Bu ne kadim bir ağaçmış ki bedeni kesilse de kökleri yok olmadı…
Tiyatro alanındaki akademik çalışmaları, makaleleri ve çeviri eserleriyle tanınan Fırat Güllü’nün, 2018 Tudem Edebiyat Ödülleri’nde dereceye giren romanı Adı Olmayan Adam, Türkiye’de egemen kültüre mensup olmayan her türlü “azınlık” kültürünün Türkiyeli olma mücadelesini; İstanbul Ermeni toplumunun kültür hayatından sürgün edilmiş, suskunluğa itilmiş, adı olmayan insanlarından yalnızca biri olan oyun yazarı Arman Vartanyan’ın yaşamından kesitler sunarak paylaşıyor.
Kitabını, hayat mücadelesinden asla vazgeçmeyip yarınlarını aydınlatmayı başaran dirayetli ruhlara ithaf eden yazar, İstanbul’da mümtaz bir çevrede başlayıp Avrupa’da zirve noktasına ulaşan, sanat ve kültürle örülü bir yaşamın tepetaklak oluşuna tanıklık ettirirken, iç içe geçen bireysel trajedilerin de izini sürüyor.
Edebiyatı tarih ve tiyatro ile buluşturarak çok katmanlı bir anlatıya imza atan Fırat Güllü; Oğuz Atay’dan Arman Vartanyan’a Halide Edib’den Zabel Yesayan’a kurduğu bağlarla, kanıksanmış bir suskunluğu bozuyor ve yüzleşilemeyen, tekerrür eden, yazgıya dönüşmüş bir tarihin perdesini aralıyor. Süregiden insafsız oyunu kendi yarattıkları oyunlar aracılığıyla tersyüz etmeye niyetlenen, var olma mücadelesi içindeki farklı karakterleri birer birer sahneye çıkarıyor.
Yaşamımı üç döneme ayırıyorum ben: Tıpkı bir tragedyanın bölümleri gibi prolog, zirve ve düşüşten ibaret. Üç aşamayı da henüz otuz yaşıma varmadan tamamladım ve tragedyam sona erdi. Peki, şimdi ne demeye yaşamaya devam ediyorum o zaman? Kolonos’a sürgüne giden Oidipus’la aynı değil mi kaderimiz?
Her şey bir karşılaşmayla başlar: Birbirini hiç tanımayan, farklı kuşaklardan ve kültürlerden gelen iki adam tesadüfen aynı uçakta yan yana koltuklarda seyahat etmek durumunda kalır. Kısa sürede aralarında güçlü bir diyalog başlayan ikiliden yaşlı olanı, içerisinde Türkçe ve Ermenice yazılmış kişisel notlarının bulunduğu eski bir defteri yolculuk boyunca okuması için genç adama uzatır. Okudukları, genç yolcunun üzerinde kendi hayatından da izler bulacağı derin bir tesir bırakacaktır.
Çokkültürlü bir yaşam anlayışını benimsemelerine rağmen çeşitli nedenlerle suskunluğa itilmiş, toplumun kültür hayatından sürgün edilmiş Türkiyeli bir topluluğun, diğer bir deyişle adı olmayan insanların bu ülkede var olma çabalarını, siyasi açmazlarını, ruh hâllerini ve dayatmacı tutumlara karşı geliştirdikleri tepkiyi ortaya koyan Fırat Güllü bu romanında, her fırsatta “sen buralı değilsin” dense de kendini daima “buralı” hissedenlerin tanıdık hikâyelerini paylaşıyor.
İstesek de istemesek de gidemiyorduk. Sadece devletlerin sınırları değil, yaşamın öncelikleri, kurduğumuz bağlar, hayallerimiz, anılarımız… Bir şeyler sırtımızdan yakalıyor, peşimizi bir türlü bırakmıyordu.
Son Anons
Uzun boyluydu. Sportmen bir fiziği ve yakışıklı sayılabilecek bir yüzü vardı. Ancak asıl dikkat çeken özelliği giyim tarzıydı: Rengi atmış kapri kot, şeritleri sökülmüş eski kırmızı spor ayakkabıların içinden etrafa göz kırpan fıstık yeşili üzerine lacivert çiçekli kısa çoraplar, “Wish you were here” baskılı kapüşonlu gri bir sweetshirt. Bu kreasyon, eski püskü, darbe almaktan epeyce deforme olmuş tekerlekli bir bavulla tamamlanıyordu. Uçağın kapısında belirdiğinde koşturarak yanına gelen hostese teatral bir ses tonuyla kendisini tanıttı: “Evet, bendeniz hepinizin uzun süredir beklediği, görmek için yanıp tutuştuğu, bir an önce gelsin diye adaklar adadığı kişi. İşte karşınızdayım!” Sonra doğal bir tavırla, gülümseyerek elini genç kadına uzattı: “Merhaba, ben Ferit Özkan. Adım az önce son anonsta geçti. İki gecedir uykusuzdum da bekleme salonunda uyuyakalmışım.” Sonra da “Yediğim haltın farkındayım” dercesine elini göğsüne koyup başını öne eğerek diğer yolculara seslendi: “Beklettim biraz… Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz.” Hostes konunun daha fazla uzamasının, yaşanan gecikme nedeniyle zaten gergin olan yolcularda bir patlamaya yol açmasından korktuğundan, bu garip yolcuyu bir an önce koltuğuna yerleştirmek için harekete geçti. Genç adam ceplerini karıştırarak nihayet biniş kartını buldu ve uçağın arkasına doğru ilerlediler.
Koltuğa ulaştıklarında, az önce kapatılmış olan kabin dolapları tekrar açıldı, boş yer arandı ama bulunamadı. Uçağın başından sonuna kadar yüründü. Dolaplar açıldıkça, zar zor içeri tıkıştırılmış eşyalardan bazıları dökülmeye başladı. Kafasına minik bir çanta düşen yolcuyla münakaşanın eşiğinden dönüldü. Sonunda bir yer bulundu ve koca çanta oraya tıkıldı. Ardından içinde bir şey unutulduğu hatırlandı ve yeniden aşağı indirildi. Durumu hazmedemeyen bir yolcuyla girişilen ufak çaplı tartışmanın ardından, diğer yolcuların ve hosteslerin araya girmesiyle ortalık yatıştı. İki aydır izin yapamamaktan şikâyetçi kabin amiri, bu yolcunun gerçekten her şeye tuz biber eken bir mükâfat olduğunu düşünüyordu. Artık tamam, halloldu derken genç yolcunun koridor tarafındaki koltukta oturan top sakallı, göbekli beyefendiyi yerinden kaldırmak istemesiyle gerilim birdenbire yeniden yükseldi.
Genç yolcu elindeki kartı göstererek ısrarla boş olan cam kenarına değil, koridor tarafındaki kendi yerine oturmak istiyordu. Bacaklarının uzun olması onun suçu değildi ve rahat etmek için hep koridor tarafına otururdu. Bu yüzden sistem açılır açılmaz online check-in yapmış ve koltuğu bizzat ayırtmıştı. Göbekli adamsa takılmış plak gibi sürekli, “Artık çok geç” diyerek kalkmamakta ısrar ediyordu. Anlaşılan o da ihtişamlı göbeğinin rahatını bozmak istemiyor ve ekonomik tedbirler gereği araları iyice daralan koltukların arasına sıkışmamak için direniyordu. Kabin amiri yanlarına geldiğinde olay iyice hararetlenmiş, hatta arka koltukta oturan takım elbiseli iki genç de konuya müdahil olmuştu. Genç yolcu ısrarla biletinde yazan numara dışında hiçbir koltuğa oturmayacağını söyleyip duruyor, top sakallı adamın ağzından “Çok geç, artık çok geç” dışında bir söz çıkmıyor, takım elbiseliler ise bağıra çağıra gecikecekleri iş toplantısından dem vuruyorlardı. Yaşanan kargaşa nedeniyle o sırada uçağın giriş kapısında beliren yaşlı yolcuyu kimse fark etmedi. Elinde küçük bir valiz ve el çantası taşıyan adam ağır adımlarla sakince ilerleyip, kavga eden topluluğun yanında durdu.
Biniş kartına baktı ve top sakallıya, “Kusura bakmayın ama galiba benim koltuğumda oturuyorsunuz,” dedi. Arkadaki takım elbiseliler için zurnanın zırt dediği yer burası oldu. Sarı saçlı ve bıyıklı olan ileriye atılıp adamı hafifçe itince o da gidip arkasında dikilmekte olan Ferit’e çarptı. Yaşlı yolcu bu harekete tepki vermese de Ferit duruma çok sinirlenmişti. Adamı bir el hareketiyle arkasına alıp ileri atıldı ve sarışına bağırmaya başladı. Durum gittikçe daha da içinden çıkılmaz bir hâl alıyordu. Sarışının yanındaki kıvırcık saçlı diğer takım elbiseli yolcunun, plaza adamı görüntüsünden çıkıp kenar mahalle delikanlısına dönüşüvermesiyle olayların seyri de değişti. Kıvırcık, Ferit’in üzerine yürümeye ve tehditkâr sözler savurmaya başladı. Adamın boyu Ferit’ten bayağı kısa olduğu için daracık mekânda dip dibe kaldılar ve adam Ferit’in göğsüne bir kafa darbesi çaktı. Ferit de o hengâmede nasıl fırsat bulduysa, uzun boyunun avantajından da yararlanarak, bir zamanlar insanların çalışmayan ankesörlü telefonlara yaptığı gibi Kıvırcık’ın kafasının tam tepesine balyoz gibi bir yumruk indirdi. Akabinde bu sefer sarı saçlı bir hamle yapsa da yumruğu Ferit’e ulaşamadan havayı süpürdü. Boşa kol sallayan adam dengesini kaybederek sağ çaprazda, koridor tarafında oturan kadın turistin kucağına doğru uçtu. Kadın çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Konser öncesi, sahnedeki çalgıların her birinin ayrı havadan çalarak dinleyenlerin kulaklarını tırmaladığı kakofoni ânını hatırlatan bu hengâme, havalimanı güvenliği uçağa girip duruma müdahale edene kadar devam etti.
Sonrasında kadın turistin şahitliğiyle iki takım elbiseli, uçuş güvenliğini tehlikeye atma gerekçesiyle zorla uçaktan indirildi. Bu arada top sakallı göbekli de sessizce ortadan kaybolmuştu. Ancak koridor tarafındaki koltuğun kime ait olduğu hâlâ bir muammaydı. Kabin amiri Ferit’ten ve yaşlı adamdan uçuş kartlarını istedi. Durum anlaşılmıştı. Havayolu şirketi aynı koltuğu iki kez satmıştı. İçinden, “Bugünlük bu kadar yeter” diye geçiren kabin amiri, yetkisini kullanarak her iki yolcuyu da Business Class’a alınca konu kapanmış oldu. Yolcularda bir savaştan çıkıldığı hissi uyandıran bu olaylardan sonra uçak sorunsuz biçimde havalandı ve herkes kendi dünyasına çekildi. Kaderin bir cilvesiyle aynı koltuğa bilet aldıkları için deyim yerindeyse kaderleri kesişen ikili, lüks bir ortamda yolculuğun keyfini sürmekteydi. “Daha önce hiç Business bölümünde uçmak nasip olmamıştı. Kısmet bugüneymiş. Hostes hanım, bakar mısınız? Bir bira daha alabilir miyim? Ekstra alkollü olsun lütfen.” Ferit koltuğunu iyice geriye yatırmış, önündeki cipsleri tırtıklıyordu. Yaşlı adamsa gülümseyen bir yüzle alışılmadık tavırlar sergileyen bu garip delikanlıyı izliyordu. Her şey sona erip yerlerine geçtiklerinde ona içtenlikle teşekkür etmiş, bilmediği bir nedenden dolayı kendisini itip kakmaya başlayan o iki takım elbiseliyle birisinin anlayacakları dilden konuşmasının içine su serptiğini söylemişti. Sonra da şakayla karışık, “Bütün o arbededen sonra krallar gibi ağırlanmayı hak ettin bence,” diye eklemişti. Ferit’in yanıtı çok manidar olmuştu: “Ben mütevazı bir kulübeye razıyken birileri bana saray hediye ettiyse doğru bir iş yapmışım demektir.” Sonra da koltuğunda geriye doğru kaykıldı. İçtiği ekstra alkollü biraların etkisiyle on dakika kadar kestirme ihtiyacı duymuş, yaşlı adamsa bu süreyi bir şeyler okuyarak geçirmeyi tercih etmişti. Ferit uyandığında yarı kapalı gözlerle etrafını süzdü, uzun bacaklarını öndeki koltuğun altına ve ellerini arkada oturan yolcunun neredeyse gözlerine sokarak iyice gerindi. Sonra da sırt çantasından çıkardığı kitapları kurcalamaya başladı.
Yaşlı adam tuhaf esprileriyle etrafta soğuk rüzgârlar estiren, genel geçer kuralları çok fazla kafasına takmayan bu kayıtsız genci gülümseyerek, sessizce gözlemliyor ve ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Delikanlının kabına sığamayan, aynı anda tek bir işe odaklanamayan, hiperaktif çocukları anımsatan bir havası vardı. Kitaplardaki bazı bölümlerin altını çiziyor, küçük bir deftere birtakım notlar alıyor, başka başka defterlere yazılmış notlara göz atıyordu. Ferit’in bu kıpır kıpır hâli yaşlı adamı rahatsız etmiyor, aksine ona sempati duymasını sağlıyordu. Hemen yanında oturan bu genç bedenden fışkıran enerji onun yıllanmış bedenine de sirayet ediyor, kış güneşinin ruha iyi gelen tatlı ılıklığını hatırlatan hisler uyandırıyordu içinde. Sonunda, bu keşmekeş son buldu ve Ferit kucağındaki kitaplardan birisini seçerek sükûnete gömülüp okumaya başladı. “Oğuz Atay, Oyunlarla Yaşayanlar. Tiyatrocu musun?” “Pek sayılmaz.”
“Oğuz bugünlerde çok popüler. Hayattayken gelecekte bu denli ünlü bir edebiyat ikonuna dönüşeceğini bilseydi pek de mutlu olmazdı kanımca. Zira ikonlardan nefret ederdi, onları kırmayı iş edinmişti kendisine.” Ferit kitaptan başını kaldırmış meraklı gözlerle yaşlı adamı süzüyordu: “Oğuz Atay’ı tanır mıydınız?” “Öyle insanları tanımak mümkün müdür sence? Bir muamma olarak yazar. Bütün gün bir kahvede oturursunuz tek kelime etmezler. Eve gider üç satır yazı yazarlar, okursunuz, ruhunuz allak bullak olur. Yazı masasının başında yaşar, hayatın sıradan akışı içinde yalnızca vakit doldururlar. Oğuz’u çok iyi tanısam da aslında hiç karşılaşmadık. Bir kez uzunca bir mektup yazmıştım ama onu da postaya vermedim. Zaten gönderilmek üzere yazılmamıştı. Çok genç yaşta kaybettik. Yoksa mutlak kesişirdi yollarımız bir yerlerde, bir zaman.” Yaşlı adam bu sözleri söylerken gerçekten hüzünlenmişti. “Oğuz Atay’la hiç karşılaşmadık, onu tanımazdım” falan diyordu da şu hâlini bir gören olsa ölenin öz kardeşi olduğunu falan düşünürdü. Adamın ruh hâlindeki bu ani değişim Ferit’e ilgi çekici gelmişti. “Siz de mi yazarsınız?” “Yazıyorum, yazıyordum… yazmıştım bir zamanlar. Fakat yazar olmak başka bir şey. Ben okur olabildim mi ondan bile emin değilim. Beni boş ver, ben işi bitmiş bir adamım. Asıl sen neyle uğraşıyorsun? Neden okuyorsun bu oyunları?” “Bir araştırma yapıyorum, 1960-1980 arasında Türkiye’de oyun yazarlığı üstüne.” “Çok ilginç. Neden o döneme odaklandın?”
