DiskDünya serisinin Türkiye’deki okurları için ilklerin heyecanı sürüyor!
Kült yazar Sör Terry Pratchett’ın kaleme aldığı DiskDünya serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Asayiş Berkamal, Delidolu Yayınları etiketiyle yayımlandı.
Dünya çapında 85 milyonun üzerinde satan “DiskDünya” serisinin on beşinci kitabı Asayiş Berkamal, “Bekçiler” alt dizisinin de ikinci kitabı.
Unutulmaz dedektif öykülerini aratmayan kurgusuyla dikkat çeken Asayiş Berkamal, lağım kanallarından yüksek kulelere uzanan sürükleyici bir kara polisiye!
Bekçi teşkilatının yüzbaşısı Sam Vimes, evlenip emekli olmak üzere. Ancak, DiskDünya’nın en büyük, en kozmopolit şehri Ankh-Morpork’un sokakları yine (evet, hiç şaşırmadınız!) tehdit altında. Biri ya da birileri, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir yolla, seri cinayetler işlemeye başlıyor. Kimlik belirsiz, polisler çaresiz… Fakat kahramanlar, en olmadık anlarda ortaya çıkar. Şimdi de şehrin küllerinden doğup yükselen yeni biri var: Havuç. Teşkilatın en dürüst, en mert, en “düz” onbaşısı Havuç, acemi bekçileriyle birlikte bu karanlık olayların üstesinden gelebilecek mi?..
Birçok dedektiflik filmine ve kitabına atıfta bulunarak nefes kesici bir polisiye roman parodisi sunan Asayiş Berkamal, Terry Pratchett’ın absürt mizah anlayışından beslenen komik anlatımıyla, yoluna kaldığı yerden devam ediyor.
Niran Elçi’nin pürüzsüz Türkçesi ve Delidolu’nun özenli baskısıyla Türkiye’deki okurlarının karşısına ilk kez çıkan Asayiş Berkamal, kontrolsüz gücün güç olmadığına vurgu yaparak DiskDünya evreninde yepyeni bir perde açıyor.
“Polis sözcüğünün nereden geldiğini biliyor musun? Şehir anlamına gelen, eski bir sözcüktür. Biz, şehrin memurlarıyız.”
“Enfes. Yalnızca Terry Pratchett’ın yazabileceği şekilde, absürtlük derecesinde mantıklı.”
Anne McCaffrey
Ankh-Morpork Şehir Muhafızları (Gece Bekçileri) Teşkilatı’ndan Onbaşı Havuç, gecelik entarisi içinde oturdu, kurşunkalemini aldı, ucunu şöyle bir emdi ve sonra yazmaya başladı:
“Sevgili Annecim ve Babacım, Eh, bu sefer Turnayı gözünden vurdum çünkü, beni Onbaşı yaptılar!! Artık ayda Beş Dolar daha fazla alacağım artı yeni bir yeleğim oldu, üstelik ikişeritli. Bir de yeni bir bakır rozet! Bu Büyük bir sorumluluk!! Sebebini sorarsanız yeni bekçiler alındı çünkü, Ataerk ki daha önce anlattığım gibi şehrin hükümdarıdır, Teşkilatın, Şehrin etnik renklerini yansıtması gerektiğini kabul etti…”
Havuç bir an durdu ve yatak odasının küçük, tozlu penceresinden dışarı, nehrin üzerine yayılan akşam ışığına baktı. Sonra yine kâğıdın üzerine eğildi. “…ki ben bunu Çok İyi anlamıyorum ama galiba, cüce Kazankap Gümbüryel’in Kozmetik Boya Fabrikasıyla bir alakası var. Bir de Yüzbaşı Vimes ki mektuplarımda size, sık sık ondan bahsetmiştim, Evlenip teşkilattan ayrılacak ve Asil bir Beyfendi olacak ve elbette ona Eniyi Dileklerimizi sunuyoruz çünkü Bildiğim Her Şeyi bana o öğretti ama kendi kendime öğrendiğim kısımlar, hariç. Ona Süpriz Bir Hediye almak için para topladık ve ben de dedim ki, ona şu cinsiz çalışan saatlerden alalım ve içine de ‘Eski Dostların, Gece Bekçilerinden Gecegündüz Kullanman İçin’ yazalım dedim, buna Espiri diyorlar, yani şakacı laflar. Yeni Yüzbaşı kim olacak bilmiyorum, Çavuş Colon diyor ki onu Yüzbaşı yaparlarsa istifa edermiş ve, Onbaşı Nobbs ise…”
Havuç yine pencereden dışarı baktı. Geniş, dürüst alnını kırıştırarak Onbaşı Nobbs hakkında söyleyecek olumlu bir şey düşünmeye çalıştı. “…şimdiki Rölüne daha uygun ve ben de teşkilata daha yeni girdim sayılır. Bu yüzden Bekleyip Göreceğiz…” Pek çok şey gibi bu da bir ölümle başladı. Ve bir cenaze töreniyle. Bir bahar sabahıydı; yere çökmüş sis tabakası o kadar yoğundu ki mezar için açılan çukura akıyordu. Tabut, bu sis bulutunun içine indirildi.
Çukurdan çıkarılan toprak yığınının üzerine oturmuş küçük, grimsi bir sokak köpeği duygusuzca töreni izliyordu. O kadar çok sayıda köpek hastalığı taşıyordu ki tozdan bir haleyle çevriliydi. Yaşlı kadın akrabalar ağladı. Ama Edward O’lüm hiç ağlamadı. Bunun üç sebebi vardı. O en büyük oğuldu, Otuz Yedinci Lord O’lüm’dü ve bir O’lüm’ün ağlaması, Olur Şey Değildi. Sonra, Edward bir suikastçıydı yeni mezun olmuştu, diplomasının mürekkebi bile daha kurumamıştı– ve suikastçılar, ölüm karşısında ağlamazdı; zira aksi hâlde, ağlamadan duramazlardı. Ve Edward, öfkeliydi. Aslında, öfkeden köpürüyordu. Bu fakir cenaze törenini düzenlemek için borç almak zorunda kalmıştı ve bu yüzden öfkeden köpürüyordu.
Hava durumu yüzünden öfkeden köpürüyordu. Bu mezarlığın sıradanlığı yüzünden öfkeden köpürüyordu. Böyle bir durumda bile şehrin arka plan gürültüsünün hiç dinmemesi yüzünden öfkeden köpürüyordu. Tarihe karşı öfkeden köpürüyordu. Bu şekilde olmamalıydı. Bu şekilde olmuş olmamalıydı. Nehrin karşı yakasındaki devasa Saray’a baktı ve öfkesi burgu gibi burularak bir lense dönüştü. Edward, Suikastçılar Loncası’na gönderilmişti. Sosyal sınıfları, zekâlarından daha yüksek olanlar için en iyi okul orasıydı. Soytarılık eğitimi almış olsa hicvi icat ederdi ve Ataerk hakkında tehlikeli espriler patlatırdı.
Hırsızlık eğitimi almış olsa* Saray’a girerdi ve Ataerk’ten çok değerli bir şey çalardı. Ama o, suikastçılık eğitimi almıştı… O akşam O’lüm, mülklerinden kalan her şeyi satıp savdı ve yeniden lonca okuluna yazıldı. Lisansüstü eğitimi için. Ve lonca tarihinde bir ilki gerçekleştirerek, tam notla mezun oldu. Üstleri bile onu, “dikkatle izlenmesi gereken biri” olarak tarif ediyordu. Tercihen, çok uzaktan… Edward’da, suikastçıları bile huzursuz eden bir şeyler var Mezarlıkta, mezarcı, baba O’lüm’ün ebedi istirahatgâhına toprak doldurmaya devam ediyordu. Adam, kafasının içinde düşünceler olduğunu fark etti. Şöyle ilerliyorlardı: Bu tarafa bir parça kemik atma olasılığın var mı? Yok yok, bu yakışıksız oldu. Hiç söylemedim farz et. Ama senin şu zamazingonda, şu sefertası şeysinde, çok güzel, biftekli sandviçler var. Neden bi’ tanesini şu küçük, tatlı köpeciğe vermiyorsun? Adam küreğine yaslandı ve çevresine bakındı. Küçük, gri sokak köpeği dikkatle onu izliyordu. “Hav?” dedi köpek.
Aradığı şeyi bulması beş ay sürdü Edward’ın. Ne aradığını bilmediği için, hatta aradığı şeyin ne olduğunu onu ancak bulduğunda anlayacağını bildiği için, arayışı sürekli baltalandı. Edward kadere çok inanırdı. Bu tür insanlar böyledir. Lonca kütüphanesi, şehirdeki en büyük kütüphanelerden biriydi; belli bazı konularda ise en büyüğüydü. Ve o belli konular, insan hayatının üzücü kısalığı ve onu daha da kısaltacak yollarla ilgiliydi genellikle. Edward o kütüphanede çok zaman geçiriyordu; çoğunlukla bir merdivenin tepesinde ya da tozların içinde.
Silahlar hakkında, bilinen her eseri okumuştu. Ne aradığını bilmiyordu. Ama aradığını, arbalet balistiği hakkında yazılmış son derece sıkıcı ve yanlış bir tezin sayfalarının kenarındaki bir notta buldu. Notu dikkatle kopyaladı. Edward tarih kitapları arasında da epey zaman geçirdi. Suikastçılar Loncası, şecereli beyefendilerden oluşan bir topluluktu ve o tür insanlar, kayıtlı tarihi, bir tür envanter defteri olarak kullanırdı. Lonca kütüphanesinde, çok sayıda kitabın yanı sıra koskoca bir de kral ve kraliçe portreleri galerisi* vardı. Edward O’lüm, onların aristokrat suratlarını kendi suratından daha iyi tanıyordu, çünkü öğle aralarını hep orada geçiriyordu. Çok daha sonraları, Edward’ın tam da bu aşamada kötü etkiler altına girdiği söylendi.
Ama Edward O’lüm’ün hayatının sırrı şuydu ki, o hiçbir zaman hiçbir dış etki altına girmemişti; tabii bütün o ölü kralları saymazsanız. O yalnızca, kendi etkisi altına girmişti. İnsanlar bunu yanlış anlıyor işte. İşin biyolojik yanı ayrı tutulursa, bireyler, insan ırkının, aidatlarını düzenli olarak ödeyen doğal üyeleri değildir. Brown hareketi yoluyla toplumun içinde oradan oraya sekmeleri ve bu mekanizma aracılığıyla birbirlerine sürekli… eh… insan olduklarını hatırlatmaları gerekir. Edward’ın farkı, onun gibi insanlarda sık sık karşılaşıldığı gibi, toplum içindeki insanlara çarparken, aynı zamanda döne döne kendi içine doğru da düşmesiydi. Herhangi bir planı yoktu.
Saldırı altında olduğunu hisseden insanların hep yaptığı gibi, savunması kolay bir pozisyona çekilmişti; yani geçmişe saklanmıştı. Ama bir gün öyle bir şey oldu ki, akvaryumunda pleziyozor gören bir tarihöncesi kertenkele araştırmacısı gibi etkilendi. Sıcak bir akşamdı. Bütün gününü merhum bir ihtişamın içinde geçirdikten sonra, gözlerini kırpıştıra kırpıştıra gün ışığına çıkmıştı ve uzak geçmişten bir simanın, dostane bir tavırla sağa sola selam vererek oradan geçmekte olduğunu görmüştü. Edward kendini tutamamıştı. “Hey, sen!” demişti. “Sen k-imsin?”
Geçmiş, “Onbaşı Havuç,” demişti. “Gece Bekçileri’nden. Siz, Bay O’lüm’sünüz, değil mi? Size nasıl yardımcı olabilirim?” “Ne? H-ayır! Olamazsın! Hayır. Sen işine b-ak.” Geçmiş başını sallamış, ona gülümsemiş ve geleceğe doğru yoluna devam etmişti… Havuç duvara bakmayı bıraktı. “Üç dolara bir ikonograf kutusu aldım içinde, cinler olan bir şey. Kutuyu bir şeylere doğru tutuyorsun ve, resmini çiziyor, bugünlerde Çokmoda. Odamın ve teşkilattaki arkadaşlarımın resimlerini ekliyorum. Komikli El Hareketi yapanın adı Nobby, Yontulmamış Bir Elmas gibidir ve içten içe iyi, adamdır.” Yine durdu. Havuç haftada bir eve mektup yazardı. Cücelerin âdeti sayılırdı bu.
Havuç’un boyu iki metreydi ama bir cüce olarak büyütülmüştü; yoluna sonradan bir insan olarak devam etmişti. Yazı sanatı onun için kolay iş değildi. Ama azmediyordu. “Hava,” diye yazdı çok yavaşça ve dikkatle, “hâlâ Çok Sıcak…” Edward gözlerine inanamamıştı. Kayıtları kontrol etmişti. Bir daha kontrol etmişti. Sorular sormuştu ve sorduğu sorular yeterince masum olduğundan insanlar da yanıt vermişti. Ve sonunda, Koçbaşı Dağları’na doğru bir tatile çıkmıştı, oradaki dikkatli soruşturmaları onu Bakırtepe civarındaki cüce madenlerine götürmüştü ve oradan da bir kayın ormanındaki sıradan bir çimenliğe varmıştı. Birkaç dakika boyunca sabırla kazdıktan sonra, gerçekten de kömür kalıntıları ortaya çıkmıştı.
Tüm gününü orada geçirmişti. Gün batarken ve kazdığı yeri çürümüş yapraklarla dikkatle örtüp işini bitirirken, artık tamamen emindi. Ankh-Morpork’un yine bir kralı vardı. Ve bu doğruydu. Edward’ın tam da plan yaparken bunu fark etmiş olması kaderdi. Ve kader olması da doğruydu; çünkü şehrin görkemli geçmişi, onu bayağı bugününden kurtaracaktı. Edward’ın bir amacı vardı ve o amaca ulaşmanın yolunu bulmuştu. Vesaire, vesaire…
Edward’ın düşünceleri genelde bu minvalde giderdi. Edward, italik düşünebilirdi. Bu tür insanları dikkatle izlemek gerekir. Tercihen, güvenli bir mesafeden. “Gönderdiğiniz son mektupta birilerinin, gelip beni soruşturduğunu yazmışsınız, bu Harika, buraya geleli Beş Dakika olmadı ve şimdiden Şöhhret oldum demek ki. Maden Kuyusu No. 7’yi açtığınızı duyduğuma sevindim. Burada çok mutlu olsam da, Memlekette geçirdiğim Güzel Günleri özlediğimi Söyleyebilirim size. Bazen, İzin günümde gidip Kilerde, oturuyorum ve kafama balta sapıyla vuruyorum ama, his Aynı Olmuyor elbette. Bu mektubun sizi afiyette bulduğunu umuyorum, Saygılarımla, Sizi seven oğlunuz, evlatlık, Havuç.”
Mektubu katladı, ikonografları arasına sıkıştırdı, erimiş mum damlatıp başparmağıyla mühürledi ve mektubu pantolonunun cebine koydu. Ankh-Morpork’la Koçbaşı Dağları arasındaki cüce postası oldukça güvenilirdi. Çalışmak için, gittikçe daha fazla sayıda cüce şehre geliyordu ve cüceler çok vicdanlı bir ırk olduklarından, çoğu, memlekete para gönderiyordu. Bu yüzden cüce postası, olabilecek en güvenli hizmetti, çünkü titizlikle korunuyordu. (Cüceler altını çok sever. Bir cüce grubuna yaklaşıp “ya paranızı ya canınızı” diyen bir haydut, yanında bir katlanır sandalye, yeterli miktarda azık ve okuyacak bir kitap falan getirse çok iyi olur, çünkü bu tehdidin başlattığı tartışma ve karar, çok uzun sürebilir.) Havuç yüzünü yıkadı, deri gömleğini, pantolonunu ve zincir zırhını giydi, göğüs plakasının tokalarını taktı, miğferini kolunun altına aldı ve gelecekte onu bekleyen şey her ne ise onunla yüzleşmeye hazır ve nazır, neşeyle dışarı çıktı.
Burası, başka bir yerdeki başka bir odaydı. Küçük bir yerdi. Sıvaları dökülmüştü. Tavanı, şişman bir adamın yatağının altı gibi bel vermişti. Mobilyalar yüzünden de iyice sıkış tıkış görünüyordu. Eski, güzel mobilyalardı ama bu odaya uygun değillerdi. Bunlar yüksek, yankılı salonlara aitti; oysa burada dip dibe duruyorlardı. Koyu renk meşeden sandalyeler vardı. Uzun konsollar vardı. Hatta bir tam takım zırh bile vardı. Devasa masanın etrafına oturmuş yarım düzine kadar insan odaya zar zor sığmıştı. Masa da odaya zar zor sığmıştı. Gölgelerin arasında bir saat tıkırdıyordu. Hava hâlâ epey aydınlık olsa da kalın kadife perdeler sımsıkı çekilmişti. Gerek günün sıcaklığı, gerekse büyülü fenerin mumları yüzünden, içerideki hava boğucuydu.
O anda ekrandaki tek görüntü, Onbaşı Havuç Demirdökümcüoğlu’nun, oldukça iyi çekilmiş bir profiliydi. Küçük fakat seçkin seyirci topluluğu, ev sahiplerinin keçileri kaçırdığından kuşkulanan ama yemeklerini yer yemez kalkmak da ayıp olacağından duruma tahammül eden insanların ifadesiz yüzleriyle, görüntüyü izliyordu. “Ee?” dedi bir tanesi. “Onu şehirde dolanırken görmüştüm sanırım. Ne olmuş? Bu alt tarafı bir bekçi, Edward.” “Elbette. Alt tarafı bir b-ekçi olması şart. Mütevazı bir yaşam. Kl-asik şab-lona uyuyor.” Edward O’lüm işaret verdi. Bir başka slayt, bir tıkırtı eşliğinde makineye yerleştirildi. “B-u ise, canlı modelden çizilmedi. B-u, Kral P-paragore. Eski b-ir tablodan çekildi. B-u ise…” –tık!– “…K-ral II. Veltrick. Bir b-aşka p-ortreden. B-u, Kraliçe IV. Alguinna. Çenesinin kıvrımına bakın. B-u da…” –tık!– “…b-aygın Webblethorpe’un zamanından kalma, yedi p-eni değerinde madeni p-ara. P-aranın üstündeki p-ortrenin çenesine ve genel k-kemik yapısına dikkat çekerim. Ve b-u da…” –tık!– “…b-ir çiçek vazosunun başaşağı resmi. Hezarenç-içeği sanırım. B-u… bu ne ya?” “Şey, affedersiniz Bay Edward. Birkaç slayt arttı ve cinler de yorulmamıştı ve ben de…”
“Bir sonraki slayt lütfen. Sonra ç-ıkabilirsin.”
“Peki Bay Edward.”
“Bu vardiyanın işkencecisine b-aşvur.”
“Peki Bay Edward.”
Tık!
“Bu da oldukça iyi bir… Aferin Bl-enkin. Kraliçe Coanna’nın
oldukça iyi bir büst resmi.”
“Teşekkür ederim Bay Edward.”
“G-erçi g-öğsünden ziyade yüzünü görsek, benzerlikten daha emin olabilirdik. B-u kadarı yeterli. Çıkabilirsin, Blenkin.” “Başüstüne Bay Edward.” “İşkenceciye söyle, kulaklardan biraz alıverse yeter.” “Peki Bay Edward.” Hizmetkâr kapıyı arkasından dikkatle kapattı ve başını hüzünle iki yana sallayarak mutfağa indi.
O’lüm ailesi, aile işkencecisi tutacak paradan senelerdir yoksundu. Sırf delikanlının hatırına, mutfak bıçağıyla elinden geleni yapması gerekecekti. Misafirler ev sahibinin konuşmasını bekledi ama Edward konuşmaya niyetli görünmüyordu. Gerçi Edward söz konusu olduğunda tam olarak bilmek zordu. Heyecanlandığı zaman… Tam olarak kekelemek değil de… Sanki beyni, ağzını geçici olarak durduruyormuş.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAsayiş Berkemal
- Sayfa Sayısı424
- YazarTerry Pratchett
- ISBN9786052349298
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Limon Yapraklarının Kokusu ~ Clara Sanchez
Limon Yapraklarının Kokusu
Clara Sanchez
Otuz yaşındaki Sandra, erkek arkadaşından ve işinden ayrıldıktan sonra Costa Blancadaki bir köye sığınır. Hayatına yeni bir yön vermek ister ve bunu nasıl yapacağına...
- Son Koloni ~ John Scalzi
Son Koloni
John Scalzi
John Perry şiddet dolu bir evrende nihayet huzura kavuşmuş olup insanlığın pek çok kolonisinden birinde eşi ve kızıyla beraber yaşamaktadır. Güzel bir yaşantısı olmasına...
- Tebeşir Kız (Bir Malory Romanı) ~ Carol O'Connell
Tebeşir Kız (Bir Malory Romanı)
Carol O'Connell
Mükemmel bir buluş; Gerilim, gizem ve kalpleri durduran bir karakterin ustaca birleşimi, sıkıca paketlenerek sunulmuş. New York Times, Janet Maslin Bir gün, New York...