi, ardından büyük, kesin ve neşeli bir iyimserlikle keyiflendi; şimdiye dek bir baskı altındaymış, üzerine yüklenen bir gereklilik altındaymış, hipnoz edilmiş gibiyken, şimdi hür, ne yapacağını bilen, sevinçli bir istekle davranıyordu. Mevsim bahardı ne de olsa! Zil, madenî sesiyle koridor boyunca çınladı. Bir kız gelip kapıyı açtı. ‘Hanımefendi evde mi?’ diye sordu dinç bir sesle. ‘Evde, evet, ama kim diyeyim…’ ‘Alın.’ Kartını verdi. Kız kartı götürürken, o da yüreğine su serpilmiş halde peşinden gitti. Kız genç hanımına kartı uzatırken o da odaya varmış, dimdik, şapkası elinde, bekliyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıZor Saat(Toplu Öyküler I)
- Sayfa Sayısı392
- YazarThomas Mann
- ISBN9789750762949
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- O Sonbahar, O Kış ~ Kâmil Erdem
O Sonbahar, O Kış
Kâmil Erdem
Varışsız yollar, yok yolcular, yarım kalan yarınlar, kırık segâhlar, acı ve kahır dolu bir geçmişten süzülerek gelen zamanın ağır aktığı deltalar… Kâmil Erdem her...
- Yeni Dünya ~ Sabahattin Ali
Yeni Dünya
Sabahattin Ali
Karanlıktan, yüzünü kamçılayan kar ve rüzgârdan, dizlerine sıçrayan çamurdan ve duyduğu seslerden korkuyordu. Açlığı, sıska kardeşlerinin korkunç gözlerini, yorgunluğunu unutmuştu. Bir an evvel varmak,...
- Nar Kitabı ~ Faruk Duman
Nar Kitabı
Faruk Duman
Faruk Duman, 2001 yılında çıkan “Nar Kitabı”nda, anlamını sözcüklerin çağrışımlarıyla çoğaltan, yoğunlaştırılmış bir dilin imgelerle yüklü dünyasına götürüyor okurunu. Cenkler anlatıyor, düğünler, dernekler, masalsı...