“Okuduğum ve gördüğüm kadarıyla Türkiye’de kültür hayatında ne olduysa o aralıkta olup bitmiş. Bizler kültürel bir çölde büyümüş gençler olarak bu tarihi gıptayla okuyoruz.” Ferit’in bu abartılı nitelemeleri belli ki yaşlı adamın hoşuna gidiyordu. Diyaloglarının ilk dakikasından itibaren Ferit ne zaman böyle büyük laflar etmeye başlasa yaşlı adamın yüzünde kocaman bir gülümseme beliriyor ve gözleri mutlulukla ışıldıyordu. “Çok da abartma canım. O dönemleri yaşamış birisi olarak pek de senin anlattığın gibi hatırlamıyorum. Gözünde büyütme bu kadar.” “Öznel bir değerlendirme yapmıyorum ki olgularla konuşuyorum ben. Şu anda üzerinde tez çalışması yaptığım konu bu.” “Öznellik, nesnellik… Dedim ya bana bakma sen. Akademidesin demek. Hangi bölümdesin?” “Orası biraz karışık aslında. Test çözme sanatındaki ustalığım beni önce bir fen lisesine, ardından bir üniversitenin endüstri mühendisliği bölümüne taşıdı. Ben kendimi pek başarılı bulmasam da ailemdeki herkes Ay’da yürüyen ilk insanmışım gibi muamele ediyordu bana. Dört yıllık lisans eğitimini tamamladıktan sonra baktım ki bu alan bana göre değil, daha doğrusu ben alana göre değilim, aynı üniversitede çeviribilim bölümünde yüksek lisans yapmaya başladım.” “İlginç bir tercih. Çeviri bir bilim mi sence? Gerçi anlamadığım bir nokta var. Çeviribilim alanında yapılacak bir çalışmada Türkçe metinler mi kullanıyorsun? Bildiğim kadarıyla Oğuz Atay eserlerini Türkçe yazıyordu. En azından bu toplum tarafından anlaşılamamasının nedeni yabancı bir dilde yazıyor olması değildi. O, anadilinde yazarak anlaşılamamayı başarmış nadide kişilerdendi.”
Ferit konuşma boyunca bu sorunun sorulmasını bekliyormuşçasına bir an için heyecanlandı. Kemerini çözüp yaşlı adama dönerek sürdürdü konuşmasını. “Aslına bakarsanız ben performansın da bir çeviri olduğunu ileri sürüyorum. Hiç çalışılmamış bir alan bu. Yazar bir edebî metin üretiyor. Kâğıda yazılmış diyaloglar ve talimatlardan oluşan bir form bu. Sonra oyuncu diye birisi çıkıyor, bu formu üzerine giyerek ona ruh ve hayat katıyor. Onu farklı bir forma çeviriyor. ‘Bir çevirmen olarak oyuncu’ diyorum ben buna özetle.
Bu metinlerin sahnelemelerinin, çeviribilim kavramlarıyla analiz edilebileceğini ileri sürüyorum.” Dikkatle yaşlı adamın yüzüne bakan Ferit, beklediği tepkiyi alamamıştı. O âna kadar edindiği izlenimden yola çıkarak, adamın kendisini büyük bir ilgiyle dinleyeceğine, heyecanını paylaşacağına inanmıştı. Oysa yaşlı adam merakla sorular yöneltmesine rağmen, yanıtları hiç dinlemiyormuş gibiydi. Yanıtlardan çok sorulara odaklanıyordu. Ferit uğradığı hayal kırıklığıyla oturuş şeklini değiştirdi. “Ancak tüm bunları tez danışmanıma anlatmakta gerçekten zorlandığımı hissettim. Genç olmasına rağmen darkafalı bir İngilizdi. Bu konuyu çeviribilim literatürüne uygun bulmadı. James Joyce’un Türkçe çevirileri üzerine çalışmamı önerdi bana. İrlandalıdan çok İrlandalı olmaya, hele de içimizdeki İrlandalılardan birisi olmaya hiç niyetim yoktu. Ayrıca araştırma konuma müdahale edilmesi beni çok rahatsız etti. Bölüm değiştirmeye karar verdim. Özel bir üniversitede oyun yazarlığı bölümünde yazdım yüksek lisans tezimi. Şimdi de aynı üniversitede doktora tezimi hazırlıyorum. Yüzde elli burs verdiler, diğer yüzde elliyi de Cihaner Koruyucu Vakfı sağladı. Aynı zamanda okulda asistan olarak çalışıyorum. Fena bir hayat sayılmaz değil mi? Yanlış hayat doğru yaşanmaz derler.
Çok geç olmadan bir düzeltme yapmak sonradan pişman olmaktan iyidir.” “Bir dakika, Cihaner Koruyucu Vakfı mı dedin?” “Evet duymuş muydunuz? Vakfa adını veren Cihaner Koruyucu çok erken yaşta ölmüş bir besteci. Aslına bakarsanız müzik öğrencilerinin yurtdışında eğitim alması için burs sağlayan bir vakıf bu. Ama küçük bir edebiyat bursu da var. Pek bilinmez, ben de bir arkadaşımdan öğrenip başvurmuştum. Yüksek lisans ve doktora öğrencilerine böyle bir destek sağlıyorlar. Araştırdım biraz. Bunlar soyu Osmanlı’ya uzanan bir aile. Cihaner on sekiz yaşında amansız bir hastalıktan ölüyor. Sonrasında aile içi miras davaları falan… En sonunda anne miras hakkını kazanıyor ve ailenin bütün servetini oğlunun anısını ölümsüzleştirecek bu vakfı kurmak için kullanıyor. Ne iyi yapmış değil mi?
Bu paraları dünyayı gezmek için de kullanabilirdi.” “Evet, hem de çok iyi yapmış.” Uçakta yiyecek servisi başladı. Genç adam, öğününden feragat eden yaşlı adamın hakkını da yedi. Hatta içecek konusundaki talepkârlığını iyice ileri götürdü. Her şeyi silip süpürdüğünde arkasına yaslanarak kısa bir süre kestirdi. Pilotun uçuş bilgileriyle ilgili anonsuyla uyandığında inişe iki saat kalmıştı. Tekrar kitaplara dönmek için hazırlıklara başladığında yaşlı adamın onlardan birisini okumakta olduğunu fark etti. Adama kanı kaynamış olsa da kendisi uyurken eşyalarına izinsiz dokunması hiç hoşuna gitmemişti. Tavrını sezdirmeye özen göstererek diğer kitaplardan birisini açıp yan gözle yaşlı adamı süzerek okumaya başladı. Adamınsa pek oralı olduğu söylenemezdi. “Hangi aşamadasın?”
“Efendim?” “Tez diyorum… İlerleme kaydedebildin mi?” “Toparlamakta zorlanıyorum. Geçen ay danışmanımla bir toplantı yaptık. Tezin yapısını yeniden gözden geçirdik. Çok içime sinmese de incelenecek eser sayısını azaltmaya karar verdik. Yola çıkmışken sürekli plan değiştirmem onun çok hoşuna gitmiyor. Oysa ben henüz yazmadığım bir tezin canlı fikirlerini aylar öncesinden öldürmek istemiyorum. Yeni şeyler okudukça yeni sorular çıkıyor ortaya, dolayısıyla yeni kapılar aralanıyor ve yeni yolculuklar başlıyor benim için. Müthiş heyecanlı bir süreç.
Danışmanıma kalırsa kaosa doğru sürükleniyorum.” Ferit’in omuzları doğal bir kahkahayla sarsıldı. Yaşlı adam da gayriihtiyari eşlik etti ona. “Gerçekten zor bir öğrenci olmalısın, danışmanının yerinde olmak istemezdim. Herhâlde şu an senin masa başında çalıştığını düşünüyordur.” “Hayır, hayır biliyor bu geziyi. Bu gezi de teze hizmet edecek zaten. Uluslararası bir konferansa bildiri sunmaya gidiyorum. Doğrudan teze dâhil olacak. Üç oyun yazarının eserlerini ‘oyun içinde oyun’ teması ışığında ele alacağım: Oğuz Atay, Vasıf Öngören ve Melih Cevdet Anday.” Delikanlının söyledikleri yaşlı adamın gittikçe daha fazla ilgisini çekmeye başlamıştı. Ferit konunun onu neden bu denli cezbettiğini anlamakta zorlanıyordu. Ama anlatmaktan hoşlandığı için fazla da sorgulamıyordu bu durumu. “Duayen hocalarımızdan birisi ilham kaynağım oldu. İlginç bir şekilde, söz konusu dönemde ‘oyun’ teması yazarlar arasında büyük ilgi görüyor. Biz Türkçede tek sözcükle karşılıyoruz bunu, fakat aslında biliyorsunuz İngilizcede game ve play gibi iki farklı sözcük var. Günlük hayat içinde oynadığımız oyunlar ile sahnede oynanan oyunların doğası aynı değil.
Günlük hayatta da oyunlar oynarız ancak bunları ‘gerçeklik’ olarak algılarız. Oysa onlar da kuralları ve tarafları önceden belli olan, hatta sonuçları öngörülebilen sosyal etkileşimlerdir. Bertolt Brecht kendi adıyla özdeşleşen ‘epik tiyatro’dan önce ‘spor tiyatrosu’ diye bir kavram atmıştı ortaya. Ring gibi tasarlanmış bir salonda ellerinde pankartlarla dolaşan kızlar birazdan başlayacak oyuna dair bilgileri seyircilerle paylaşacaklardı. Seyirci karakterleri tanıyacak ve birazdan sahnede vuku bulacak oyunun kuralları hakkında bilgi sahibi olacaktı. Ve sonra hangi karakterin kazanacağı üzerine bahisler oynanacaktı. Seyirciler destekledikleri karakter adına tezahüratta bulunabilecek, diğer karakterleri yuhalayabilecekti.” Sonunda olan olmuş, yaşlı adamın ağırbaşlı görüntüsünün altında saklı duran yaramaz çocuk kendini göstermişti. Ferit’in oyununa o da katıldı: “Kötü adam sahneye çıkınca herkes ona domates fırlatacaktı herhâlde.
Hatta birkaç haddini bilmez genç sahneye fırlayıp onu yaka paça aşağı indirecekti. ‘Gerçek hayatta yeterince kötü var, bari sahnede olmasın’ diyeceklerdi.” “Sonra bir devrim gerçekleşecek ve gerçek hayatın kendisi bir oyuna dönüşecekti. Oyundaki farazi patron iş yerine geldiğinde memurları oynayan seyirciler onu yuhalamaya başlayacak ve ellerine ne geçerse fırlatacaklardı. Ardından çaycı Recep karakteri antre yapacak ve büyük alkış toplayacak, ofistekiler ‘Recep buraya yumruk havaya’ diye bağıracaklardı. ‘Patron sen ol, onu da çaycı yapalım’ deyip Patron rolündeki oyuncunun ceketini pantolonunu çekiştire çekiştire çıkaracak, Recep’e giydireceklerdi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Roman (Yerli)
- Kitap AdıAdı Olmayan Adam
- Sayfa Sayısı248
- YazarFırat Güllü
- ISBN9786055060657
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Fink ~ Murat Menteş
Fink
Murat Menteş
Bu romanda anlatılanlar gerçek olmasaydı, onları uyduramazdım. Küresel markaların reklam yüzüydü. Hollywood yıldızlarıyla takılıyordu. Yakuzaların kara listesindeydi. Cami cemaati ona ‘Muhammed Ali’ diyordu. Prensin...
- Kayıp Renk ~ Hüseyin Tunç
Kayıp Renk
Hüseyin Tunç
Ayrı dünyalar ve ayrı hülyalar bir yerlerde kesişir; birbirine değer, birbirini ezer ya da yüceltir. Çok sevdiğimiz bir kokuyu bile hissetmeyiz bazen. Bazen de...
- Uçurtmayı Vurmasınlar ~ Feride Çiçekoğlu
Uçurtmayı Vurmasınlar
Feride Çiçekoğlu
Burnun büyüdü mü İnci? Hani Pinokyo’nunki gibi… Sen anlatmıştın, Pinokyo diye bir kukla varmış. Yalan söyleyince burnu uzuyormuş. Yalan söylersen senin de burnun büyür...