Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Artık Hiçbir Yer Ev Değil
Artık Hiçbir Yer Ev Değil

Artık Hiçbir Yer Ev Değil

John Boyne

Kullanılıp Atılmış Kimliklerle Dolu Bir Yaşam: Gretel’in Hikâyesi John Boyne’un, Nazi toplama kamplarının sarsıcı gerçekliğini iki çocuğun gözünden anlattığı klasikleşmiş romanı Çizgili Pijamalı Çocuk’un devamında…

Kullanılıp Atılmış Kimliklerle Dolu Bir Yaşam: Gretel’in Hikâyesi

John Boyne’un, Nazi toplama kamplarının sarsıcı gerçekliğini iki çocuğun gözünden anlattığı klasikleşmiş romanı Çizgili Pijamalı Çocuk’un devamında yaşananları konu edinen Artık Hiçbir Yer Ev Değil, Bruno’nun ablası Gretel’in sırlarla örülü yaşam hikâyesini günyüzüne çıkarıyor.

Yazar, yıllar boyunca farklı kimliklerin ardına saklanarak geçmişinden kaçmaya çalışan doksanlı yaşlardaki bir kadının vicdanıyla giriştiği “sessiz” savaşı; 1946’nın Paris’i, 1953’ün Sydney’i ve 2022’nin Londra’sı arasında gidip gelen baş döndürücü bir anlatı eşliğinde sunuyor.

Etrafını saran tarihî olaylar karşısında bir insanın ne kadar kusurlu sayılabileceği ve dolaylı ya da dolaysız yoldan işlediği suçlardan ne denli sorumlu tutulabileceği hakkında derin sorgulamalara iten roman, okuru kendi içindeki adalet duygusuyla baş başa bırakıyor.

“Bir hikâyeyi yeterince sık anlatırsan gerçeğe dönüşüverir.”

2022 yılının Londra’sında, Hyde Park manzaralı bir evdeyiz…
Şeytanın kızı adıyla da anılan Gretel artık doksan bir yaşındadır.
Sırlarını en yakınlarına bile hiç açmamış olsa da; geçmişin acı dolu izleri hâlâ peşindedir.
Bir zamanlar dünyaya Führer’in gözlerinden bakabilme cesaretini gösteren bu yaşlı kadın için savaş hiçbir zaman bitmemiştir.
Çünkü olup bitenlerden ötürü kendi içinde yaşadığı suçluluk duygusundan bir an bile kurtulamamıştır.
Ve şimdi, hiç beklemediği kadar uzun süren ömrünün son hikâyesini anlatmak için yeniden aramızda!

John Boyne, İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan günümüze uzanarak, üç farklı ülkede geçen sarsıcı olayları kaleminin ucuna taktığı bu romanında; suçluluk duygusu, suç ortaklığı ve yas temalarına eğiliyor.

Elli sekiz dilde yayımlanarak on milyonlarca okura ulaşan kült bir eserin kahramanlarına neredeyse yirmi yıl sonra yeniden geri dönmemizi sağlayan Artık Hiçbir Yer Ev Değil, yüksek temposu ve şaşırtıcı finaliyle okurun ruhuna nüfuz edecek derinlikte bir anlatı sergiliyor.

“Bizimki gibi aileler nasıl bir dünya yaratmıştı böyle.”

