Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yalanın Erdemi
Yalanın Erdemi

Yalanın Erdemi

Joachim Zelter

Torun Witzleben’in akıcı bir biçimde konuşmayı öğrenmesiyle hayatındaki tek yakın akrabası olan büyükannesinin gerçeklerle mutsuz, yalanlarla mutlu olduğunu öğrenmesi aynı zamana rastlar. İhtişama, aşırılığa,…

Torun Witzleben’in akıcı bir biçimde konuşmayı öğrenmesiyle hayatındaki tek yakın akrabası olan büyükannesinin gerçeklerle mutsuz, yalanlarla mutlu olduğunu öğrenmesi aynı zamana rastlar. İhtişama, aşırılığa, büyük zaferlere tutkun, heybetli evinden kentin geri kalanına tepeden bakan büyükanne, torunundan da asil soyadlarına layık olmasını istemektedir. Torun, çok geçmeden bu beklentilere cevap veremeyeceğini anlasa da umutsuzca çabalar. Küçük yaşta okuma yazma öğrendiğini iddia eder, okuma yazma bilmediği ortaya çıktığında ise kör olduğunu savunur; eğitim hayatı artık başarısızlıklarının başarı gibi sunulmasından ibarettir. Büyükanne bu sıkıcı hayattan umudunu kesmek üzeredir ki torun bir çözüm bulur: Evin bodrumuna kurduğu stüdyoda kasetlere, büyükannesinin radyodan dinlediğini zannedeceği haberler, hava durumu raporları, spor karşılaşmaları kaydedecektir.

Çağdaş Alman edebiyatının özgün seslerinden Joachim Zelter, son âna dek yalan söylemek zorunda kalan torunun öyküsüyle gerçeği kurmacaya, kurmacayı gerçeğe katarken okuru da oyuna dahil eden zeki, ironik ve son sayfasına kadar yaratıcı bir romana imza atıyor.

“Toplumsal eleştiri barındıran, komik ve grotesk bir öykü.” –NDR

*

Aaaron, Barabas, Edmund, Iago ile Richard’a

*

Eğitim Yalanları Raporu

*

Yalanlar Eğitimi Raporu

*

“Örneğin, yaşlı vampirlerin gençliklerini korumak için gençlerin kanını emdiğini okumuştum.”

Arthur Conan Doyle,

Sussex Vampiri’nin Macerası

“Zavallı bebeğin kanını emen de -hiç kuşkusuz-o kadındı.”

Arthur Conan Doyle, Sussex Vampiri’nin Macerası

“Bedenimi yiyenin, kanımı içenin sonsuz yaşamı vardır ve ben onu son günde dirilteceğim. Çünkü bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir. Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar, ben de onda.”

Aziz Yuhanna, 6: 54-56

*

[60’lık kaset]

Öğretmenimiz, “Hakikat güzeldir” diyerek saatlerdir çözmeye çalıştığı çapraz bulmacasından başını kaldırdığında biz öğrenciler öğrenci yurdundaki sınıfta toplanmış oturuyor, ona bakıyor, birbirimizi dikizliyor ya da bakışlarımızla gecenin içine dalıp gidiyorduk… Gece boyunca burada tutulacaktık çünkü bir gün önce, içi envaı çeşit sosis dolu, varil kadar devasa bir sosis kutusunun bulunduğu yurt kilerinin soyulduğu ortaya çıkmış ve sosislerden birkaçı yok olmuştu! Durumu öğretmene bildiren aşçı kadın sosislerin kaybolduğuna yemin billah ediyordu. Akşam yemeğinde hepimiz sorguya çekildik. Öğretmenimiz ısrarla şunu vurguluyordu: Mesele sosis falan değil, ilke! Ne ilkesi mi? Dürüstlük ilkesi, daha ziyade hakikat ilkesi. Öğretmenimizin diğer takıntısı samimiyetti: Hakikat ve samimiyet. Tek derdi ilkeydi, böyle diyordu. Suçlunun artık ayağa kalkıp hakikati söylemesini istiyordu. Sözkonusu tatsız bir hakikat bile olsa, malum kişinin yüzümüze gerçeği söyleyecek cesareti göstermesi için ısrar ediyordu. Gözlerini bize dikmiş, utangaç ya da şüpheli bir bakış yakalamaya çalışıyordu. Hepimiz halihazırda utangaç ve şüpheli görünüyorduk. Sonunda, “Bir açıklama bekliyorum,” diye bağırdı öğretmen. Malum kişi konuşursa ceza almayacağından emin olabilirdi. Ceza verilmeyecekti. Hakikatin ceza olduğunu söylüyordu, tıpkı tersine çevrildiğinde her cezanın hakikate giden yol olduğu gibi…

Ağzından hızla dökülen sözleri takip edemez olmuştuk.

Hakikat; sözcükle nesnenin, dille insanın, insanla insanın örtüşmesiymiş… Ağzımız dolu onu izliyorduk… Birden, yemeğin bittiğini açıkladı ve masaları toplattı. Biz yemeğin tam ortasındayken herkesin kendi tabağını mutfağa götürmesini emretti; mutfakta aşçı kadın bekliyor ve “iyi aşçı” şöhretine ters düşmeyecek bir edayla sosislerin kaybolduğuna yemin billah ediyordu.

Öğretmenimiz bizden sınıfta toplanmamızı istedi. “Oturun!” Gece boyunca burada alıkoyulacaktık. “Bir açıklama bekliyorum.” Bekliyordu… Biz de bekliyorduk… Hava kararıncaya kadar bekledik. “Ben hakikati duymadan yataklarınıza yatamayacaksınız!” Tanıklar önünde, bütün sınıfın önünde gerçeği duymak istiyordu. Yazılı bir açıklama yeterli değildi onun için. Hemen bugün gerçeği duymak istiyordu, herkesin önünde. Bir İngiliz şairden sözüm ona alıntı yaptı. Hakikat güzeldir. Bir aşağı, bir yukarı yürüyor, açıklama bekliyordu. Kimseden çıt çıkmıyordu. O bekliyordu. Biz de bekliyorduk. “Gerçek ortaya çıkmadan size yatak matak yok!” Gözü bizdeydi. Biz de birbirimizi gözetliyorduk. Ara ara kitap karıştırıyordu. Derken yine sesi yükseldi: Hakikat, her şeyin odağıymış; bilimde, eğitimde, insanın olduğu her türlü toplulukta, sanatta bile bu böyleymiş. Vazgeçilmezmiş, kaçınılmaz ve önlenemezmiş… Saat gece yarısını geçmiş, sandalye üzerinde oturacak dermanımız kalmamıştı; uykusuzluktan perişan haldeydik, gözlerimizi floresan ışığı altında dik kafalı yalancıların yüzlerine çevirmiştik… Öğretmenimiz, yalanla ve yalancıyla aynı çatı altında bulunmaya tahammül edemediğini söylüyordu. Malum kişiden artık cesaretini toplayıp elini kaldırmasını ve hakikati söylemesini istiyordu; kendisi için, diğerleri için, hakikat için… Sonra kırmızı kalemini bulmacasının satırları arasında gezdirmeye başladı yine…

Hakikat iyidir. Hakikat güzeldir. Hakikat, hakikaten hakikidir. O halde neden kimse hakikati söylemez ki? Nedir bu çekince ve tevazu? Neden şöyle arsızca kendimizi öne atmayız ki: Ben, hayır ben, hakikati biliyor ve söylemek istiyorum! Utanmadan ve ceza almadan hakikatin arkasında duruyorum! Hatta: Hakikat benim, çünkü sosisleri yiyen benim, gizlice, üstelik birini de değil, iki düzinesini, ciğer ezmesi sucuğu, Bockwurst sosisi, kan sucuğu, haşlanmış et, üstelik sadece bu kutudan değil, diğer kutulardan da yedim, dev gibi kutulardan, varillerden daha büyük kutulardan; aşçı kadın şahidimdir. Hakikat benim, size gelince, hepiniz yalancısınız çünkü sosisleri ben yedim, siz değil, ben yaptim, sizin için yaptım, hakikat için, bir an önce yataklarınıza kavuşabilmeniz için… Sosislerin hepsini sizin için yedim, oysa sosisten nefret ederim, çünkü vejetaryenim. İstemediğim halde yedim hepsini, sevmediğim halde, sadece hakikat adına… Evet, hakikat güzeldir ve ben bu güzelliği artık görmek, kendi bedenimde hissetmek istedim.

Gözlerim usulca öğretmenin gözlerini aradı. Beni fark ettiğinde elimi kaldırdım. Gülümsedi: “Evet?”

Kendi sesimi duydum: “Ben yaptım.”

Gülümsedi. Gün ağarıyordu. Gün ışırken hakikatin zaferi, nihayet. Herkes bana baktı. Küçümsercesine bakıyorlardı. Bir taraftan da rahatlamış halde esniyorlardı. Öğretmen, yemeklerde bol bol önümüze konduğu halde sosisleri neden gizlice yediğimi sorduğunda önce ne cevap vereceğimi bilemedim. Beni sıkıştırıp tekrar tekrar nedenini sordu. “Neden?” Bilmiyordum. “Neden?”

Sonunda şu yanıtı veren sesimi, duydum: “Hakikat adina yaptım.

[Ara]

Hakikat güzeldir. Güzel ve iyi. Ancak burada ortaya bir sorun çıkıyor. Hakikat kendini yıkıma uğratıyor. Çünkü her şeyin gerçek olduğunu iddia ederek karşısavın gerçekliğini de iddia etmiş oluyoruz, yani her şeyin yanlış olduğunu; böylece kendi savımızın da yanlış olduğunu iddia etmiş oluyoruz. Bunu kim mi savunmuş? Aristoteles. Ama ben bu problemi Aristoteles’ten önce, ötekiler henüz uyurken akıl etmiştim…

Hakikat güzeldir, güzel ve iyi. Örneğin öğretmenimizin karısını ele alalım: O da bir hakikatti, değişmez, gürültücü, heybetli bir hakikat; duyulmaması ve gözden kaçması olanaksız. Bu yüzden mi güzeldi yoksa? Benim notlarım tartışılmaz birer hakikatti; peki bu yüzden mi iyiydiler? Evdekilere yine de iyi notlar aldığımı anlatabildiğime göre, onlar hakikat mi oluyordu şimdi? Baş ağrılarım, kesinleşmiş bir hakikat; peki benim kafam bana neden yalan uydurmaya kalkacaktı ki? Peki, bu kafamı oyan hakikatin ne yararı vardı şimdi? Ne? Ya da: Bir sabah yatağımın kenarında cansız yatan sevgili köpeğim. Bu da bir hakikat, unutulmaz bir hakikat. Köpeğim beni neden kandıracaktı ki? Hadi Tanrı hakikattir diyelim. Bundan ötürü mü iyidir Tanrı? Otuz Yıl Savaşları yine bir hakikat, hem de hakikat adına verilmiş savaşlar… Okulda bana böyle öğrettiler. Yani bu savaş şimdi güzel ve iyi miydi? Bugüne kadar yalan adına bir savaş ilan edilmemiştir. Yalan adına kimsenin peşine düşülmemiş, kimse yalan adına işkence görmemiş, eziyete uğramamış, öldürülmemiştir…

Peki, neden hep hakikat? Neden? Neden onun yerine yalancılık değil? Neden yalan tercih edilmez? Yalan, aldatmacanın bilinçli ve kasıtlı kışkırtılmasıdır. Bunun neresi kötü? Bilmiyorum. Bazıları bildiğini sanıyor. Bir hayalin sahteliği benim gözümde hayal açısından engel oluşturmamıştır hiç bir zaman. Mesele, hayatı kolaylaştırıp kolaylaştırmadığı, yaşamı destekleyip desteklemediği, yaşamımızı geliştirip geliştirmediğidir. Yaşamı iyileştiren, budur kelimeler… Yalanlar sayesinde uzun yaşayan, çok uzun yaşayan, hatta belki ölümsüzleşen insanlar tanırım. Evet, benim yalanlarımla yaşadıkça yaşayan, tekrar tekrar yaşayan bir insan var… Tek bir hakikatten ötürü, bir doktorun ölümcül teşhisinden ötürü hayatını kaybetmiş insanları duymuşumdur hep. Hakikatin çevresi çoğu zaman ölümcül, sert, kırıcı ve insafsız bir şeyle sarılıdır. Hakikat bu yüzden büyük niyetlerle gelir, ancak kimseyi dikkate almaz. Sana şimdi doğruyu söyleyeceğim, hemen şimdi, daima ve sonsuza kadar, bütünüyle, acımasızca ve saygısızca… Böyle başlayan cümlelerin ardından pek hayırlı haberler gelmez. Yalancı ise çok daha dikkatli konuşur, ayrıca kendinin ve karşısındakinin yaşamına saygı gösterir. Dünyadaki hiçbir yalan, anne ve babası yaşayan birine, onların az önce öldüğü haberini vermeyi aklının ucundan bile geçirmez. Oysa hakikat her gün bu tür haberler yayar. Yaşamın hâlâ sürdüğü yerlerde bile ölümden öylesi bir hararetle söz eder ki… Neden söz ettiğimin bilincindeyim. İman, dağları yerinden oynatır derler – yalan da öyle. Hakikat, dağları yaratır ya da devirir. Komşular hakkımda, “Bizi kandırdığı için değil, ona artık inanamayacağımız için sarsıldık,” demişti. Neden söz ettiğimin bilincindeyim. Dünyayı sahteleştirmemiş ve uydurduklarımla yoluna koymamış olsaydım, sevdiğim ve yaşamayı seven insanlar çoktan ölüp gitmiş olacaktı. Yarattığım yanılsama ve hayal dünyasıyla sarılıp örtülmeleri sayesinde yüzlerine bir gülümseme yerleşebildi. Güzel hayaller ağı olmasaydı, onlarla onlar için ördüğüm hayal ağı olmasıydı, o sevgili insanlar çoktan sessiz sedasız bu dünyayı terk etmiş olacaktı. Onları hakikatten uzaklaştırdığım ölçüde mutlu, güzel ve iyi bir yaşam sürdüler. Yalandan vazgeçmek, yaşamdan vazgeçmek anlamına gelir, bu da yaşamın sonu olurdu. Yalanın…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. İşsizler Okulu ~ Joachim Zelterİşsizler Okulu

    İşsizler Okulu

    Joachim Zelter

    Yakın bir gelecekte Almanya. Bir grup yolcu kendilerini bekleyen otobüse binerek işsizlere yönelik bir tür yatılı okul olan Sphericon’a doğru yola çıkar. Otobüs, Federal...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Trenin Tam Saatiydi ~ Heinrich BöllTrenin Tam Saatiydi

    Trenin Tam Saatiydi

    Heinrich Böll

    İkinci Dünya Savaşı’nı bir piyade eri olarak yaşayıp, “Savaştan ve militarizmden daha saçma bir şey olamaz,” kararına varan Heinrich Böll’ün bu kısa romanı, 1949’da...

  2. Moby Dick ~ Herman MelvilleMoby Dick

    Moby Dick

    Herman Melville

    Denizlere açılmak isteyen genç Ismael, bir bacağını Moby Dick adını verdikleri büyük bir beyaz balinaya kaptıran balina avcısı Kaptan Ahab’ın gemisine biner. Düşmanın, yaniMoby...

  3. Mezar Kazanlar ~ William FaulknerMezar Kazanlar

    Mezar Kazanlar

    William Faulkner

    “Mezar Kazanlar” Faulkner’ın II. Dünya Savaşı sonrasında, 1949’da Nobel Ödülü’nü kazanmasından önce yayımlanan ilk romanı. Roman, bir yanıyla Faulkner’ın okurla Ağustos Işığı’nda tanıştırdığı ve...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur