“Sen şansa inanır mısın?” dedi Düşes.
“Ben, şansa inanmak zorunda kalmamaya inanırım,” dedi Tiffany.
Çünkü kudretli bir cadı olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Tiffany Sızı’nın inanması gereken çok daha önemli şeyler var. Misal, kendisi…
Yakın geçmişte, sonsuzluğun büyülü evrenine uğurladığımız Sör Terry Pratchett’ın, dünya çapında 85 milyonun üzerinde satan 41 kitaplık, kültleşmiş “DiskDünya” dizisinin beş kitaptan oluşan muhteşem ve eğlenceli “Tiffany Sızı” alt serisinin, dördüncü serüveni Geceye Bürüneceğim’de, Tiffany ve tüm cadıların dünyası yok olma tehdidiyle karşı karşıya kalıyor.
Niran Elçi’nin pürüzsüz Türkçesiyle, Delidolu Yayınları tarafından yeniden gözden geçirilerek basılan Geceye Bürüneceğim’de, artık 15 yaşında genç bir cadı olan Tiffany kırsalın güvenli ve huzurlu topraklarından uzaklaşarak gerçek dünyayla tanışıyor: DiskDünya’nın kalbi niteliğindeki Ankh-Morpork tüm tehlikeleri ve yozlaşmışlıklarıyla onu bekliyor…
“Geçmişin hatırlanması gerek. Nereden geldiğini bilmezsen, nerede olduğunu da bilmezsin. Ve nerede olduğunu bilmezsen, nereye gideceğini de bilemezsin.”
Ve geçmişten gelen bu pis kokulu, gözleri ve gölgesi olmayan kötü düşünce kaynağı Sinsi Adam, Tiffany’nin ve tüm cadıların dünyasını yok etmeye kararlı görünüyor. Bu zorlu mücadelede bir başına kalan Tiffany ne pahasına olursa olsun yenilmemek zorunda. Çünkü aksi gerçekleşirse, tüm Tebeşir halkı da onunla birlikte yenilmiş sayılacak…
DiskDünya serisi, hayal gücünün sınırlarını zorlayan kurgusunun yanı sıra kuantum fiziğinden sanayi devrimine, popüler kültür klişelerinden edebiyat ve sinema klasiklerine uzanan değişik kültür unsurlarına saygı duruşunda bulunarak gerçek dünyadaki pek çok konuyla dalga geçmeyi bilen, göz kamaştırıcı bir edebiyat harikası…
Narin Mizaçlı Kişilere Uyarlanmış Feegle Sözlüğü
(Bayan Sezgiye Kene tarafından hazırlanmaya devam etmektedir)
Abidik gubidik: Saçma, saçmalık. Amanın!: ‘Aman Tanrım!’ ile ‘Sinirim tepemde ve birazdan sorun çıkacak’ arasında değişen anlamları olan genel bir nida. Antika: Tuhaf, garip. Boynumuz kıldan ince: Kendisini bekleyen yazgıyı kabullenmek. Bulut: Bana ‘yorgun’ anlamına geldiği söylendi. Esrar: Gizli şeyler. Eyvah: Genel bir ümitsizlik nidası. Fos: bkz. Kofti. Hamam: Yalnızca dağ Feeglelarının höyüklerinde, düzenli banyo yapacak kadar su olan yerlerde bulunan bir tür buhar banyosu. Tebeşir Feegleları, biriken kirin eninde sonunda kendi kendine üstlerinden döküleceği gerçeğine güvenir. Kelda: Kabilenin başı. Dişidir ve zaman içinde kabilenin çoğunun annesi olur. Feegle bebekleri çok küçüktür ve bir kelda, hayatı boyunca yüzlercesini doğurur. Kemer heybesi: Kemerin ön kısmında taşınan deri kese. Feeglelar bu kesenin içinde değerli eşyalarını, yarısı yenmiş yiyeceklerini, ilginç böcekleri, işe yarayacağını düşündükleri dal parçalarını, şans pisliklerini vs. taşır. Bir kemer heybesinin içini karıştırmak iyi bir fikir değildir.