1

Voltaire’in dediği gibi her insan, yapmadığı tüm iyiliklerden suçluysa o hâlde ben koca bir ömrü, yaşanan tüm kötülükler karşısında masum olduğuma kendimi ikna etmeye çalışarak geçirmişim demektir. Onlarca yıl kendimi geçmişimden sürgün etmek ve tarihsel hafıza kaybının kurbanı olarak görmek, suç ortaklığından aklanmanın, suçlamalardan beraat etmenin iyi bir yoluydu. Öyle ya da böyle doksan iki yıla yayılmış ömrümün son hikâyesi falçata kadar önemsiz bir şeyle başlayıp sona eriyor. Evdeki falçatam birkaç gün önce kırılmıştı ve mutfak çekmecesinde bulunması gereken işe yarar bir alet olduğunu düşündüğümden yeni bir tane almak için mahalledeki hırdavatçının yolunu tuttum. Döndüğümde beni bekleyen bir mektupla karşılaştım, emlakçıdan geliyordu; Winterville Court bölgesinin tüm sakinlerine gönderilmiş mektupla bire bir aynıydı ve kibar bir dille hepimizi, alt katımdaki dairenin satılığa çıkarıldığı hakkında bilgilendiriyordu. Önceki sahibi Bay Richardson bir numaralı dairede neredeyse otuz yıl yaşamıştı ama Noel’den hemen önce ölmüş, evi öylece boş kalmıştı. Bildiğim kadarıyla New York’ta konuşma terapisti olarak çalışan kızının Londra’ya dönme gibi bir planı yoktu. Bu yüzden ben de çok geçmeden apartmanın girişinde yabancının biriyle konuşmak zorunda kalacağım, hatta belki de onun hayatına ilgi duyuyormuş gibi görünmem ya da kendi hayatımla ilgili ufak tefek ayrıntılar vermem gerekeceği gerçeğiyle barışmıştım.

Bay Richardson ve ben, 2008 yılından beri birbirimize tek kelime bile etmemiş, böylece müthiş bir komşuluk ilişkisinin keyfini sürmüştük. Alt kattaki daireye taşındığı ilk yıllar aramız iyiydi, kendisi kocam Edgar ile satranç oynamak için ara sıra bize gelirdi, ancak yine de onunla aramızdaki ilişki formaliteden öteye geçemedi. Bana her zaman “Bayan Fernsby” diye hitap eder, ben de ona “Bay Richardson” diye seslenirdim. Onun dairesine en son, Edgar’ın ölümünden dört ay sonra, beni akşam yemeğine davet ettiğinde ayak basmış, geri çevirdiğim bir aşk teklifiyle karşı karşıya kalmıştım. Bu reddedilmeyi pek de iyi karşıladığı söylenemezdi ve bundan böyle biz de aynı binayı paylaşan iki yabancıya dönüşmüştük. Gerçi Mayfair’daki konutumdan daire diye bahsetmek, Kraliçe’ nin hafta sonu kaçamak yaptığı Windsor Kalesi’ne sığınak demeye benziyor.

Zemin katta bir, diğer iki katta ikişer olmak üzere toplam beş dairenin hepsi de Londra’nın yüz kırk metrekarelik birinci sınıf gayrimenkullerindendir. Üç yatak odası, iki banyosu ve bir tuvaleti olan Hyde Park manzaralı bu evlerin iki ila üç milyon pound ettiği konusunda güvenilir bir kaynak tarafından bilgilendirildim. Biz evlendikten kısa süre sonra Edgar’a hiç evlenmemiş teyzesinden beklenmedik, yüksek meblağda miras kaldı. Edgar, Londra’nın merkezinden uzakta, daha sakin bir bölgeye taşınmayı tercih etse de ben kendi çapımda bir araştırma yapmıştım ve sonunda özellikle Mayfair’de ve bu dairede yaşamaya karar vermiştim. Dairenin fiyatı karşılayabileceğimizin çok üstündeydi, ancak günün birinde hiç hesapta yokken, tıpkı bir mucize, deus ex machina gibi, Belinda teyze hayatını kaybetti ve her şey değişti. Edgar’a neden ille de burada yaşamak için ölüp bittiğimi anlatmayı kafama koymuştum ama nedense bunu hiç yapamadım ve şimdi buna çok pişmanım. Kocam çocukları çok severdi ama ben sadece tek çocuk doğurmayı kabul ettim ve 1961 yılında oğlumuz Caden doğdu. Yakın zamanda mülkün değeri artınca Caden bana onu satmamı ve semtin daha ucuz kısmında daha küçük bir ev satın almamı önermişti, ama sanırım bunun sebebi yüz yaşına kadar yaşamamdan endişelenmesi ve hâlâ gençken mirasından payına düşen paranın keyfini çıkarmak istemesiydi. Üç kez evlenmiş, şimdi de dördüncüyle nişanlanmıştı; artık oğlumun hayatına giren kadınlarla tanışmayı bırakmıştım. Tanır tanımaz onları hayatından çıkarıyor, yerine yenisini yerleştiriyordu ve tıpkı yeni bir çamaşır makinesi ya da televizyon alındığında yapıldığı gibi, her birinin huyunu suyunu öğrenmek için zaman ayırması gerekiyordu. Çocukken arkadaşlarına da aynı acımasızlıkla davranırdı.

