Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Gökyüzüne Uzanan Merdiven
Gökyüzüne Uzanan Merdiven

Gökyüzüne Uzanan Merdiven

John Boyne

Yazar, bir hikâyenin peşine düştüğünde ne kadar ileriye gidebilir? Çizgili Pijamalı Çocuk’tan tanıdığımız John Boyne’un kalemini zirve noktasına tırmandıran Gökyüzüne Uzanan Merdiven, başkalarının hikâyelerini avlayarak…

Yazar, bir hikâyenin peşine düştüğünde ne kadar ileriye gidebilir?

Çizgili Pijamalı Çocuk’tan tanıdığımız John Boyne’un kalemini zirve noktasına tırmandıran Gökyüzüne Uzanan Merdiven, başkalarının hikâyelerini avlayarak kendine mâl eden saplantılı bir yazarın portresini çiziyor.

Başarıya ulaşmak için her yolu mubah gören zeki ve acımasız bir yazarın edebiyat çevrelerinde tutunabilmek için neleri göze alabileceğini gösteren bu ustaca tasarlanmış roman, fikir ve sanat eserlerindeki intihal sorununa da dikkat çekiyor.

Yayıncılık dünyasının dinamiklerini anlamak adına çok değerli paylaşımlarda bulunan kitap; hırsları, zaafları ve bastırılmış arzuları uğruna yıldızı bir anda parlayan veya ışık hızında sönen yazarların çalkantılı hayatlarından, ışıltılı ama bir o kadar da samimiyetsiz manzaralar sunuyor.

Bir hikâye bulduğunda ya da duyduğunda onu sahiplen; sonra dünya ayaklarına gelecektir.

Edebiyat tutkusu yüzünden evinden, ailesinden koparak bir otelde garsonluk yapmaya başlayan Maurice Swift’in en büyük ideali ileride başarılı bir yazar olmaktır. Bu yolda kendince adımlar atsa da en büyük eksikliği hayal gücüdür. Fakat böylesine küçük bir ayrıntı yüzünden idealinden vazgeçmek niyetinde değildir. Çünkü aslında, bir yazar için gereken en önemli şey hikâyelerdir ve hikâyeler tek bir zihnin ürünü olmaksızın her yerde bulunabilir.

Genç adam, 1988 yılında, Batı Berlin’deki Savoy Oteli’nde, ünlü romancı Erich Ackermann’la yaşadığı tesadüfi karşılaşma sonrasında hedefine bir adım daha yaklaşır. Kısa sürede ilişkileri tarifi zor bir usta-çırak ilişkisine dönüşür. Uzun süredir yaratıcı ateşini yakabilecek bir kıvılcımın izini süren Maurice nihayet aradığını bulmuştur: Erich’in yarım asırdır yükünü sırtladığı büyük sırrı, ilk romanı için bulunmaz bir kaynak olacaktır…

Zamanla “neslinin en becerikli İngiliz yazarı” olarak anılmaya başlanacak bir adamın seksenlerin sonundan iki binli yıllara uzanan yazarlık kariyerini odağına alan Gökyüzüne Uzanan Merdiven, şöhret ve başarı hırsının insanın gözünü ne denli karartabileceğini gösteriyor.

“Herkesin bir sırrı vardır,” düşüncesiyle okurun içinde pusuda yatan merak arzusunu uyandıran John Boyne, kusursuz bir psikolojik romana imza atıyor.

1
Batı Berlin

Daveti kabul ettiğimden beri Almanya’ya dönme konusunda endişeliydim. Sonuçta oraya son gidişimin üzerinden yıllar geçmişti ve dönüşümün hangi anılarımı canlandıracağını kestirmem güçtü. Perestroyka1 kelimesinin dilimize girdiği 1988 yılının yazıydı ve ben Fasanenstrasse’deki Savoy Hotel’in barında oturmuş, sadece birkaç hafta sonraki altmış altıncı yaş günümü düşünüyordum. Önümdeki masada duran bir şişe Riesling şarabı, menüde yazan notun açıkladığına göre Marie-Antoinette’in sol memesinden model alınarak tasarlanmış bir kadehe konmuştu. Otelin geniş menüsündeki pahalıca şaraplardan biriydi ama yayıncım bütün masraflarımı memnuniyetle karşılayacağına dair beni temin ettiğinden, siparişi verirken hiç suçluluk hissetmemiştim. Böylesine cömert bir tavırla ilk kez karşılaşıyordum. Otuz beş yıllık yazarlık kariyerimde altı kısa roman yazmış, bunun dışında bugün baktığımda biraz vasat olduğunu düşündüğüm bir şiir derlemesi hazırlamıştım ama hiçbiri başarılı addedilmemişti. Genelde olumlu eleştiriler alsalar da kitaplarım okurları çekmemiş, uluslararası düzeyde ilgi görmemişti. Bu nedenle geçen sonbaharda altıncı romanım Dehşet’in önemli bir edebiyat ödülü almasına çok şaşırmıştım. Büyük Ödül’ün ardından kitap oldukça iyi satmış ve pek çok dile çevrilmişti. Romanlarıma gösterilen ilgisiz tutum, yerini hayranlık ve eleştirel çalışmalara bırakırken, edebiyat köşelerinde yeniden doğuşumu kime borçlu olduğum tartışılıyordu. Birden kendimi edebiyat festivallerine davet edilirken ve yurtdışında düzenlenecek imza günleri için teklifler alırken buldum. Berlin de bu etkinlik yerlerinden biriydi.

Bir ay boyunca Literaturhaus’ta kitap dinletileri düzenlenecekti. Orada doğmuş olmama rağmen Berlin’i evim gibi hissetmiyordum. Tiegarten yakınlarında Prusya aristokratlarının heykellerinin gölgelerinde oynayarak büyümüştüm. Küçük bir çocukken hayvanat bahçesinin müdavimiydim ve bir gün orada bakıcı olmanın hayalini kurardım. On altı yaşımdayken, Hitler’in Welthauptstadt Germania2 planları kapsamında Begas tarafından tasarlanan Bismarck Anıtı’nın, Reichstag’ın önündeki yerinden kaldırılıp parkın göbeğine dikilişini, Hitlerjugend’den3 arkadaşlarımla, kollarımızda gamalı haç pazubentleriyle coşku içinde alkışlamıştım. Bir yıl sonra Unter den Linden Bulvarı’nda tek başıma, binlerce Wehrmacht4 askerinin, Polonya’nın başarıyla işgal edilmesini kutlamak için yaptığı geçit törenini izlemiştim. Ondan on ay sonra kendimi Lustgarten Meydanı’nda bir mitingin üçüncü sırasında, yaşıtım askerlerle birlikte Bin Yıllık Reich Kubbesi’nin önüne kurulmuş kürsüden seslenen Führer’e, selam verip bağlılık yemini ederken buldum. Nihayetinde 1946’da Cambridge Üniversitesi’ne lisans öğrencisi olarak kabul edilip memleketimi terk ettim. Burada İngiliz Edebiyatı okuduktan sonra ülkelerimiz arasında kırk yıl süren silahlı çatışmalar ve istikrarsız uzlaşmalar yüzünden artık tükenmiş hisseden ailelerin oğullarının okuduğu ve aksanımın onlar için küçümseme kaynağı olduğu yerel bir ortaokulda çalışarak birkaç huzursuz yıl geçirdim.

Ancak doktoramı tamamladıktan sonra, King’s College’ın öğretim kadrosuna girebildim. Burada daha ziyade sanki bir garabetmişim gibi muamele gördüm. Gözünü kan bürümüş bir neslin saflarından sökülüp alınmış, zaferde bağışlayıcı davranmaya dünden razı, asil bir İngiliz kurumunun kanatları altına sığınmış bir biliminsanıydım. On yıl içinde profesörlük unvanıyla ödüllendirildim. Beraberinde gelen emniyet duygusu ve saygınlık hissi sayesinde de ömrümün geri kalanında bir yuvam ve bir işim olacağını bilerek çocukluğumdan beri ilk kez güvende hissettim.

Ancak yeni insanlarla, mesela öğrencilerimin aileleriyle ya da ziyarete gelen bir bağışçıyla tanıştırıldığımda “aynı zamanda yazar” olduğum belirtilirdi; bu bilgi verildiğinde hem bozulur hem de utanırdım. Bir nebze de olsa yeteneğim olduğunu ümit ediyor ve daha geniş okur kitlelerinin hasretini çekiyor olsam da o kaçınılmaz, “Tanınmış kitaplarınız var mı?” sorusuna standart cevabım, “Muhtemelen bilmiyorsunuzdur,” oluyordu. Genelde yeni tanıştığım insanlar romanlarımın isimlerini sorduğunda utanmayı bekler, hepsini kronolojik olarak sıralarken yüzlerindeki boş ifadeyi izlerdim. O söz konusu gece, Literaturhaus’ta zor bir akşam geçirmiştim çünkü Die Zeit’tan bir gazeteciyle, halka açık bir röportaj yapmıştım. Kırk yıl önce İngiltere’ye yerleşmemle beraber tamamen terk ettiğim bir dil olan Almancayı konuşmaktan rahatsız oluyordum ve romanımdan bir bölümü sesli okuması için bir aktör tutulmuştu. Kendisine, seçtiğim bölümü söylediğimde, başını iki yana salladı ve onun yerine son kısımdan bir parça okumayı talep etti. Tabii ki ona karşı çıktım, önerdiği parçada okur için sürpriz olarak kalması gereken açıklamalar vardı. Hayır, diye ısrar ettim; eserim üzerinde hiçbir hakkı olmayan bu Hamlet’in ukalalığından gitgide rahatsız oluyordum, çünkü sonuçta sadece ayakta durup yüksek sesle bir şeyler okuyup sonrasında arka kapıdan çıkıp gitmek için tutulmuş biriydi. Hayır, dedim ona sesimi yükselterek. O bölüm değil. Bu bölüm.

Aktör buna çok alındı. Sanırım seyircilerin karşısına geçip bir şey okumadan önce bir hazırlanma süreci vardı ve o gece Schaubühne sahnesine çıkacak kadar titiz hazırlanmıştı. Kendini fazla ciddiye aldığını düşündüm ve düşüncemi dile getirdiğimde seslerimiz biraz yükseldi, bu da beni üzdü. Nihayetinde istemeye istemeye razı oldu ama okuyuşunun gönülsüz ve dinleyicilerin dikkatini çekmek için gereken teatrallikten yoksun olduğunu anlayacak kadar Almanca hatırlıyordum. Sonrasında hemen biraz ötedeki otelime yürürken hissettiğim şey kırgınlıktı ve aniden evimi özledim. Masalara içki götüren, yirmi iki yaşlarında, çok güzel bir genç adam fark etmiştim ve şarabımı içerken bana doğru baktığını hissettim. Çok absürt olduğunu bilsem de kafamda, beni fiziksel olarak çekici bulduğuna dair bir fikir belirdi.

Sonuçta yaşlıydım ve hiçbir zaman çekici biri olmamıştım, hatta onun yaşındayken, gençliğin cazibesi bütün fiziksel yetersizliklerimi telafi ederken bile alımlı biri olduğumu düşünmüyorum. Dehşet’in başarısının ardından, edebî şöhretin getirdiği bir yükselişle gazetelerde çıkan boy boy portrelerimde suratım her seferinde, “görmüş geçirmiş” ya da “hayattan payına düşeni almış” olarak tarif edilmişti; neyse ki dertlerin ne kadar derin olduğunu bilmiyorlardı. Bu gibi yorumlar içimi hiç sızlatmıyordu, nasılsa kendimi beğenen biri değildim ve romantizm fikrinden vazgeçeli çok olmuştu. Gençliğim boyunca benliğimi tüketecekmiş gibi hissettiğim arzular yıllar içinde azalmıştı. Bekâretim hiçbir zaman fethedilmemişti ve şehvet sürgününün ardından gelen rahatlama, kırlara salıverilmiş vahşi bir atın zincirlerinden kurtulması gibiydi. Bu aslında epey işime yaramıştı; King’s College’ın konferans salonlarında yıllar boyu birbiri ardına yakışıklı gençlerle karşılaşmıştım ve bazıları daha iyi notlar almak umuduyla benimle utanmazca flört ettiğinde onların çekiciliğine kayıtsız kaldığımı, müstehcen hayallerden ya da mesafeli bir babacanlık benzeri utanç verici bağlılıklardan kaçındığımı fark etmiştim. Eğitim faaliyetlerim boyunca hiç gözdem olmadı, kendime kimseyi çırak benimsemedim ve kimsenin ahlaksız niyetlerim olduğundan şüphelenmesine izin vermedim. Bu yüzden kendimi, genç bir garsona bakıp yoğun bir arzu duyarken bulmak benim için sürprizdi. Kendime bir kadeh şarap daha doldurup sandalyemin yanında bıraktığım deri çantama uzandım, içinde Dehşet’in İngilizce baskısı ve eski bir dostumun birkaç ay sonra yayımlanacak romanının bir nüshası vardı. Romana kaldığım yerden devam ettim, kitabın belki de üçte birini okumuştum ama metne odaklanamadığımı fark ettim. Bu genelde karşılaştığım bir sorun değildi, o yüzden başımı kaldırıp kendime sebebini sordum.

Bar o kadar da gürültülü değildi. Odaklanamayışımı açıklayacak bir sebep düşünemedim. Ve sonra garson yanımdan geçerken, havaya karışan, sarhoş edici erkeksi ter kokusunu aldım ve dikkat eksikliğimin sebebinin o olduğunu fark ettim. Bu hain adam bilincime sızmış, yerini teslim etmeyi reddediyordu. Romanı bir kenara bıraktım ve karşıdaki masayı silip bardakaltlıklarını değişirmesini, mumu tekrar yakmasını izledim. Üzerinde klasik Savoy üniforması vardı. Koyu renk pantolonunun üzerine beyaz bir gömlek ve otelin logosunun işli olduğu bordo bir önlük giymişti. Orta boylu bir delikanlıydı, vücudu sıradandı, teni sanki tıraş bıçağı değmemiş gibi pürüzsüzdü. Dudakları dolgun ve kırmızıydı, kaşları kalındı. Fırça gibi koyu renk saçları, onları ehlîleştirmeye çalışacak her tarağa karşı Thermopylea Savaşı’nda mücadele veren üç yüz Spartalının azmiyle karşı koyacak kadar zaptedilemez görünüyordu. Bana, hayran olduğum bir tabloyu, Caravaggio’nun Genç Minniti portresini anımsatmıştı. Ancak her şeyden öte, gençliğin o belirgin kıvılcımını taşıyordu; zindelik ile dürtüsel cinselliğin güçlü bir karışımıydı ve Savoy’da görevinin başında olmadığında zamanını nasıl geçirdiğini merak ettim. İyi kalpli, terbiyeli ve nazik olduğunu hayal ettim. Oysa henüz tek kelime bile konuşmamıştık.

Kitabıma dönmeyi denedim ama ilgimi tamamen kaybetmiştim, o yüzden gelecek aylarda neler olacağını kendime hatırlatmak için ajandama uzandım. Kitap tanıtımı için Kopenhag ve Roma’ya seyahat edecektim. Madrid’de bir festivale ve sonra Paris’te bir dizi söyleşiye katılacaktım. Ayrıca New York’a davet edilmiştim ve Amsterdam’da da bir dinletiye katılmam teklif edilmişti. Her seyahatten sonra tabii ki Cambridge’e dönecektim, bu beklenmedik tanıtım fırsatlarını değerlendirebilmek için bir yıllığına izin almıştım. Münasebetsiz bir gürültü gibi aniden düşüncelerimi bölen bıkkın bir ses, başka bir ihtiyacım olup olmadığını sordu. Sinirle başımı kaldırıp baktığımda genç adam yerine kilolu ve göz altları torbalanmış yaşlı meslektaşını gördüm. Önümde duran, neredeyse boşalmış Riesling şişesine baktım. Gerçekten tek başıma bir şişe şarap mı içmiştim? Başımı iki yana salladım, uyku vaktimin geldiği kesindi.

“Bir şey soracağım,” dedim, hevesimin kursağımda kalmamasını umarak. “Az önce servis yapan genç hâlâ buralarda mı? Ona teşekkür etmek istiyordum.” “Vardiyası on dakika önce bitti,” diye cevap verdi. “Muhtemelen şimdiye evine varmıştır.” Hayal kırıklığımı belli etmemeye çalıştım. Birine karşı böyle güçlü ve beklenmedik bir çekim hissetmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki nasıl davranacağımı bilemedim. Genç garsondan ne istediğimden emin değildim ama insan Mona Lisa’dan ya da Davut heykelinden, varlıklarının karşısında sessizce oturup esrarengiz güzelliklerini izlemekten başka ne isteyebilirdi ki? Ertesi akşamüstü evime dönecektim, yani bir sonraki gece; bara kaçamak bir ziyaret bile planlayamazdım. Bitmişti, onu bir daha görmeyecektim. Ağzımdan iç çekişe benzer bir ses çıktı, belki ahmaklığıma gülebilirdim ama içimde sadece özlem ve pişmanlık vardı. Yaşamım boyunca katlandığım yalnızlık, yıllardır acı verici değildi ama şimdi bir anda, eski, unutulmuş kalp sızılarının arasından dikkatimi çekmek istercesine başını kaldırdı. Aklıma Oskar Gött ve bir yıl boyunca sürdürdüğümüz arkadaşlık geldi.

Gözlerimi kapadığımda, yüzünü hâlâ net olarak görebiliyordum; suç ortağı gibi gülümseyişini, masmavi gözlerini, hafta sonu bisikletle çıkıp Potsdam’daki konukevinde kalışımızı ve uyurken sırtının oluşturduğu kavisi… Yeterince odaklanırsam uyanıp uygunsuz hareketimi fark eder diye hissettiğim endişeyi bile anımsayabiliyordum. Sonra beklenmedik bir şekilde tekrar bölündüm. Başımı kaldırıp baktığımda genç garson karşımdaydı. Üstünü değiştirmişti. Gömleğinin üstteki iki düğmesi açıktı ve üzerinde yakası kürklü bir deri ceket vardı. Elinde de yün bir şapka tutuyordu. “Rahatsız ettiğim için özür dilerim,” dediği anda tahmin ettiğim gibi Alman değil İngiliz olduğunu hemen anladım; konuşmasındaki Yorkshire ve Lake District tınıları kendisini ele veriyordu. “Siz Bay Erich Ackermann’sınız, değil mi?” “Evet,” dedim, adımı bilmesine şaşırarak. “Elinizi sıkabilir miyim?” Elini uzattı. Avucu yumuşacık görünüyordu, tırnaklarının düzgünce kesilmiş olduğunu fark ettim. Titiz biri, diye düşündüm. Sağ elinin ortaparmağında düz, gümüş bir yüzük vardı. “Tabii ki,” dedim, olayların bu şekilde gelişmesi beni biraz afallatmıştı. “Tanışmıyoruz ama, değil mi?” “Hayır ama ben büyük hayranınızım,” dedi. “Tüm kitaplarınızı Dehşet çıkmadan önce okumuştum, yani hayran kitlenize yeni katılmadım.” “Çok naziksiniz,” dedim, hoşnutluğumu gizlemeye çalışarak. “Hepsini okuyan çok az kişi vardır.” “Sanatla ilgilenen çok az kişi var,” diye yanıtladı. “Doğru,” dedim. “Ama ilgilenen bir kitlenin eksikliği sanatçı için hiçbir zaman caydırıcı olmamalı.”

“Şiir kitabınızı bile okudum,” diye ekledi, o anda yüzümü buruşturdum. “İyi bir seçki değildi,” dedim. “Katılmıyorum,” dedi, şiirlerimin birinden bir dize söylediğinde ellerimi kaldırıp durması için yalvarmak zorunda kaldım. Gözleri parladı ve sonra kusursuz beyaz dişlerini göstererek güldü. Bunu yaptığında göz altında hafif kırışıklıklar belirdi. Çok ama çok güzeldi. “Adınız neydi?” diye sordum, bu genç adama bakma fırsatım olduğu için çok memnundum. “Maurice,” diye cevap verdi. “Maurice Swift.” “Tanıştığımıza memnun oldum Maurice,” diye cevap verdim. “Hâlâ edebiyatla ilgilenen gençlerin olduğunu bilmek güzel.” “Üniversitede edebiyat okumak istedim,” dedi. “Ama ailem ücretini karşılayamadı. Berlin’e o yüzden geldim. Onlardan uzaklaşmak ve kendi paramı kazanmak için.” Kırgın bir tonda konuşuyordu ama daha fazla bir şey söylemeden kendini durdurdu. Bu kadar çabuk dramatikleşmesine şaşırmıştım. “Size bir içki ısmarlamama izin verir misiniz?” diye devam etti. “İşleriniz hakkında birkaç soru sormayı çok isterim.” “Memnuniyetle,” dedim, onunla vakit geçirme fırsatını yakalayabildiğim için çok heyecanlanmıştım.

“Lütfen Maurice, otur. Ama benim odamın hesabına yazılması konusunda ısrarcıyım, senin ödemene izin veremem.” Etrafa bakındı ve başını iki yana salladı. “Burada içki içmem yasak,” dedi. “Çalışanların restoran sınırları içinde sosyalleşmesine izin verilmiyor. Beni yakalarlarsa kovulurum. Aslında sizinle konuşmam bile yasak.” “Ah,” dedim, kadehimi bırakıp saatime baktım. Saat daha ondu, barlar kapanana kadar epey vaktimiz vardı. “O zaman, başka bir yere gidebiliriz. Başını derde sokmak istemem.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıGökyüzüne Uzanan Merdiven
  • Sayfa Sayısı376
  • YazarJohn Boyne
  • ISBN9786055060916
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviDelidolu /

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kalbin Görünmez Öfkeleri ~ John BoyneKalbin Görünmez Öfkeleri

    Kalbin Görünmez Öfkeleri

    John Boyne

    Peder James Monroe, Batı Cork’un Goleen bölgesinde bulunan Denizin Yıldızı Meryem Ana Kilisesi’nin sunağında dikilip annemi orospulukla suçlamış. Gerçi bu olay onun, biri Drimoleague’de...

  2. Ormanın Kalbindeki Çocuk ~ John BoyneOrmanın Kalbindeki Çocuk

    Ormanın Kalbindeki Çocuk

    John Boyne

    Uluslararası çoksatan Çizgili Pijamalı Çocuk’un yazarı John Boyne’dan, masalsı öğelerle bezeli dokunaklı bir roman: Ormanın Kalbindeki Çocuk. Daha önce Nuh Arpasuyu Evden Kaçıyor adıyla yayımlanan ve üç ayrı...

  3. Çizgili Pijamalı Çocuk ~ John BoyneÇizgili Pijamalı Çocuk

    Çizgili Pijamalı Çocuk

    John Boyne

    Dünyaca ünlü İrlandalı yazar John Boyne’un kaleminden, 46 farklı dile çevrilen, bol ödüllü bir klasik. Çizgili Pijamalı Çocuk, II. Dünya Savaşı sırasında yolları kesişen...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yalanım Varsa Ajan Olayım ~ Ally CarterYalanım Varsa Ajan Olayım

    Yalanım Varsa Ajan Olayım

    Ally Carter

    Yakalandıktan, göz hapsine alındıktan ve erkek arkadaşı Josh’ı bırakmaya zorlandıktan sonra Cammie’nin istediği tek şey huzurlu bir dönemdi. Ama CIA’in varisiyseniz ve dünyanın en...

  2. Tebaa ~ Heinrich MannTebaa

    Tebaa

    Heinrich Mann

    “O zamanlar olduğu gibi, hâla bile müesses düzen, Alman’dan aldı ve Alman’a verdi: Ondan bireysel özgürlüğünü aldı ve ona başkaları üzerinde tahakküm kurmayı verdi....

  3. Takip ~ Karen RobardsTakip

    Takip

    Karen Robards

    Çaylak avukat Jessica Ford, çalıştığı tanınmış hukuk şirketinin en büyük ortağı olan patronu John Davenport’tan gelen telefona yanıt verdiğinde, patronunun epeyce sarhoş olduğunu anlamakta...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur