DiskDünya serisinin Türkiye’deki okurları için yeni bir perde açılıyor!
Kült yazar Sör Terry Pratchett’ın kaleme aldığı DiskDünya serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Hanımlar ve Beyler, Delidolu Yayınları etiketiyle yayımlandı.
Dünya çapında 85 milyonun üzerinde satan “DiskDünya” serisinin 14’üncü kitabı Hanımlar ve Beyler, “Cadılar” alt dizisinin de 4’üncü kitabı.
Shakespeare’in eserlerine bolca atıfta bulunan Hanımlar ve Beyler, Lancre Krallığı’nın üç ünlü cadısının elflerle mücadelesini konu ediniyor.
Lancre Krallığı’nda üç cadı yaşar: Biri uzun boylu, aksi ve koca burunludur; diğeri tek dişi kalmış yuvarlak ve rahat bir yastık gibidir; sonuncusuysa genç, duygusal ve oldukça… eh, duygusaldır. Ve şimdi, bu duygusal cadının düğününün arifesinde, fazlasıyla haşin olaylar gerçekleşmek üzere; zira düğün listesinde, davetsiz misafirler var: elfler. Fakat bu elfler, gerçek elfler. Uzun kulaklı, güzel güzel göz süzen, çekici varlıklar değil; kötücül, manipülatif, tahakkümsever… Ve onlarla mücadele etmek için, zihninizin açık olması şart!
Başta Bir Yaz Gecesi Rüyası olmak üzere Shakespeare’in ölümsüz eserlerine bolca atıfta bulunarak teatral ve epik bir macera sunan Hanımlar ve Beyler, Terry Pratchett’ın mizahtan beslenen komik anlatımıyla yoluna kaldığı yerden devam ediyor.
Niran Elçi’nin pürüzsüz Türkçesi ve Delidolu’nun özenli baskısıyla Türkiye’deki okurlarının karşısına ilk kez çıkan Hanımlar ve Beyler, bu amansız serüvende yepyeni bir perde açıyor.
“Ölmeyen şey yaşayamaz. Yaşamayan şey değişemez. Ve değişemeyen şey, öğrenemez…”
“Komedi, romantizm, merak, aksiyon ve hatta dehşet!.. Hanımlar ve Beyler, DiskDünya’nın en ‘soylu’ kitaplarından biri…”
Şimdi, okumaya devam edin… Her şey ne zaman başlar? Aslında pek az sayıda başlangıç vardır. Ah, evet, bazı şeyler başlangıçmış gibi görünür. Perde kalkar, ilk piyon oynatılır, ilk atış yapılır…* ama bunların hiçbiri başlangıç değildir. Oyun, maç ya da savaş, binlerce sene önceye dayanan bir olaylar şeridindeki küçük bir pencere olabilir. Mesele şudur ki, her zaman her şeyin bir öncesi vardır. Mesele her zaman bir ‘Şimdi, Okumaya Devam Edin’ meselesidir. İnsanlar, nihai başlangıcı bulmak için çok çaba harcamıştır. Şu andaki bilgimiz şu şekilde özetlenebilir: Başlangıçta hiçlik vardı ve patladı. Başlangıç hakkındaki diğer teoriler, evreni tanrıların, üstelik de babalarının kaburgalarından, bağırsaklarından ve testislerinden yarattıklarını anlatır.** Bu tür teorilerden çok vardır. İlginçlerdir ama kozmoloji hakkında söyledikleri şeyler yüzünden değil; insanlar hakkında söyledikleri şeyler yüzünden. Hey çocuklar, sizce sizin yaşadığınız kasaba hangi organdan doğdu?
Ama bu hikâye Diskdünya’da başlıyor; uzayda yolculuk eden devasa bir kaplumbağanın kabuğunda duran dört dev filin sırtında taşıdığı ve kimsenin organlarından yapılmamış bir dünyada. Fakat ne zamandan başlamak gerek? Binlerce sene öncesinden mi? Kocaman bir kızgın taş yağmurunun çığlıklar saçarak gökyüzünden düştüğü, Bakırtepe Dağı’nda bir çukur açtığı ve on beş kilometrelik alandaki tüm ormanı dümdüz ettiği zamandan mı?
Cüceler o taşları kazıp çıkardı, çünkü bir tür demirden yapılmışlardı. Genel kanının aksine cüceler, demiri altından daha fazla severler. Tek sorun, demirin miktarı altından daha fazla da olsa, demir hakkında şarkılar söylemek zordur. Yoksa cüceler demire âşıktır. Ve o taşlarla birlikte gelen de buydu: demir aşkı. O kadar güçlü bir aşktı ki, tüm demirleri kendine çekiyordu. Bu taşları ilk defa keşfeden üç cüce, kendilerini ancak, zincir zırh pantolonlarını çıkararak kurtarabildi. Pek çok dünyanın çekirdeğinde demir vardır. Ama Diskdünya, bir pide kadar çekirdeksizdir. Disk yüzeyindeyken bir iğneye sihir yaparsanız, iğne Merkez’i gösterir, çünkü sihir alanının en güçlü olduğu yer orasıdır. Bu kadar basittir. Kıt hayal gücüyle tasarlanmış başka dünyalarda ise iğne, demir aşkına doğru döner. Eskiden, cüceler ve insanlar, demir aşkına feci şekilde ihtiyaç duyuyordu… Ve şimdi, zamanı binlerce sene sonrasına saralım; her daim ilerlemekte olan şimdiden yaklaşık elli sene öncesine, bir yamaca bakalım. Genç bir kadın koşuyor. Bir şeyden kaçmıyor, tam olarak değil.
Tam olarak bir şeye doğru koştuğu da söylenemez. Sırf genç bir adamın hemen önünde kalabilmek için koşuyor ama elbette çok da uzaklaşmıyor, çünkü çok uzaklaşırsa genç adam pes edip kovalamaktan vazgeçebilir. Ağaçların arasından çıkıp otlarla kaplı bir vadiye iniyorlar. Orada, küçük bir tepenin üzerinde, taşlar var. Aşağı yukarı bir insan boyundaki taşlar, tıknaz bir adamdan biraz daha kalın. Ve bir şekilde, dikkate değmezmiş gibi görünüyorlar. Normalde hayal gücü, eğer bir taş halkası varsa ona sakın yaklaşma, der; hele de halka, devasa ve kasvetli trilitlerden oluşmuşsa ve ortasında da kurbanların kanıyla yıkanmış, karanlık anılarla haykıran kadim sunak taşları varsa.
Bu sıkıcı, güdük yumrulardan ise bahsetmez. Birazdan, genç kadının fazla hızlı koştuğu ortaya çıkacak ve kahkahalar atarak kovalayan genç adam onu kaybedip bıkacak; sonunda da tek başına kasabaya dönecek. Ama bu noktada genç kadın bunu bilmiyor, saçlarına taktığı çiçekleri düzelterek dalgın dalgın dikiliyor. O türden bir akşam bu. Genç kadın taşlardan haberdar. Normalde kimse size taşları anlatmaz. Ve kimse size, oraya gitmemenizi söylemez. Çünkü taşlardan bahsetmekten kaçınanlar, yasakların cazibesini de bilir. İnsanlar taşlara… gitmez işte. Özellikle de cici kızlar. Ama burada, karşımızdaki kadın, herkesin anladığı şekliyle bir cici kız değil. Her şeyden önce, güzel değil. Onu gören çok iyi niyetli bir yalancı, rüzgâr arkadan vururken ve doğru ışık altındayken, çenesinin şekline ve burnunun kemerine bakarak “düzgün” diye nitelendirebilir onu. Fakat gözlerindeki ışıltı,genç kadının, çevrelerindeki çoğu insandan daha zeki olduğunu keşfetmiş ama yapacağı en zekice şeyin diğerlerinin bunu anlamasına asla izin vermemek olduğunu henüz kavrayamamış biri olduğunu gösteriyor; burunla birlikte, ona son derece huzursuz edici ve keskin bir ifade veriyor.
Konuşabileceğiniz bir yüz değil bu. Ağzınızı açtığınız an delici bakışların hedefi olursunuz ve o bakışlar size şöyle der: Söyleyeceğin şey umarım ilginçtir. Şimdi, küçük tepenin üzerindeki sekiz taş da aynı delici bakışlara maruz kalıyor. Hmm. Genç kadın ihtiyatla yaklaşıyor. Kaçmaya hazır bir tavşanın ihtiyatı değil bu. Daha çok, bir avcının hareketlerine benziyor. Ellerini kalçasına dayıyor… sanki kalçası varmış gibi. Sıcak yaz göğünde bir tarlakuşu uçuyor. Bunun dışında ortalık sessiz. Küçük vadide ve yamaçların yükseklerinde çekirgeler cızırdıyor, arılar vızıldıyor; çimenler minicik seslerle capcanlı. Ama taşların etrafı her zaman suskun. “Buradayım,” diyor genç kadın. “Göster bana.” Halkanın içinde siyah saçlı, kırmızı elbiseli bir kadın beliriyor. Halkayı oluşturan taşlar birbirlerinden ancak bir taş atımı kadar uzak; ama bir şekilde kırmızılı kadın, çok uzaklardan gelmiş gibi görünüyor. Başkası olsa o noktada kaçardı. Ama genç kadın kaçmıyor ve bu, halkanın içindeki kadının ilgisini çekiyor.
“Demek gerçeksin…”
“Elbette. Adın nedir kızım?”
“Esmerelda.”
“Ne istiyorsun peki?”
“Hiçbir şey istemiyorum.”
“Herkes bir şey ister. Yoksa neden buraya gelesin?”
“Yalnızca gerçek olup olmadığını görmek istedim.”
“Senin için, kesinlikle gerçeğim… Keskin gözlerin var.”
Genç kadın başını sallıyor. Kibri o kadar sağlam ki, taş atsanız geri seker.
“Bunu öğrendiğine göre,” diyor halkanın içindeki kadın,
“söyle, ne istiyorsun?”
“Hiçbir şey.”
“Gerçekten mi? Geçen hafta, Bakırtepe’den daha yüksek dağlara gidip trollerle konuştun. Onlardan ne istiyordun?”
Genç kadın, başını yana eğiyor.
“Bunu nereden biliyorsun?”
“Zihninin en tepesinde duruyor kızım. Herkes görebilir.
Gözleri… keskin olan herkes.”
“Bunu bir gün ben de yapabileceğim,” diyor genç kadın, kendini beğenmişlikle.
“Kim bilir, belki. Trollerden ne istedin?”
“Ben… onlarla konuşmak istedim. Zamanın geri geri aktığını
düşündüklerini biliyor muydun? Dediklerine göre, geçmişi görebildiğin için… ve…”
Halkanın içindeki kadın kahkaha atıyor.
“Onlar aptal cücelerden farksız! Çakıl taşlarından başka hiçbir şeyle ilgilenmezler. Çakıl taşlarının ilginç bir tarafı yok.”
Genç kadın, çakılların da pekâlâ ilginç olabileceğini söylermiş gibi, tek omzunu silkiyor.
“Neden o taşların arasından çıkamıyorsun?” diye soruyor.
Ama sonra, bunun yanlış soru olduğu izlenimini ediniyor.
Kadın dikkatle, soruyu duymazdan geliyor.
12
“Çakıllardan çok daha fazlasını bulma konusunda sana yardımcı olabilirim,” diyor. “Halkanın içinden çıkamıyorsun, değil mi?” “Bırak da sana istediklerini vereyim.” “Ben istediğim her yere gidebilirim ama sen halkanın içinde kapana kısılmışsın,” diyor genç kadın. “Ya? Gerçekten mi?” “Cadı olduğumda, istediğim her yere gidebileceğim.” “Ama sen asla cadı olamayacaksın.” “Ne?” “Söz dinlemediğini söylüyorlar. Öfkene hâkim olamadığını söylüyorlar. Disiplinsiz olduğunu söylüyorlar.” Genç kadın, saçlarını arkaya atıyor. “Ah, bunu da biliyorsun, öyle mi? Eh, söylerler elbette. Ama onlar ne derse desin, ben cadı olmaya kararlıyım. Kendi kendime de öğrenebilirim. Hayatı yaşamayı bilmeyen kaçık yaşlı hanımları dinlemem zaten gerekmiyor. Üstelik… gelmiş geçmiş en iyi cadı olacağım.”
“Benim yardımımla, olabileceğine inanıyorum,” diyor halkanın içindeki kadın. “Senin delikanlı seni arıyor sanırım,” diye ekliyor sakin sakin. Genç kadın, aynı tek omuz hareketiyle karşılık veriyor, delikanlının isterse bütün gün arayabileceğini anlatırcasına. “Olabilirim, değil mi?” diyor. “Harika bir cadı olabilirsin. Her şey olabilirsin. Ne istersen. Halkanın içine gir. Bırak, sana göstereyim.” Genç kadın birkaç adım atıyor ama sonra duraksıyor. Halka kadınının ses tonunda bir şey var… Gülümsemesi hoş ve dostça fakat sesi fazla çaresiz, fazla telaşlı, fazla aç. “Gerek yok. Ben buradayken de çok şey öğre…”
“Hemen taşların arasından geç!”
Genç kadın yine duraksıyor.
“Bana bir şey yapmayacağını nere…”
“Halka zamanı sona ermek üzere! Burada neler öğrenebileceğini bir düşün! Hemen!”
“Ama…”
“Geç diyorum!”
Ama bütün bunlar, uzun zaman önceydi. Geçmişte.* Dahası, o ukala genç kadın… …yaşlandı. Bir buz diyarı… Kış değil; çünkü kış demek, ortada bir de güz olduğunu, hatta belki bir gün baharın bile gelebileceğini varsaymak demektir. Burası yalnızca bir buz zamanı değil, bir buz diyarıydı. At sırtındaki üç şekil, karla kaplı yamaçtan aşağı, sekiz taştan oluşan halkaya bakıyordu. Bu taraftan bakınca taşlar çok daha büyük görünüyordu.
Atlıları bir süre izledikten sonra onlarda bir tuhaflık fark ediyordunuz… giysilerindeki tuhaflıktan da fazlasını yani. Atların buz gibi havada asılı kalan sıcak nefeslerinin buğusunu görebiliyordunuz ama binicilerin nefesini göremiyordunuz. “Bu sefer,” dedi ortadaki şekil, yani kırmızılı bir kadın, “yenilgi olmayacak. Diyar bize kucak açacak. Diyar artık insanlardan nefret ediyor olmalı.” “Ama cadılar vardı,” dedi diğerlerinden biri. “Hatırlıyorum.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHanımlar ve Beyler
- Sayfa Sayısı383
- YazarTerry Pratchett
- ISBN9786052349243
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İyimser Babanın Kızı ~ Eudora Welty
İyimser Babanın Kızı
Eudora Welty
Ama insanın sevdiklerinden uzun yaşamasının sebep olduğu suçluluk hissini taşıması gerektiğine de inanıyordu. Onlardan uzun yaşamak onlara haksızlık etmek gibiydi. Ölüm fantezileri, yaşam fantezilerinden...
- Arturo’nun Adası ~ Elsa Morante
Arturo’nun Adası
Elsa Morante
“Bunca zaman uzaktan bakınca o günlerde tuhaf bir biçimde yüreğime oturmaya başlayan duyguları anlamaya çalışıyorum şimdi; içimde düzensizce birbirine karışan duyguların, hiçbir düşüncenin aydınlatmadığı...
- Ömrüm Senindir ~ Nora Roberts
Ömrüm Senindir
Nora Roberts
New York Times çok satan yazarı Nora Roberts, sizi Connecticut’ın en gözde evlilik planlama şirketi Vows’un kurucuları Parker, Emma, Laurel ve Mac’le son bir...