Kılçık: Can sıkıcı kimse.
Kılkuyruk: Güçsüz biri.
Kıpkılçık: Gerçekten can sıkıcı kimse.
Koca adam: Kabile şefi (genelde keldanın kocası).
Kocakarı: Her yaştan cadı.
Kocakarı işi: Bir cadının yaptığı her şey.
Kocakarıların kocakarısı: Çok önemli bir cadı.
Kocatip: İnsan.
Kofti: İşe yaramaz kişi.
Koyun: Çimen yiyen ve ‘mee’ diyen yünlü şeyler. Diğer türle çok kolay karıştırılır.
Kubur: Tuvalet.
Muşmula: Yaşlı kadın.
Ozan: Kabilenin müzisyeni. Müzik aletleri, şiirler, hikâyeler ve şarkılar konusunda yetenekli olur.
Özel koyun ilacı: Üzgünüm ama muhtemelen kaçak imal edilmiş viski. Koyunlar üzerinde ne etkisi olduğunu kimse bilmiyor. Fakat tek bir damlasının, çobanlara soğuk kış gecelerinde, Feeglelara ise her zaman iyi geldiği söylenir. Sakın evde denemeyin. Ölüyom: Bir şeyi çaresizlikle istemek: ‘Bir fincan çay için ölüyom.’ Sinsi herif: Nahoş biri. Son Dünya: Feeglelar ölü olduklarına inanır. Bu dünya çok güzel, derler, demek ki geçmiş yaşamlarında çok iyi kişiler olmuşlardır ve öldükleri zaman buraya gelmişlerdir. Bu dünyada ölüyor görünmek, yalnızca Son Dünya’ya geri dönmek demektir ve onlara göre Son Dünya oldukça sıkıcıdır. Vecibe: Çok önemli, geleneklerin ve büyünün şart koştuğu görev. Bir kadın ismi değil.
Bölüm 1
İYİ BİR KOCA MİNİ DELİKANLI
Neden, diye merak etti Tiffany Sızı, insanlar gürültüyü bu kadar seviyor? Neden gürültü bu kadar önemli? Çok yakında bir yerde, doğum yapan inek sesine benzeyen bir gürültü vardı. Ses eski bir laternadan geliyordu ve laternanın kolunu ezik silindir şapka takmış hırpani bir adam çevirmekteydi. Tiffany elinden geldiğince nazik bir biçimde, kıyın kıyın uzaklaştı ama gürültü yapışkan bir şeydi; izin verseniz sizi eve kadar izleyeceğini hissediyordunuz. Ama bu, çevresindeki büyük gürültü kazanındaki seslerden yalnızca bir tanesiydi; onca gürültüyü insanlar çıkarıyordu ve onca insan, gürültü yapan diğer insanlardan daha fazla gürültü çıkarmaya çalışıyordu. İğreti tezgâhların yanında tartışanlar, su dolu kovalardaki elmaları ya da kurbağaları dişleriyle yakalamaya çalışanlar,* ödül dövüşçülerine ve payetli bir kostüm giyen ip cambazı hanıma tezahürat yapanlar, bağır çağır pamuk şeker satanlar ve çok da incelikli ifade etmek lazım değilse, sünger gibi içenler…
Yeşil yaylanın üzerindeki hava gürültüyle yoğunlaşmıştı. İki üç kasabanın nüfusu tepelerde toplanmış gibiydi. Bu yüzden, genelde yalnızca seyrek akbaba çığlıkları duyduğunuz yerde şimdi… eh, herkesin çığlıklarını duyuyordunuz. Hem de bitmek tükenmek bilmez bir şekilde. Ve buna eğlenmek adı veriliyordu. Gürültü yapmayan tek kesim, işlerini övgüye değer bir sessizlik içinde yürüten hırsızlar ve yankesicilerdi; tabii onlar da Tiffany’nin yanına yanaşmıyordu. Kim bir cadıdan para aşırmaya çalışırdı ki? Parmaklarınızı kaptırmadan kaçabilirseniz şanslı sayılırdınız. En azından onları korkutan şey buydu ve kafası çalışan bir cadı, böyle bir korkuyu teşvik ederdi.
Eğer bir cadıysanız, diye düşündü Tiffany Sızı, tüm cadıları temsil edersiniz. Yerden bir metre kadar yukarıda süzülen süpürgesine bağladığı ipi çekerek insanların arasında yürümeye devam etti. Bu Tiffany’yi biraz rahatsız etmeye başlamıştı. İşine geliyordu ama onu rahatsız da ediyordu, çünkü panayırdaki bütün küçük çocuklar da balonlara bağlanmış ipleri çekiştiriyordu. Ve Tiffany, küçük çocuklar gibi ip çekiştirmenin, kendisini epey aptal gibi gösterdiğini düşünmeden edemiyordu. Ve bir cadıyı aptal gibi gösteren bir şey, tüm cadıları aptal gibi gösterirdi. Fakat diğer yandan, süpürgeyi bir çalıya bağlayıp bırakacak olsa, çocuğun biri iddia uğruna onu çözer ve süpürgeye binerdi; süpürge de onu atmosferin en yüksek tabakasına, havanın donduğu yere kadar taşırdı.
Tiffany teorik olarak süpürgeyi geri çağırabilirdi ama anneler, parlak bir yaz sonu gününde çocuklarının buzunu çözmek konusunda epey alıngan davranabiliyordu. Bu hiç iyi görünmezdi. İnsanlar konuşurdu. İnsanlar, cadılar hakkında her zaman konuşurdu. Tiffany, süpürgeyi peşinden sürükleme zorunluluğuna boyun eğdi. Şansı varsa, insanlar onun, panayırın ruhuna esprili bir biçimde katıldığını düşünürdü. Panayır gibi aldatıcı ölçüde neşeli bir yerde bile görgü kuralları çok önemliydi. O bir cadıydı; birinin adını unutursa (veya daha da kötüsü yanlış hatırlarsa) neler olacağını kim bilebilirdi? Küçük düşmanlıkları, hizipleri, komşularıyla konuşmayan insanları ve daha nicesini unutursanız ne olurdu? Tiffany ‘mayın tarlası’ deyimini bilmiyordu ama bilseydi, bu deyim ona epey tanıdık gelirdi.
O bir cadıydı. Tebeşir’deki tüm köyler için cadıydı. Artık yalnızca kendi köyü için değil, en az bir günlük yürüme mesafesindeki Arpalı Köy’e kadar ve hatta tüm diğerleri için… Bir cadının kendi bölgesi saydığı ve içindeki insanlar için gerekeni yaptığı alan ‘yurt’ olarak biliniyordu; genel olarak yurtlar düşünüldüğünde de bu yurt oldukça iyi bir yurttu. Koskoca bir jeolojik çıkıntıya tek başına sahip çıkan çok fazla cadı bulamazdınız. Gerçi bu yurt daha çok çimenliklerle, çimenlikler de koyunlarla kaplıydı. Ve bugün yaylalardaki koyunlar, kendi hallerine bırakıldıklarında her ne yapıyorlarsa yine onu yapmak üzere kendi hallerine bırakılmışlardı; ki büyük olasılıkla siz onlara göz kulak olurken her ne yapıyorlarsa, şu anda da tıpatıp aynısını yapıyorlardı. Normalde üstlerine titrenen, güdülen ve göz kulak olunan koyunlar bugün kimsenin ilgisini çekmiyordu, çünkü dünyadaki en ilgi çekici olay şu anda burada oluyordu. İtiraf etmek gerekirdi ki Ot Yolmaca Panayırı’nı dünyanın en ilgi çekici olaylarından biri olarak saymak için, hayatınız boyunca evinizden en fazla beş altı kilometre uzağa gitmiş olmalıydınız. Tebeşir civarında yaşıyorsanız, panayırda, tanıdığınız herkesi görürdünüz. Genellikle, evleneceğiniz kişiyle de orada tanışırdınız. Kızların hepsi en iyi elbiselerini giyerler; oğlanlarsa saçlarını ucuz jölelerle (ya da daha büyük olasılıkla tükürükle) kafalarına yapıştırırlar ve umutlu ifadelerle dolanırlardı. Tükürüğü tercih edenler daha iyi görünürdü, çünkü ucuz jöle gerçekten de çok ucuz olduğundan, genellikle sıcak havada eriyip akar; delikanlının, umduğu gibi genç kızları değil, sinekleri cezbetmesine neden olurdu. Sinekler de öğle yemeklerini umutlu delikanlının kafasından yerlerdi. Bununla birlikte, panayırın adı ‘Bir Öpücük Kapma ve Şansın Varsa İkinci Bir Öpücük İçin Söz Alma Panayırı’ konamayacağından, Ot Yolmaca Panayırı konmuştu.
Ot Yolmaca Panayırı, yaz sonunda düzenlenen üç günlük bir panayırdı. Tebeşir’deki çoğu insan içinse tatil günüydü. Bugün panayırın üçüncü günüydü ve çoğu insana göre, hâlâ birinden öpücük alamadıysanız artık eve gitseniz de olurdu. Tiffany öpücük almamıştı ama ne de olsa o bir cadıydı. Cadıların insanı nelere dönüştürebileceğini kim bilebilirdi? Yaz sonunda havalar ılık gidiyorsa, bazı insanlar yıldızların ve çalıların altında uyumayı tercih ederdi. İşte bu yüzden, geceleyin gezintiye çıkmaya karar vermişseniz, birilerinin ayağına basmamak için dikkatli olmanız gerekirdi. Ogg Ana’ya göre –ki kendisi üç tane koca eskitmiş bir cadıydı– insan bir şekilde, kendi eğlencesini yaratabiliyordu. Ogg Ana’nın ta dağların orada yaşaması yazıktı, çünkü Ot Yolmaca Panayırı’nı görse buna bayılırdı. Ayrıca Tiffany, onun devi gördüğü zamanki yüz ifadesine tanık olmayı çok isterdi.
Dev ki bir erkek devdi bu, bundan kuşku etmek kesinlikle imkânsızdı– çimenlere binlerce sene önce oyulmuştu. Yeşilliklerin ortasına, beyaz çizgilerle çizilmiş bir şekildi. İnsanların, tehlikeli bir dünyada hayatta kalmak ve doğurganlık hakkında düşünmesi gerektiği günlerden kalmaydı. Ah, bir de… pantolonun icadından önce oyulmuş gibi görünüyordu. Aslında, şeklin pantolonu olmadığını söylemek yeterli değildi. Şeklin pantolon eksikliği, dünyayı dolduruyordu. Tepelerin dibinden geçen yolda yürüyüşe çıkacak olsanız, orada dev bir, nasıl desek, bir şey eksikliği –mesela pantolon gibi bir şeyin eksikliği– olduğunu ve onun yerini başka bir şeyin fazlalığıyla doldurduğunu fark etmeden geçemezdiniz. Bu kesinlikle, pantolonsuz bir adam şekliydi ve kesinlikle kadın değildi.
Ot Yolmaca Panayırı’na gelen herkesin, yanında küçük bir kürek ya da en azından bir bıçak getirmesi, dik yamaçtan aşağı yürüyerek, geçen seneden beri şeklin üzerinde büyüyen otları yolması ve altındaki tebeşirin taptaze parıldamasına, devin de –sanki yeterince göze çarpmıyormuş gibi– göze çarpmasına yardımcı olması bekleniyordu. Kızlar, dev üzerinde çalışırken bol bol kıkırdıyordu. Kıkırdamanın sebebi ve hangi koşullar altında gerçekleştiği, Tiffany’ye Ogg Ana’yı hatırlatıyordu. Ogg Ana’yı genelde Havamumu Nine’nin arkasında, koskocaman sırıtırken bulurdunuz. Neşeli bir ihtiyar olarak tanınırdı ama yaşlı kadında bundan çok daha fazlası vardı. Tiffany’nin resmen öğretmeni olmamıştı, fakat Tiffany yine de Ogg Ana’dan bir sürü şey kapmıştı. Bunu düşünürken kendi kendine gülümsedi. Ogg Ana her tür eski, karanlık şeyi bilirdi: Eski büyüler, cadı gerektirmeyen büyüler, insanların içlerinde ve doğada olan büyüler… Ölüm, evlilik ve birliktelik gibi şeylerle ilgili büyüler. Ve duyan kimse olmasa bile, yine de tutulması gereken sözlerle ilgili büyüler.
Ve insanların tahtaya vurmasına ve asla ama asla, kara bir kedinin altından geçmemesine sebep olan bütün o şeylerle ilgili büyüler… Bunu anlamak için cadı olmanız gerekmiyordu. O özel anlarda, dünya daha… eh, daha gerçek ve akışkan oluyordu. Ogg Ana bu duruma esrarlı diyordu. Çoğunlukla, “Ben bir brendi alayım, çok teşekkürler, hatta elin değmişken duble olsun,” diyen bir kadın için, sıra dışı ölçüde ciddi bir sözcüktü bu. Ayrıca Tiffany’ye, cadıların çok daha fazla eğleniyor gibi göründüğü o eski günlerden bahsetmişti. Mevsimler değişirken yaptığınız şeyler örneğin; halkın belleği –ki Ogg Ana’ya göre nefes alan, asla solmayan, derin, karanlık bir şeydi bu dışında, her yerde ölüp gitmiş olan onca âdet. Küçük ayinler. Tiffany, ateş hakkındaki eski âdetleri özellikle seviyordu.
Tiffany ateşi severdi. Doğanın unsurları arasında en çok onu severdi. Öylesine kuvvetli ve karanlık güçler için de öylesine korkutucuydu ki, insanlar ateşin üzerinden birlikte atlayarak eğlenirdi. Ogg Ana’ya göre, küçük bir şiir okumak da işe yarardı; hiç naz yapmadan, şiirin dizelerini Tiffany’ye söylemişti ve sözcükler Tiffany’nin aklına yapışıp kalmıştı. Ogg Ana’nın ağzından çıkan çoğu sözcük, böyle yapışkan olurdu. Ama o günler geçmişti. Artık herkes daha edepliydi. Ogg Ana ve dev dışında. Tebeşir’de başka çizimler de vardı. Bunlardan biri, bir seferinde Tiffany’nin yerden kalkıp dörtnala kendisini kurtarmaya geldiğini sandığı beyaz bir attı. Şimdi dev de aynısını yapsa ne olacağını merak ediyordu, çünkü kısa süre içinde on sekiz metre uzunluğunda bir pantolon bulmak çok zor olurdu. Ve düşününce, pantolon bulmak için acele etmek isterdiniz. Tiffany dev hakkında yalnızca bir kez kıkırdamıştı ve o da çok uzun zaman önceydi.
Gerçekten de dünyada yalnızca dört tip insan vardı: Erkekler, kadınlar, sihirbazlar ve cadılar. Sihirbazlar daha çok büyük şehirlerdeki üniversitelerde yaşarlardı ve evlenmelerine izin verilmezdi. Tiffany bunun sebebini anlamıyordu. Her neyse, zaten onlar buralarda pek takılmazdı. Cadılarsa kesinlikle kadın olurdu ama Tiffany’nin tanıdığı yaşlı cadıların da çoğu evli değildi. Bunun sebebi daha çok, Ogg Ana’nın bütün uygun koca adaylarıyla evlenmiş olmasıydı; fakat büyük olasılıkla, pek zamanlarının olmaması da önemli bir faktördü. Elbette arada bir, havalı bir kocayla evlenen bir cadı da çıkabiliyordu; Lancrelı Magrat Sarımsak gibi. Anlatılanlara göre Magrat, artık daha çok şifalı otlarla ilgileniyordu. Ve Tiffany’nin bildiği, flört etmeye bile zamanı olan tek genç cadı, dağlarda yaşayan en iyi arkadaşı Petulia’ydı. Petulia domuz büyüsü konusunda uzmanlaşmıştı ve yakında babasının domuz çiftliğini miras alacak olan –yani, neredeyse asil sayılabilecek iyi bir gençle evlenecekti.
Ama cadılar yalnızca meşgul değil, aynı zamanda uzak kadınlardı; Tiffany bunu erkenden öğrenmişti. İnsanların arasında yaşıyorlardı ama onlarla aynı değillerdi. Her zaman bir tür mesafe ya da ayrılık vardı. Bunu yaratmaya çalışmanız gerekmezdi; bu kendiliğinden olurdu. Küçüklüğünden beri tanıdığı ve entariler içinde birlikte koşup oynadığı kızlar, artık yolda onun yanından geçerken hafifçe diz kırıyor; yaşlı adamlar, o geçerken ellerini alınlarına götürüp selam veriyordu. Bunun sebebi sırf saygı değildi, bir tür korku da vardı. Cadıların sırları olurdu.
Bebekler doğarken, yardımcı olmak için orada olurlardı. Evlendiğinizde, yanınızda bir cadının olması iyi bir fikirdi (iyi şans getirsin diye mi, yoksa kötü şansı önlemek için mi, belli değildi) ve öldüğünüzde de, yolu göstermek için orada bir cadı olacaktı. Cadıların kimseye… eh, cadı olmayan kimseye söylemedikleri sırları olurdu. Kendi aralarında, bir iki içki (ya da Ogg Ana’nın durumunda bir ya da dokuz içki) içmek için bir yamaca toplandıklarında, gıdaklayan tavuklar gibi dedikodu yaparlardı. Ama asla gerçek sırlar hakkında değil; yaptığın, işittiğin, gördüğün ve asla söylemediğin şeyler hakkında değil. O kadar çok sır saklıyorsun ki, dışarı sızmaya başlayacak sanıyorsun.
Bir cadının görebileceği şeylerle karşılaştırıldığında, pantolonsuz bir devin lafı bile edilmez. Hayır. Tiffany, Petulia’nın flörtünü hiç kıskanmıyordu. O büyük olasılıkla yağmur altında, kocaman çizmeler ve çirkin kauçuk önlükler içeren, ‘oink oink’ sesleri arasında yaşanan bir flörttü. Ama onun sağduyusuna imreniyordu. Petulia her şeyi çözmüştü. Gelecekte ne olmak istediğini biliyordu. Dolayısıyla da kollarını sıvamış, yeri geldiğinde dizlerine dek ‘oink’e batmış bir halde, o isteği gerçekleştirmişti. Her aile, dağlardakiler bile; yazın çöp tenekesi, senenin geri kalanında da et, pastırma, jambon ve sosis görevi görsün diye, en az bir tane domuz beslerdi. Domuz önemliydi; üzerine kırıklık geldiğinde bir nineyi terebentinle tedavi edebilirdiniz ama domuzunuz hastalandığında, hemen domuz cadısını çağırırdınız ve ücretini de öderdiniz; hem de iyi bir ücret, genellikle sosisle ödenen bir ücret. Her şeyden önemlisi Petulia, uzman bir domuz sıkıcıydı; asil domuz sıkma sanatında bu senenin şampiyonu da oydu zaten.
Tiffany bunun daha iyi ifade edilemeyeceğini düşünüyordu; arkadaşı, bir domuzla birlikte oturur, onunla son derece sıkıcı şeyler hakkında sakin sakin, nazik nazik konuşurdu; sonunda bir tür tuhaf domuzsal mekanizma devreye girer, domuz mutluluk içinde esner ve devrilirdi. O artık canlı bir domuz sayılmazdı; takip eden sene boyunca, ailenin beslenme rejimini destekleyecek çok önemli bir katkı maddesine dönüşmüş olurdu. Bu, domuz için en iyi sonuç olmayabilirdi belki ama domuz-sıkma sanatı icat edilmeden önce, domuzların ne kadar pis ve gürültülü bir biçimde öldüğü düşünülürse, her şeyi kapsayan bu engin düzen içinde, aslında göreceli olarak çok daha iyi bir sonuçtu. Tiffany, kalabalık içinde yapayalnız, içini çekti. Sivri tepeli siyah şapkayı takmak zordu. Çünkü beğenseniz de beğenmeseniz de cadı demek, sivri tepeli şapka demekti; sivri tepeli şapka da cadı demekti.
İnsanların, yanınızda dikkatli davranmasına sebep oluyordu. Saygılı davranıyorlardı, ah evet, ve genellikle biraz da huzursuz oluyorlardı; onların kafasının içini görebildiğinizi düşünüyorlardı. Ki aslında bu, iyi ve eski cadı yöntemleri olan Birinci Görü ve İkinci Şüphe kullanılarak da yapılabilirdi muhtemelen.* Fakat bunlar gerçek büyü değildi. Bir parça sağduyusu olan herkes bunları öğrenebilirdi. Sadece bazen, o bir parçayı bulmak zor oluyordu. İnsanlar yaşamakla o kadar meşguldür ki, durup neden diye düşünmezler. Ama cadılar düşünürdü. Ve bu, onlara ihtiyaç duyulduğu anlamına geliyordu. Ah evet, ihtiyaç. Onlara hemen her zaman ihtiyaç duyulurdu ama çok nazik ve kesinlikle dile getirilmeyen bir biçimde; istendikleri, tam olarak söylenemezdi. Burası, insanların cadılara çok alışkın olduğu dağlar gibi değildi; Tebeşir’deki insanlar dost canlısı olabilirdi ama dost değillerdi; gerçek dostlar değil.
Cadı, farklı biriydi. Cadı sizin bilmediğiniz şeyleri bilirdi. Cadı başka türden bir insandı. Cadı muhtemelen, kızdırmamanız gereken biriydi. Diğer insanlar gibi değildi. Tiffany Sızı bir cadıydı ve sırf onlar bir cadıya ihtiyaç duydukları için cadı olmuştu. Herkesin cadıya ihtiyacı vardır. Fakat bazen bunu bilmezler işte. Ve işe yarıyordu. Tiffany ne zaman genç bir annenin ilk bebeğini doğurmasına yardım etse ya da ölüm döşeğindeki yaşlı bir adamın dertlerini dindirse; masal kitaplarından kaynaklanan salyalı kocakarı imgesi, bir parça kayboluyordu. Yine de eski masallar, eski söylentiler ve eski kitaplar, dünyanın hafızasından bir türlü silinmiyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGeceye Bürüneceğim
- Sayfa Sayısı376
- YazarTerry Pratchett
- ISBN9786055060855
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Özgür İnsanlar ~ Halldór Laxness
Özgür İnsanlar
Halldór Laxness
Nobel edebiyat ödüllü İzlandalı şair ve romancı Halldór Laxness, Özgür İnsanlar’da, bağımsızlığına düşkün bir halkı, bir çiftçinin destansı hayat mücadelesi üzerinden anlatıyor. Bjartur, on...
- Büyücü ~ John Fowles
Büyücü
John Fowles
Çağının yarı-entelektüel bunalımlarını geçirmekte olan, Oxford mezunu Nicholas Urfe, İngiltere’nin kasvetinden ve aşktan kaçmak için ücra bir Yunan adasına İngilizce öğretmeni olarak gider. Tek...
- Bilgeliğin Anahtarı ~ Nora Roberts
Bilgeliğin Anahtarı
Nora Roberts
Her zaman İrlanda efsanelerinden etkilenmiş ve kendini o sihirli öykülere yakın hissetmiş olan Nora Roberts, 'Anahtar' üçlemesinin ikinci kitabı olan 'Bilgeliğin Anahtarı'nda da dizinin ilk kitabı 'Işığın Anahtarı'nda olduğu gibi, hayal gücünün sınırlarını zorlayarak bir yirmi birinci yüzyıl masalı anlatmaya devam ediyor.