Onunla sık sık telefonda konuşuyoruz ve iki haftada bir bana akşam yemeğine gelse de o henüz dokuz yaşındayken bir yıl boyunca onun yanında olamadığım için zarar görmüş, karmaşık bir ilişkimiz vardı. Mesele şu ki, ben çocukların yanında kendimi hiçbir zaman rahat hissetmedim ve özellikle küçük oğlanlarla zor baş edildiğini düşünüyorum. Yeni komşumla ilgili çekincem onun gereksiz gürültü çıkarma ihtimali değildi; bu daireler çok iyi yalıtılmıştı, sağda solda birkaç zayıf noktası olsa da yıllar içinde Bay Richardson’ın tavanından yükselen tuhaf seslere alışmıştım. Daha çok, düzenli dünyamın altüst olabileceği gerçeği zoruma gidiyordu.

Oraya, üst katında yaşayan kadın hakkında hiçbir şey bilmek istemeyen birinin taşınmasını umuyordum. Kimbilir, belki de evden nadiren çıkan ve her sabah yardımcısı tarafından ziyaret edilen hasta bir ihtiyar olabilirdi bu kişi ya da cuma öğleden sonraları, hafta sonu kaldığı eve giden ve pazarları geç saatte dönen, zamanının geri kalanını ise ofiste veya sporda geçiren genç bir çalışan. Kariyeri 80’lerde zirve yapmış ünlü bir pop müzisyeninin, tam da emekliliğe uygun bir yer olarak daireyle ilgilendiği dedikodusu yayılmış olsa da neyse ki devamı gelmedi. Emlakçı ne zaman yanında daireyi gezmek isteyen bir müşteriyle binanın dışında belirse perdelerimi hızla çeker, olası komşularım hakkında notlar alırdım. Bir keresinde yetmişlerinin başında, umut vadeden ve usul usul konuşan bir karı koca gelmişti; el ele tutuşup apartmanda evcil hayvana izin olup olmadığını sormuşlardı, merdiven boşluğundan kulak kabartmıştım, izin verilmediğini duyunca sanki hayal kırıklığına uğramışlardı. Bunun dışında kıyafetlerinin berbatlığına ve kendilerinin darmadağınık hâllerine bakılırsa müthiş zengin görünen, otuzlarında eşcinsel bir çift gelmiş, ancak bu “mekânın” onlara muhtemelen biraz küçük geleceğini ve kendilerini evin “ruhuna” ait hissetmediklerini söylemişlerdi. Bir de Steven adında birinin yüksek tavanlara bayılacağını söylemek dışında beklentileriyle ilgili başka hiçbir ipucu vermeyen, yalın yüz hatlarına sahip genç bir kadın vardı. Doğal olarak umudum geylerden yanaydı; genelde iyi komşu olurlardı ve çocuk sahibi olma ihtimalleri çok azdı, ancak daireyle en az ilgilenenler de onlardı. Derken, birkaç hafta sonra, emlakçı yeni müşteriler getirmeyi bıraktı, satılık ilanı internetten kalktı; sanırım anlaşmaya varılmıştı. İstesem de istemesem de günün birinde apartmanın dışına bir nakliye kamyonu yanaşacak ve biri ya da birileri, dış kapıya anahtarı geçirip alt katımdaki daireye yerleşecekti. Ah, bu beni nasıl da korkutuyordu!

2

Annem ve ben Almanya’dan 1946 yılının başında kaçabildik, savaşın bitiminden ancak birkaç ay sonra, artık Berlin’den geriye ne kaldıysa onları arkamızda bırakıp Paris’ten geriye kalanlara doğru gidiyorduk. On beş yaşındaydım ve hayata dair pek bilgim yoktu, hâlâ Mihver güçlerinin yenildiği gerçeğiyle baş etmeye çalışıyordum. Babam ırkımızın genetik üstünlüğünü ve Führer’in bir askerî stratejist olarak kıyas götürmez becerilerini büyük bir özgüvenle anlatırdı, zafere her daim garanti gözüyle bakılıyordu. Ancak şimdi nasıl olduysa kaybetmiştik. Kıta boyunca yaklaşık bin iki yüz kilometrelik yolculuk geleceğe dair pek de iyimser bir hava yaratmadı. Geride bıraktığımız şehirlerde son yıllarda yaşanan yıkımın izi vardı, istasyonlarda ve vagonlarda rastladığım insanların yüzleri savaş sona erdiği için mutlu görünmüyor, daha çok etkilerinden ötürü dehşete düşmüş gibi duruyordu. Tükenmişlik hissi her yana hâkimdi; Avrupa’nın 1938’deki hâline geri dönemeyeceği, tamamının tıpkı sakinlerinin ruhları gibi yeniden inşa edilmesi gerektiği fikri giderek daha da yerleşiyordu. Doğduğum şehir, neredeyse tamamen yerle bir olmuş, ganimetleri de dört kazanan arasında paylaştırılmıştı. Almanya’dan güvenli bir şekilde ayrılmamızı sağlayacak sahte belgeler hazırlanana kadar kendimizi koruyabilmek için evleri hâlâ yıkılmamış olan birkaç yandaşın bodrumunda kaldık. Pasaportlarımızdaki soyadlarımızın yerinde artık Guéymard yazıyordu, kulağa mümkün olduğunca gerçekçi gelmesi için telaffuzunu defalarca tekrar ettim.

Annem artık büyükannemin adını, Nathalie ismini taşıyordu, bense Gretel olarak kaldım. Her geçen gün kamplarda olan bitenlere dair yeni ayrıntılar günyüzüne çıkıyordu ve babamın adı en berbat nitelikteki suçlarla birlikte anılıyordu. Kimse bizim de en az onun kadar suçlu olduğumuzu iddia etmese de annem yetkililere teslim olmamızın bizim için felaket anlamına geleceğini düşünüyordu. Aynı fikirdeydim, ben de onun gibi korkuyordum, yine de birilerinin beni bu vahşetin ortağı sayabileceği düşüncesi dehşete kapılmama sebep olmuştu. Onuncu yaş günümden beri Jungmädelbund 1 üyesi olduğum doğruydu ama Almanya’daki her genç kız öyleydi.

Sonuçta bu bir zorunluluktu, tıpkı on yaşındaki oğlan çocuklarının Deutsches Jungvolk’un2 bir parçası olmaları gerektiği gibi. Hem zaten partinin ideolojisini benimsemekten çok arkadaşlarımla düzenli olarak spor yapmakla ilgileniyordum. Ne de olsa tel örgülerin ötesine yalnızca bir kez geçmiştim, o da babam beni çalışmalarını gözlemek için kampa getirdiğindeydi. Kendi kendime, bunun dışında sadece bir seyirci sayıldığımı söyledim, vicdanım rahattı ama çok geçmeden tanık olduğum olaylara sağladığım katkıyı sorgulamaya başlamıştım. Tren Fransa’ya girdiğinde aksanlarımızın bizi ele vereceğinden endişelenmiştim. 1940 yılında yaşadıkları beklenmedik teslimiyetin ardından kısa bir süre önce özgürlüklerine kavuşan Fransız vatandaşlarının, bizim gibi konuşanlara karşı saldırgan bir tutum sergileyeceklerini düşündüm.

Uzun sürecek bir konaklama için fazlasıyla yetecek miktarda paramızın olduğunu göstermemize rağmen beş ayrı pansiyondan geri çevrilmemiz ve kaba ev sahipleri tarafından kapıların yüzümüze çarpılması bu endişemde haklı olduğumu kanıtlıyordu. Yaşayacak bir yer bulmamız Vendôme Meydanı’ndaki bir kadın sayesinde oldu; bize acımış ve yakınlardaki bir misafirhanenin adresini vermişti. Söylediğine göre orada Almanlara karşı ayrımcılık yapılmıyordu. O kadın olmasaydı sokakta kalan en zengin yoksullar olup çıkardık. Kiraladığımız oda, Île de la Cité’nin doğusundaydı ve orada geçirdiğimiz ilk günlerde evden pek uzaklaşmak istemiyordum. Kendimi Sully ve Neuf köprüleri arasında sonsuz kez ileri geri gitmekle sınırlamıştım; köprüleri aşıp bilinmeyen topraklara varmaktan korkuyordum.

Bazen aklıma kâşif olmaya can atan kardeşim ve bu yabancı sokakları keşfetmekten ne büyük bir mutluluk duyacağı gelirdi ama bu anlarda onun hatırasını kafamdan çabucak atardım. Annem ve ben artık iki aydır Île’de yaşıyorduk ki yeşilliğiyle bana kendimi Cennet’e düşmüş gibi hissettiren Lüksemburg Bahçesi’ne gitmek için gereken cesareti toplayabildim. Diğer tarafa varıp da çorak, ıssız doğasıyla karşılaştığımda bunun çok büyük bir çelişki olduğunu düşündüm. Bu tarafta insan yaşamın parfümünü içine çekiyordu, oradaysa ölümün pis kokusuyla boğuluyordu. Şaşkınlık içinde saraydan Medici Çeşmesi’ne, oradan da havuza doğru yürüdüm ama tahtadan yaptıkları kayıkları suya koyan çocukları ve hafif bir esintinin bu oyuncak gemileri karşı tarafta duran arkadaşlarına götürdüğünü görünce geri döndüm. Kahkahaları ve heyecan dolu sohbetleri, tek bir kıtanın nasıl aynı anda böylesi bir güzelliğe ve çirkinliğe ev sahipliği yapabildiğini anlamakta güçlük çektiğim o tanıdık sessiz gerginliğin ardından kulağa üzücü bir müzik gibi geliyordu. Bir öğleden sonra, içinde koca demir bilyelerin durduğu oyun alanının yakınlarındaki bir bankta güneşten kaçınmaya çalışırken kendimi ağlarken buldum. Benden olsa olsa iki yaş büyük, yakışıklı bir oğlan endişeli bir ifadeyle yanıma yanaştı ve neyim olduğunu sordu. Başımı ona doğru kaldırdım ve o an içimde hevesli bir kıpırtı hissettim; bana sarılmasına ya da başımı omzuna yaslamama izin vermesine ihtiyacım vardı. Ancak konuşmaya başladığımda şu eski, kalıplaşmış cümleleri sıralamaktan öteye geçemedim, ayrıca Alman aksanım, henüz oturmamış Fransızcamı bastırdı. Bunun üzerine oğlan bir adım geri çekildi, ırkıma karşı hissettiği tüm öfkeyi içinde toplayarak yürüyüp gitmeden ve suratıma vahşice tükürmeden önce apaçık bir küçümsemeyle bana baktı.

Tuhaf şekilde bu hareketleri, fiziksel temasa dair açlığımı dindirmek yerine artırdı. Yanaklarımdaki yaşları silip peşinden koştum, onu kolundan yakalayıp isterse beni ağaçlık bir alana götürebileceğini, sapa bir yerde bana ne isterse yapabileceğini söyledim. “İstersen canımı yakabilirsin,” diye fısıldadım, gözlerimi kapayarak. Bana sıkı bir tokat patlattığını, yumruğunu mideme geçirdiğini, burnumu kırdığını hayal ediyordum. “Ne diye böyle bir şey istiyorsun?” diye sordu; sesindeki huysuzluktan güzelliğini örten bir masumiyet yayılıyordu. “Böylece yaşadığımı anlarım.” Aynı anda hem uyarılmış hem de iğrenmiş gibi duruyordu. Kafasını işaret ettiğim koruluğa çevirmeden önce birilerinin bizi izleyip izlemediğini görmek için etrafına bakındı. Dudaklarını yalayarak göğüslerimin kabartısına baktı ama onun elini tuttuğumda dokunuşumu bir hakaret gibi algılayıp geri çekildi, une putain, bir orospu olduğumu söyledi. Sonra da Guynemer Sokağı’na doğru koşarak gözden kayboldu. Havanın güzel olduğu günlerde sabahın ilk saatlerinden itibaren sokaklarda dolaşmaya başlardım, misafirhaneye geri döndüğümde annem çoktan neler yaptığımı soramayacak kadar sarhoş olurdu. Eski yaşamında onu tanımlayan zarafet giderek azalmaya başlamıştı ama hâlâ çok güzel bir kadındı. Acaba yeni bir koca, bizimle ilgilenebilecek bir sevgili bulur mu, diye merak ederdim, ne var ki onun aradığı dostluk ya da aşk değildi, tek istediği bardan bara dolanırken kendi düşünceleriyle baş başa kalmaktı. Sessiz bir alkolikti, karanlık bir köşede, şarap şişelerinin gerisinde oturan tiplerdendi; sokağa atılmasına sebep olabilecek en ufak bir soruna bile yol açmamaya dikkat ederek ahşap masalardaki görünmez izlerin üstünü kazırdı. Bir keresinde güneş Boulogne Ormanı’nın üzerinde batarken yollarımız kesişmiş, sarsak adımlarla yanıma yanaşıp kolumu tutmuş ve bana saati sormuştu. Karşısındakinin kendi kızı olduğunun farkında değildi. Cevap verdiğimde rahatlayarak gülümsedi –hava kararmak üzereydi, ama barların kapanması için daha epey bir vakit vardı ve Île’i noktalarla işaretleyen baştan çıkarıcı parlak ışıklara doğru yoluna devam etti. Merak ediyordum da, acaba tamamen ortadan kaybolsaydım varlığımı, bir zamanlar beni doğurduğunu unutur muydu? Aynı yatakta yatıyorduk, sabahları onun yanında uyanmaktan ve nefesini zehirleyen, içine uyku sızmış likör kokusunu solumaktan nefret ediyordum.

Gözlerini açtığında bir anlığına şaşkınlıkla otururdu, derken hatıralar geri gelir ve kendini yeniden o hoşgörülü unutuşun kollarına bırakmak için gözlerini kapardı. Günışığının hain nezaketsizliğini nihayet kabul edip de örtülerin altından çıkmaya karar verdiğinde, üzerine bir elbise geçirip dışarı yollanmadan önce lavaboda kendini gelişigüzel temizlerdi; bir önceki, ondan önceki ve hatta ondan da önceki günün tekrarını yaşamaktan dolayı memnundu. Paramızı ve değerli eşyalarımızı dolabın arkasına yerleştirdiği eski bir çantada saklardı, küçük servetimizin her geçen gün azalışını izliyordum. Aslına bakılırsa rahat sayılırdık –sıkı yandaşlar bunu görmüştü– ancak ne zaman şehrin daha ucuz taraflarından birinde kendimize ait küçük bir daire kiralamayı önersem annem başını sallayarak konaklama için fazla para harcamayı hep reddetti. Görünen o ki, artık hayatına dair daha basit bir planı vardı; kâbusları içerek uzaklaştırdığı, uyuyacak bir yatağı ve mideye indirecek bir şişesi olduğu sürece hiçbir şeye aldırış etmemek. Hayattaki ilk yıllarımı kucağında geçirdiğim, film yıldızları gibi bir yaşam sürmüş, en yeni saç modellerini ve en zarif kıyafetleri taşımış gösterişli sosyete hanımından ne kadar da uzaktı. Bu iki kadın birbirinden daha farklı olamazdı ve her ikisi de diğerini hor görüyordu.

3

Salı sabahları üç numaralı dairede oturan komşum Heidi Hargrave’i ziyaret etmek için koridorun karşısına geçiyorum. Heidi bu yılın sonuna doğru altmış dokuz yaşına basacak. Biyolojik anne babasını hiç tanımadığı ve doğar doğmaz evlatlık verildiği düşünüldüğünde doğum gününün Meryem Ana’nın lekesiz gebeliğinin kutlandığı bayrama denk gelmesi epey manidar. Heidi, Winterville Court’un tüm hayatını burada geçirmiş tek sakiniydi, doğumhaneden doğruca Mayfair’e getirilmiş ve onun için bir oyun bahçesi olan Hyde Park’ta büyümüştü. Henüz bir yeniyetmeyken hamile kaldı ve hiç evlenmedi; vefat ettiklerinde kendisini evlat edinen anne babasının mirasını devraldı. Yirmi üç yaş küçük olmasına rağmen bedensel ve zihinsel açıdan benden çok daha hantal sayılır. Gerçi otuz yıl boyunca Londra Maratonu’na katıldı ama sol topuğunda ortaya çıkan plantar fasit rahatsızlığı sebebiyle geceleri atel takması ve düzenli aralıklarla steroid iğnesi vurulması gerekince koşmayı bırakmak zorunda kaldı. Böylesine hareketli bir kadın için müthiş bir darbeydi. Kimbilir, belki akli melekelerinin yavaş yavaş azalmasının sebebi de budur, ne de olsa bir zamanlar müthiş zindeydi ve hayli saygın bir göz doktoruydu, oysa şimdi konuşurken lafı dolandırıp duruyor. Neyse ki durumu bunama ya da Alzheimer kadar şiddetli değil, daha çok ara sıra kafası dumanlıymış gibi; ne hakkında konuştuğumuzu aklında tutamıyor, isimleri ve yerleri karıştırıyor ya da konuyu öyle ani bir şekilde değiştiriyor ki insan takip etmekte güçlük çekiyor.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıArtık Hiçbir Yer Ev Değil
  • Sayfa Sayısı392
  • YazarJohn Boyne
  • ISBN9786257314695
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviDelidolu /

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Romanovlar’ın Son Evi ~ John BoyneRomanovlar’ın Son Evi

    Romanovlar’ın Son Evi

    John Boyne

    “Rusya’yı çürüyen bir nar gibi düşünmüşümdür hep. Kokuşmuş içini saklayan, dıştan kırmızı ve nefis; ama ikiye bölünce, çekirdekleri ve taneleri kapkara, iğrenç, önüne saçılır....

  2. Kalbin Görünmez Öfkeleri ~ John BoyneKalbin Görünmez Öfkeleri

    Kalbin Görünmez Öfkeleri

    John Boyne

    Peder James Monroe, Batı Cork’un Goleen bölgesinde bulunan Denizin Yıldızı Meryem Ana Kilisesi’nin sunağında dikilip annemi orospulukla suçlamış. Gerçi bu olay onun, biri Drimoleague’de...

  3. Yankı Odası ~ John BoyneYankı Odası

    Yankı Odası

    John Boyne

    Attığınız bir tweetle, nasıl bir anda tüm dünyayı karşınıza alabilirsiniz? John Boyne’un hiciv dolu kaleminden çıkan Yankı Odası, dijital çağın kaçınılmaz bir yansıması olarak giderek...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Wardstone Günlükleri – 08: Hayaletin Kaderi ~ Joseph DelaneyWardstone Günlükleri – 08: Hayaletin Kaderi

    Wardstone Günlükleri – 08: Hayaletin Kaderi

    Joseph Delaney

    Korku dolu dakikalar “Artık kılıca aitsin. Ölünceye kadar da öyle kalacaksın.” İngiliz yazar Joseph Delaney’in, tüm dünyada milyonlarca okuru peşinden sürükleyen Wardstone Günlükleri serisi, kısa sürede,...

  2. Çanlar Kimin İçin Çalıyor ~ Ernest HemingwayÇanlar Kimin İçin Çalıyor

    Çanlar Kimin İçin Çalıyor

    Ernest Hemingway

    Dönemin birçok sanatçısı gibi İspanya İç Savaşı’na da katılan Hemingway, bu savaşı anlatan güçlü romanı Çanlar Kimin İçin Çalıyor‘u 1940’ta yayımladı. Çok geçmeden sinemaya da...

  3. Sakın Yalan Söyleme ~ Freida Mcfadden Sakın Yalan Söyleme

    Sakın Yalan Söyleme

    Freida Mcfadden

    Yeni evli Tricia ve Ethan çifti, hayallerini süsleyen evi aramaktadır. Dört yıl önce sırra kadem basan ünlü psikiyatrist Dr. Adrienne Hale’in şehir dışındaki malikânesine...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur