Küçük Tanrılar, kült yazar Sör Terry Pratchett’ın, dünya çapında 85 milyonun üzerinde satan “DiskDünya” serisinin 13.’üncü, “Kadim Uygarlıklar” alt dizisinin 2. kitabı.
Dinlerden ve savaşlardan oluşan dünya tarihine ışık tutan Küçük Tanrılar, mizahi dehâsıyla bu kez dinin sömürülmesini ve savaşların gerekçeleri gibi önemli konuları sorguluyor.
Tanrılar nereden gelir? Ve nereye giderler? DiskDünya’da bir sürü küçük tanrı vardır ve yaygın bir teoriye göre tanrılar, birileri onlara inandığı için var olur, büyür ve gelişirler. Bir tanrının, açlığını çektiği tek bir şey vardır: inanç.
Okuma yazma bilmemesine rağmen çok kuvvetli bir fotografik hafızaya sahip olan genç Brutha, aklı biraz eksik ama imanlı biridir. Günlerden bir gün tanrısı onunla konuşur. Brutha ilk başta korkup kaçsa da sonunda yerdeki kaplumbağanın, yani Büyük Tanrı Om’un, onunla konuştuğunu anlar. Brutha kısa bir süre sonra, farkında olmadan, insanlık tarihinin en eski hikâyelerinden birinde başrole bürünür; hem de boyundan ve kilosundan büyük işlere kalkışarak.
Niran Elçi’nin pürüzsüz Türkçesi ve Delidolu’nun özenli baskısıyla okurlarının beğenisine sunulan Küçük Tanrılar, özgün ve gerçekçi hikâyesiyle, DiskDünya serisindeki yerini alıyor.
“Korku tuhaf bir topraktır. İtaat, o toprakta genellikle mısır gibi, sıra sıra yetişir; çevresindeki yabani otları ayıklaması kolay olur. Ama bazen orada meydan okuma patatesleri de biter ve onlar hep yeraltında gelişir.”
Kaplumbağa ile kartalı düşünün. Kaplumbağa yerde yaşayan bir hayvandır. Yere ondan daha yakın yaşamak için yerin altına girmeniz gerekir. Gördüğü ufuklar sadece birkaç santim uzaktadır ve ancak bir marul yaprağını avlamaya yetecek hıza sahiptir. Kaplumbağa, evrimin geri kalanı akıp geçerken, kimse için tehdit oluşturmadığı ve yenmesi güç bir hayvan olduğu için hayatta kalmıştır. Bir de kartal vardır. Gökyüzünün ve yüksek yerlerin yaratığı; görebildiği ufuklar ta dünyanın kenarına dek uzanan bir varlık… Küçük ve ciyaklayan şeylerin en küçük kıpırtılarını bir kilometre uzaktan bile görebilecek keskinlikte gözlere sahiptir. Sırf güç, sırf kontrol; kanatlı bir ani ölüm gibidir. Kendinden küçük her şeyi günlük bir öğüne dönüştürebilecek, kendinden büyük herhangi bir yaratıktansa en azından aceleyle bir ısırık alıp kaçmasını sağlayabilecek pençe ve tırnakları vardır. Kartal saatler boyunca sarp bir kayalığın üzerinde oturur ve dünyanın krallıklarını inceler; ta ki uzakta bir hareket sezene kadar… Sonra odaklanır, odaklanır, odaklanır ve çöldeki çalıların arasında sallana sallana yürüyen küçük bir kabuk görür. Ve dalışa geçer…
Ve bir dakika sonra kaplumbağa, altındaki dünyanın giderek uzaklaşmakta olduğunu fark eder. Dünyayı ilk defa o zaman görür; hem de yalnızca yerin iki santim üzerinden değil, yüz elli metre yüksekten. Sonra da düşünür: Bu kartal, ne kadar da iyi bir dost. Ardından, kartal onu bırakır. Ve hemen her seferinde, kaplumbağa yere düşerek ölür. Kaplumbağanın bunu neden yaptığını herkes bilir. Yerçekimi, kurtulması zor bir alışkanlıktır. Kartalın bunu neden yaptığını ise kimse bilmez. Kaplumbağa eti lezzetlidir ama onu yemek için gereken çaba düşünülünce, başka hemen her şeyin eti daha lezzetli gelir. Kartalın bunu yapmasının sebebi, çok basitçe, kartalların kaplumbağalara eziyet etmekten hoşlanmalarıdır.
Ama elbette kartal, doğal seçilimin çok kaba bir biçiminde rol almakta olduğunun farkında değildir. Bir gün kaplumbağa da uçmayı öğrenecektir. Hikâye çöllerde; kızıl, kahve ve turuncu tonları arasında geçmektedir. Ne zaman başlayıp ne zaman bittiği belirsizdir ama bu başlangıçlardan en az birinin yeri bellidir: Binlerce kilometre uzakta, Merkez’i* kuşatan dağlarda, kar sınırının yukarısında gerçekleşmiştir. Sık sık sorulan felsefi sorulardan biri şudur: “Duyacak kimse yoksa, ormanda yıkılan bir ağaç ses çıkarır mı?” Bu soru, filozofların düşünce yapısını kusursuzca anlatır, çünkü ormanda her zaman birileri vardır. O birileri, çatırtının ne olduğunu merak eden bir porsuk ya da manzaranın birdenbire yukarı doğru kaymasına şaşıran bir sincap olabilir ama yine de her zaman birileri vardır. Hiçbiri yoksa bile, eğer yeterince derin bir ormansa, milyonlarca küçük tanrı onu işitmiştir. Olaylar öylesine, peş peşe gelişir; kimin neyi bildiğine aldırmazlar.
Ama tarih… ah, tarih farklıdır. Tarihin gözlemlenmesi gerekir. Aksi halde o, tarih olmaz. Yalnızca… eh, peş peşe gelişen olaylar silsilesi olarak kalır. Ve elbette tarihin kontrol altına alınması gerekir, yoksa her şeye dönüşebilir. Çünkü tarih anlatımı, çok tutulan teorilerin aksine, gerçekten de krallar, belli günler ve savaşlardan ibarettir. Ve bunların hepsinin doğru zamanda olması gerekir. Bu zordur. Böylesine kaotik bir evrende, yoldan çıkabilecek çok fazla unsur bulunur. Bir generalin atının nal düşürmesi ya da birinin bir emri yanlış işitmesi ya da nakit akışı sorunu ve sopaları olan bazı adamların yaşamsal öneme sahip bir mesaj taşıyan birinin yolunu kesmesi fazla kolaydır.
Ayrıca bir de vahşi hikâyeler bulunur; tarih ağacının üzerinde büyüyen, onu kendine göre bükmeye çalışan parazitler… İşte bu yüzden, tarihin bakıcıları vardır. Onlar… eh, onlar olayların akışının içinde, nereye gönderilmişlerse orada yaşarlar ama tinsel evleri, Diskdünya’nın yüksek Koçbaşı Dağları’ndaki, ulvi tarih kitaplarının saklandığı gizli bir vadidedir. Oradaki kitaplar, geçmişin olaylarının tıpkı mantar panoya iğnelenen kelebekler gibi sabitlenmiş olduğu kitaplar değildir. Bunlar tarihi doğuran kitaplardır. Yirmi binden fazla kitap vardır ve her biri üç metre yüksekliğindedir; ciltleri kurşundandır ve harflerinin boyutu da o kadar küçüktür ki büyüteçle okunmaları gerekir.
Hani insanlar, “…tarihçelerde de yazılı olduğu gibi…” falan derler ya… İşte o tarihçeler, bu tarihçelerdir. Dünyada, insanların sandığından daha az mecazi anlatım vardır. Her ay, başkeşiş ve iki kıdemli keşiş, kitapların saklandığı mağaraya gider. Bu görevi eskiden başkeşiş yalnız başına yürütürdü ama 59. Başkeşiş’in karıştığı ve diğer keşişler tarafından yakalanana dek küçük bahislerden bir milyon dolar kazandığı talihsiz olaydan sonra, başkeşişlerin yanına iki güvenilir keşiş daha verilmeye başlanmıştır. Dahası, içeri yalnız girmek tehlikelidir.
Tüm dünyanın üzerine hiç ses çıkarmadan yağan Tarih’in salt yoğunluğu ezici olabilir. Zaman bir uyuşturucudur. Fazlası sizi öldürür. 493. Başkeşiş, kırışık ellerini kavuşturdu ve en kıdemli tarih keşişlerinden biri olan Lu-Tze’ye hitaben konuştu. Aslında gizli vadinin temiz havası ve huzurlu hayatı sayesinde bütün keşişler kıdemliydi ve dahası, her gün Zaman’la çalışıyorsanız, bir kısmının ellerinize bulaşması doğaldı. “Omnia diye bir yer,” dedi Başkeşiş. “Klatch kıyısında.” “Hatırlıyorum,” dedi Lu-Tze. “Orada… Ossory diye bir genç vardı, değil mi?” “Olaylar dikkatle gözlemlenmeli,” dedi Başkeşiş. “Baskılar var. Özgür irade, alınyazısı… simgelerin gücü… bir kırılma noktası… Bütün bunları biliyorsun.” “Kaç zamandır, ee, yedi yüz yıl olmuş olmalı, Omnia’ya gitmedim,” dedi Lu-Tze. “Kurak bir yer. Koca ülkeyi toplasan bir ton verimli toprak çıkmaz.” “Eh, git madem,” dedi Başkeşiş.
“Dağlarımı da yanımda götüreceğim,” dedi Lu-Tze. “İklim onlara iyi gelir.” Süpürgesini ve yatak olarak kullandığı hasırı da aldı. Tarih keşişleri mala mülke önem vermezdi, çoğu eşyanın bir iki yüzyıl içinde aşındığını öğrenmişlerdi. Lu-Tze’nin Omnia’ya varması dört senesini aldı. Yolda birkaç savaş ve bir suikast gözlemlemek için biraz durdu, aksi halde gelişigüzel olaylar olarak kalacaklardı. Varsayımsal Yılan Senesi’ydi ya da Abyss Peygamber’in Tebliği’nden iki yüz sene sonrası. Bu da, 8. Peygamber’in gelişinin yakın olduğu anlamına geliyordu. Büyük Tanrı Om Kilisesi bu açıdan güvenilirdi. Peygamberleri hep tam zamanında gelirdi. Onlara bakarak takviminizi bile ayarlayabilirdiniz.
Tabii yeterince büyük bir takviminiz varsa. Ve peygamber beklenen her dönemde olduğu gibi, Kilise kutsal olma çabalarını iki katına çıkarmıştı. Bu süreç, her büyük şirketin yaşadığı ‘müfettiş bekleme’ sürecindeki koşturmacaya çok benziyordu ama bunun Kilise’deki yansıması daha çok, kutsallık açısından yetersiz olduğundan kuşkulanılan insanları yakalamak ve onları yüz ayrı dâhiyane yöntemle öldürmek şeklinde oluyordu. Bu, gerçekten popüler olan çoğu dinde, insanın dindarlık seviyesini ölçmek için güvenilir bir yöntem olarak sayılır ve böyle dönemlerde genellikle, ulusal kızak kaydırma yarışmasında görülebileceğinden bile daha fazla miktarda ahlaki kayma olduğunun ilan edilmesi eğilimi görülür. Ve sapkınlığın, kökü ve dalıyla ve hatta koluyla, bacağıyla, gözüyle ve diliyle birlikte sökülmesi gerektiğine; temiz bir sayfa açılmasının şart olduğuna inanılır. Sayfayı temizlemek için de genellikle kan kullanılır. Ve gün geldi;
Büyük Tanrı Om, Seçilmiş Kişi Brutha’ya kelâmını bahşetti: “Şişşt!” Brutha, çapalama işinin ortasında durdu ve Tapınak bahçesinde çevresine bakındı. “Pardon?” dedi. Baharın başları, güzel bir gündü. Dua çarkları dağ rüzgârlarında neşeyle dönüyordu. Arılar fasulye çiçeklerinin içinde aylaklık ediyor ve çok çalışıyormuş izlenimi vermek için hızla uğulduyordu. Çok yükseklerde, yalnız bir kartal halkalar çiziyordu. Brutha omuzlarını silkti ve kavunlara geri döndü. Ve Büyük Tanrı Om, Seçilmiş Kişi Brutha’ya kelâmını bir daha bahşetti:
“Şişşt!” Brutha duraksadı. Evet, hiç yoktan biri onunla kesinlikle konuşmuştu. Belki de bir iblisti. Çömezlerin üstadı Nhumrod Birader iblisleri dilinden düşürmezdi. Kirli düşünceleri ve iblisleri. Onlar birbirlerini beslerdi. Ve iblislere yakalanmanın eşiğinde olduğu hissi Brutha’yı huzursuz ediyordu. Yapılacak tek şey kararlı olmak ve Dokuz Temel İlke’yi tekrarlamaktı. Ve Büyük Tanrı Om, Seçilmiş Kişi Brutha’ya kelâmını bir kez daha bahşetti: “Sağır mısın evladım?” Çapa, sıcaktan pişmiş toprağa çarptı. Brutha hızla döndü.
Arıları, kartalı ve bahçenin uzak ucunda, bir gübre yığınını dalgın dalgın tırmıklamakta olan Lu-Tze Birader’i gördü. Duvarlardaki dua çarkları güven verici bir biçimde dönmekteydi. Brutha, Ishkible Peygamber’in cin çıkarmak için yaptığı hareketi yaptı.
“Arkama geç iblis!” diye mırıldandı.
“Arkandayım zaten.”
Brutha yavaşça döndü. Bahçe hâlâ boştu.
Brutha kaçtı.
Pek çok hikâye, başlangıcından çok uzun zaman önce başlar aslında. Brutha’nın hikâyesi de doğumundan binlerce sene önce başlamıştı. Dünyada milyarlarca tanrı vardır. Ringa yumurtaları kadar çokturlar. Bunların birçoğu görülemeyecek kadar küçüktür ve hiç kimse onlara tapınmaz; en azından, bakteriden daha büyük olan hiç kimse. (Ki zaten bakteriler de ibadetlerini asla tam yapmaz ve pek fazla mucize talep etmez.) Onlar küçük tanrılardır; iki karınca patikasının kesiştiği kavşakların ruhları, çimen köklerinin arasındaki mikro iklimlerin tanrıları… Çoğu da o şekilde kalır. Çünkü inançtan yana fakirlerdir. Bazen, belki bir avuç kadarı, daha büyük şeylere dönüşebilir. Bunu herhangi bir şey tetikleyebilir. Mesela kayıp kuzusunu arayan bir çoban, küçük bir tanrıyı dikenli çalıların arasında bulur ve bir iki dakikasını ayırıp orada ne tür bir ruh varsa ona teşekkür etmek için küçük bir taş yığını oluşturur. Ya da tuhaf şekilli bir ağaç, bir hastalığın tedavisi ile bağdaştırılır. Veya biri, ıssız bir yerdeki kayanın üzerine bir sarmal deseni oyar.
Çünkü tanrılar her zaman inanca ihtiyaç duyar, insanlar da tanrıları ister. Genelde iş burada kalır. Ama bazen, biraz daha ileri gider. Daha fazla taş eklenir, daha fazla kaya dikilir, eskiden ağacın olduğu o yere bir tapınak inşa edilir… Tanrının gücü artar, ona tapınanların inancı da tanrıyı bin ton roket yakıtı gibi gökyüzüne yükseltir. Bazıları için tek sınır gökyüzüdür. Ama bazıları için, o bile değildir. Nhumrod Birader yalın hücresinin mahremiyetinde kirli düşüncelerle güreşmekteyken, çömez yatakhanesinden hararetli bir ses geldiğini duydu. Brutha denen çocuk, yıldırım suretindeki Om heykelinin önüne kapanmış, titreye titreye bölük pörçük dualar geveliyordu.
O çocukta ürkütücü bir şeyler var, diye düşündü Nhumrod. Konuşurkenki bakışı falan… sanki… sizi dinliyormuş gibi. Dışarı çıktı ve yere kapaklanmış haldeki delikanlıyı bastonunun ucuyla dürtükledi. “Ayağa kalk çocuk! Gün ortasında yatakhanede ne işin var? Hmm?” Brutha yerde upuzun yatarken dönmeyi başardı ve rahibin ayak bileklerini yakaladı. “Ses! Bir ses! Benimle konuştu!” diye feryat etti. Nhumrod nefes verdi. Ah. İşte bu, bildiği bir alandı. Sesler tam da Nhumrod’un uzmanlığına giriyordu. O da her zaman sesler duyardı. “Ayağa kalk evladım,” dedi, biraz daha şefkatli bir sesle. Brutha ayağa kalktı.
Nhumrod’un daha önce de yakındığı gibi, Brutha doğru düzgün bir çömez olabilmek için fazla büyüktü. Yaklaşık on yaş daha büyük. Bana yedi yaşından küçük çocuklar verin, derdi Nhumrod her zaman. Ve Brutha bir çömez olarak ölecekti. Kurallar belirlenirken, Brutha gibi bir şey kimsenin aklına gelmemişti. Delikanlının kırmızı ablak yüzü, çömezlerin üstadına bakıyordu. “Yatağına otur Brutha,” dedi Nhumrod. Brutha hemen itaat etti. İtaatsizlik sözcüğünün anlamını bile bilmezdi. Ve bu, anlamını bilmediği bir dolu sözcükten yalnızca biriydi.
Nhumrod onun yanına oturdu. “Şimdi, Brutha,” dedi, “doğruyu söylemeyen insanlara ne olur biliyorsun, değil mi?” Brutha kızararak başını salladı. “Pekâlâ. Şimdi bana duyduğun seslerden bahset.” Brutha cübbesinin ucunu kıvırdı. “Tek bir ses gibiydi, üstat,” dedi. “…tek bir ses gibi…” dedi Nhumrod Birader. “Peki bu ses sana ne dedi? Hmm?” Brutha duraksadı. Şimdi düşününce, aslında ses pek bir şey söylememişti. Yalnızca konuşmuştu. Nhumrod Birader’le konuşmak da zordu; adamın, gözlerini kısarak, konuşanın dudaklarına bakmak ve söylenenlerin son birkaç kelimesini neredeyse söylendiği anda tekrarlamak gibi sinir bozucu bir alışkanlığı vardı. Bir de, tutunmazsa evrenin kaybolacağından korkarmış gibi, devamlı bir şeylere dokunurdu; duvarlara, mobilyalara, insanlara… Ayrıca o kadar çok tiki vardı ki, sıraya girmeleri gerekiyordu.
Kısacası Manastır’da elli sene hayatta kalmayı başarmış biri olarak Nhumrod Birader tamamen normaldi. “Şey…” diye başladı Brutha. Nhumrod Birader sıska elini kaldırdı. Elindeki açık mavi damarlar görülebiliyordu. “Ruhani insanların işittiği yalnızca iki tür ses olduğunu da biliyorsundur eminim,” dedi çömezlerin üstadı. Tek kaşı seğirmeye başladı. “Evet üstat. Murduck Birader bize anlatmıştı,” dedi Brutha uysallıkla. “…bize anlatmıştı. Evet. Bazen, sonsuz bilgeliğiyle uygun gördüğü zaman, Tanrı, seçtiği bir kişiyle konuşur ve o kişi büyük bir peygamber olur,” dedi Nhumrod. “Şimdi, senin de kendini o kişilerden biri saymadığına eminim? Hmm?” “Hayır üstat.” “…üstat. Ama başka sesler de vardır,” dedi Nhumrod Birader, sesi şimdi hafifçe titreyerek, “baştan çıkarıcı, tatlı dilli, ikna edici sesler. Değil mi?
Her zaman, bizi hazırlıksız yakalamak için bekleyen sesler?” Brutha rahatladı. Bu tanıdık bir konuydu. O türden sesleri bütün çömezler bilirdi. Fakat o sesler normalde oldukça dolaysız konuşurdu; örneğin geceleyin yapılan faaliyetlerinin nasıl da tatminkâr anlar yaşattığı ya da genel olarak tüm kızların ne kadar da çekici olduğu gibi konulardan bahsederlerdi. Ve bu, mesele sesler olduğunda, çömezlerin gerçekten de tam anlamıyla çömez olduğunu gösteriyordu; zira onlarla karşılaştırıldığında Nhumrod Birader’in işittiği sesler, eksiksiz bir oratoryoydu. Bazı cüretli çömezler, Nhumrod Birader’i sesler hakkında konuşturmaktan hoşlanırdı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKüçük Tanrılar
- Sayfa Sayısı392
- YazarTerry Pratchett
- ISBN9786052349243
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sıradışı Basit ~ Marie-Aude Murail
Sıradışı Basit
Marie-Aude Murail
“Basit” bir karmaşanın içinde… Barnabé Maluri, namı diğer Basit’in geleceği ve bugünü isminin aksine fazlasıyla karmaşık. Büyükler için fazla küçük, hayat için yeterince büyük...
- Emma ~ Jane Austen
Emma
Jane Austen
Jane Austen (1775-1817): İngiliz edebiyatının kült romancılarındandır. Eserlerinde güçlü kadın karakterleri başkahramanlar olarak yer aldı. Bütün romanları sinemaya uyarlanan Jane Austen, özellikle aile değerleri...
- Sahilde ~ Ian McEwan
Sahilde
Ian McEwan
“Sahilde” 1962 yılı. Dorset kıyılarına balayına gelmiş iki genç: Florence ve Edward. Biri seçkin bir aileden bir müzisyen; diğeri daha mütevazı bir aileden, tarih...