Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ; Stefan Zweig’ın 1922 tarihli bu novellası, saplantılı aşk üzerine yazılmış en çarpıcı metinlerden biridir. Hayatı boyunca kendisinin farkında bile olmayan bir adamı umutsuzca sevmiş bir kadının yürek parçalayan aşk itirafıdır. Aşkının nesnesi olan kişi ise ömrü boyunca bir kez olsun söz ve eylemlerinin başkalarının hayatları üzerindeki etkisini düşünmemiştir.
Zweig bu yapıtında insanların iç âlemlerine girmek ve onları gerçekten anlamak için toplum önündeki duruş ve davranışlarından yola çıkılamayacağına da dikkat çeker. Bu son derece tahripkâr karşılıksız aşkın hikâyesi, 1948 yılında Alman yönetmen Max Ophüls’ün imzasını taşıyan unutulmaz bir Hollywood klasiğine de ilham vermiştir.
STEFAN ZWEIG (1881-1942): Viyana’da varlıklı bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Zweig, yaşamı boyunca Avrupa’nın hızlı değişimine tanıklık etti. 1934’te Nazilerin baskısı yüzünden Avusturya’dan ayrıldı. Önce İngiltere’ye, 1940’ta da Brezilya’ya göç etti. Satranç, Olağanüstü Bir Gece, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, Amok Koşucusu gibi unutulmaz novellaları ona büyük bir ün kazandırdı. Novella, öykü, deneme, biyografi ve oyun gibi farklı türlerde çok sayıda yetkin ürün verdi. Psikolojiye ve Freud’un öğretisine duyduğu ilgi onu derin karakter incelemelerine götürdü. Önemli denemeleri arasında Üç Büyük Usta (1920); Kendileriyle Savaşanlar (1925) ve Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar (1928) sayılabilir. Sabırsız Yürek (1938) adlı bir psikolojik romanı da mevcuttur. Yazara büyük ün kazandıran bir başka yapıtı İnsanlığın Yıldızının Yükseldiği Anlar’dır (1928). Zweig ayrıca Joseph Fouché, Marie Antoinette ve Mary Stuart’ın nesnellikten çok sezgiye dayanan biyografilerini yazmıştır. Avrupa’nın Hitler’e köle olduğunu görerek umutsuzluğa kapılan Zweig, 1942’de eşiyle birlikte intihar etti.
*
Tanınmış roman yazarı R. dinlenip güç tazelediği üç günlük dağ gezisinden sabahın erken saatlerinde Viyana’ya döndüğünde ve garda aldığı gazetenin tarihine bir göz attığında, o gün doğum günü olduğunu hatırladı. Kırk birincisi, diye düşündü çarçabuk ve bu tespit onu ne sevindirdi ne de üzdü. Gazetenin hışırtılı sayfalarını hızla karıştırdıktan sonra bir taksiye atlayıp eve gitti. Uşağı, yokluğunda iki ziyaretçisinin geldiğini, bir iki kişinin de telefonla aradığını bildirdi ve birikmiş mektupları bir tepside getirip verdi. R. gelen postaya şöyle bir baktı, gönderenlerden ötürü ilgisini çeken bir iki zarfı açtı; hiç bilmediği bir elyazısıyla yazılmış kabarık bir mektubu daha sonra okumak üzere kenara ayırdı. Bu arada çay da getirilmişti, koltukta rahatça arkasına yaslanıp gazeteyi bir kez daha karıştırdı, bir iki evraka göz attı, sonra bir puro yaktı ve kenara ayırdığı mektubu eline aldı.
Bilmediği bir kadın elyazısıyla düzensizce, telaşla yazılmış yirmi-yirmi beş sayfalık mektup daha ziyade bir elyazmasına benziyordu. Zarfı, içinde hemen göremediği açıklayıcı bir not var mı diye gayriihtiyarı bir kez daha yokladı. Ama zarf boştu ve ne sayfalarda ne de zarfın üzerinde bir gönderici adresi ya da imza vardı. Tuhaf, diye düşünerek mektubu tekrar eline aldı. “Beni hiç tanımamış olan sana,” diye başlıyordu mektup, başlığı buydu. Bir an ikirciklendi: Mektup ona mi, yoksa hayali birine mi yazılmıştı? Ansızın merakı uyandı. Ve okumaya başladı:
Çocuğum öldü dün o narin, körpe canı kurtarmak için üç gün üç gece ölümle mücadele ettim, grip yavrumun zavallı bedenini ateş nöbetleriyle sarsarken ben kırk saat boyunca yatağının başucunda oturdum. Kor gibi yanan alnına soğuk bezler koydum, huzursuzca kıpırdanan küçük ellerini gece gündüz tuttum. Üçüncü gün bitkin düştüm. Gözlerimi açık tutamıyordum artık, ben farkına varmadan kapanıyorlardı. Sert sandalyede üç dört saat uyuyakaldığım sırada ölüm onu benden almış. Orada yatıyor şimdi, zavallı tatlı oğlum son nefesini verdiği daracık çocuk yatağında öylece yatıyor; gözleri kapatıldı sadece, o zeki, koyu renk gözleri, elleri beyaz geceliğinin üzerinde kavuşturuldu, karyolanın dört bir ucunda dört mum yanıyor. Ondan yana bakmaya cesaretim yok, yerimden kımıldamaya cesaretim yok, zira mumların titrek ışığında yüzünde, kapalı dudaklarında gölgeler seğirtirken yüz hatları kıpırdıyor sanki ve ben o anlarda yavrumun ölmediği, tekrar uyanacağı, incecik sesiyle bana çocuksu, sevgi dolu bir söz söyleyeceği zannına kapılıyorum. Oysa biliyorum ki öldü o, bir kez daha umutlanmamak, bir kez daha hayal kırıklığına uğramamak için ondan yana bakmıyorum artık. Biliyorum, biliyorum, yavrum öldü dün şimdi dünyada senden başka kimsem kalmadı, sen ki beni tanımıyorsun bile, sen ki her şeyden bihaber oyunlarını oynuyor, insanlarla ve türlü şeylerle gönül eğlendiriyorsun. Beni hiç tanımayan, benimse daima sevdiğim senden başka kimsem kalmadı.
Beşinci mumu aldım ve şimdi sana bu mektubu yazdığım masanın üzerine koydum. Zira ruhumdan taşanları haykırmadan dayanamam ki ölü yavrumla yalnız kalmaya ve bu korkunç anda sana, her daim benim her şeyim olan sana da yazamayacaksam kime yazacağım ben? Belki açık seçik konuşamıyorum seninle, belki de anlamıyorsun beni beynim uyuşmuş gibi, şakaklarım zonkluyor, her yanım sızlıyor. Sanirım ateşim var, bugünlerde her kapıyı sinsice yoklayan gribe ben de yakalandım belki, keşke öyle olsa da çocuğumla birlikte gidebilsem bu dünyadan, canıma kıymak zorunda kalmasam. Ara ara gözlerim kararıyor, bu mektubun sonunu getiremeyeceğim belki de ama seninle bir kerecik konuşabilmek için sevgilim, sen ki beni hiç tanımadın, sadece bir kerecik konuşabilmek için tüm gücümü toplamaya çalışacağım.
Sadece seninle konuşmak, sana ilk defa her şeyi anlatmak istiyorum; sana adadığım ama senin hiç bilmediğin hayatımı anlatacağım sana. Fakat sırrımı ancak ben ölünce, bana artık cevap vermek zorunda kalmadığında, şimdi tüm bedenimi soğuktan ve sıcaktan titreten şey gerçekten benim sonum olacaksa öğreneceksin. Eğer ölmez de yaşamaya mecbur kalırsam bu mektubu yırtıp atacağım ve daima sustuğum gibi susmaya devam edeceğim. Fakat mektubu elinde tutuyorsan, bil ki bir ölü anlatıyor sana hayatını, can bulduğu ilk andan son nefesine kadar senin olan hayatını. Sözlerim korkutmasın seni; bir ölü hiçbir şey istemez artık, ne aşk ister, ne merhamet ne de teselli. Senden tek isteğim, acımla sana sığınarak itiraf ettiğim her şeye inanman. Söylediğim her şeye inanmalısın, senden tek ricam bu, zira insan biricik evladının öldüğü saatte yalan söylemez.
Tüm hayatımı anlatmak istiyorum sana, o hayat ki ancak seni tanıdığım gün gerçekten başladı. Senden önceki hayatım, hafızamın derinliklerinde kalmış bulanık ve muğlak bir şey; yüreğime artık yabancı, örümcek ağlarıyla kaplı tozlu nesneler ve insanlarla dolu bir mahzendi sadece. Sen geldiğinde ben on üç yaşındaydım ve şimdi oturduğun apartmanda, bu mektubu, hayatımın bu son nefesini elinde tuttuğun apartmanda, seninle aynı katta, senin dairenin tam karşısında oturuyordum. Bizi; kıdemli bir mali müşavirin yoksul düşmüş dulunu (hep matem giysileri içindeydi) ve onun yeniyetme, siska kızını hatırlamazsın elbette -pek sessiz sedasızdık zaten, orta halli hayatımızın biçareliğine gömülmüştük adetaadımızı da hiç duymadın belki, zira daire kapımızda isim tabelası yoktu, gelen gidenimiz, arayan soranımız da yoktu. Aradan o kadar çok zaman geçti ki zaten, on beş, on altı yıl, hayır, elbette hatırlamazsın sevgilim, oysa ben, ah, her bir ayrıntıyı tutkuyla hatırliyorum, seni ilk duyduğum, ilk gördüğüm günü, hayır, anı bile bugünmüş gibi hatırlıyorum, nasıl hatırlamam ki, zira hayat benim için o zaman başladı. Sana her şeyi en baştan anlatmak istememi sabırla karşıla sevgilim, şu on beş dakika boyunca bıkmadan beni dinlemeni rica ediyorum, ben ki seni ömrüm boyunca sevmekten hiç bıkmadım.
Sen bizim apartmana taşınmadan önce dairende çirkin, kötü kalpli, kavgacı insanlar oturuyordu. O yoksulluklarıyla en çok da komşudaki yoksulluktan, bizimkinden nefret ediyorlardı, çünkü yoksulluğumuzun onların pespaye, kaba saba proleter yoksulluklarıyla ortak bir yönü yoktu. Adam ayyaşın tekiydi, karısını dövüyordu; çoğu gece yerlere fırlatılan sandalyelerin, kırılan tabak çanakların gürültüsüne uyanıyorduk, bir keresinde dayaktan kanlar içinde kalan kadın, yoluk yoluk saçlarla merdivenlere koşmuştu ve sarhoş kocası arkasından böğürmeye devam edince komşular kapılarının önüne çıkmış, sonunda adamı polis çağırmakla tehdit etmişlerdi. Annem en başından beri onlarla hiç muhatap olmamış, bana da çocuklarıyla konuşmamı yasaklamıştı; onlar da bu yüzden her fırsatta benden intikam alıyordu. Sokakta benimle karşılaştıklarında arkamdan küfürler savuruyorlardı, hatta bir keresinde bana öylesine sert bir kartopu fırlatmışlardı ki alnım kanamıştı. Bütün apartman ortak bir sezgiyle nefret ediyordu bu insanlardan ve bir gün başlarına gelen bir olay yüzünden -adam hırsızlıktan hapse atılmıştı galibapılılarını pırtılarını toplayıp taşınıp gittiklerinde hepimiz rahat bir nefes almıştık. Kiralık daire ilanı apartmanın kapısında birkaç gün asılı kaldıktan sonra kaldırıldı ve daireyi bir yazarın, tek başına yaşayan sessiz sakin bir beyin kiraladığı haberi apartmanın yöneticisi vasıtasıyla hızla yayıldı. Senin adını ilk o zaman duydum ben.
Birkaç gün sonra da daireyi eski kiracıların pisliğinden temizleyip paklamak için boya badanacılar, sıvacılar, duvar kâğıdı ustaları geldi; ortalık çekiç takırtısından, kazıma sıvama, tadilat temizlik gürültüsünden geçilmiyordu, fakat annem bundan memnuniyet duyuyor, karşı dairedeki başıbozuk düzene nihayet son verildiğini söylüyordu. Taşınma esnasında da henüz hiç görmemiştim seni: Bütün bu işlerin başında uşağın; o ufak tefek, ciddi, kır saçlı aristokrat uşağın duruyor; her şeyi sakin, soğukkanlı bir tavırla tepeden yönetiyordu. Hepimiz pek etkilenmiştik ondan, çünkü banliyödeki bir apartmanda yaşayan bizler için bir uşak yepyeni bir şeydi; hem sonra, herkese olağanüstü nazik davranıyor ama hizmetkârların seviyesine de inmiyor, onlarla laubali olmuyordu. Anneme daha ilk günden saygıyla “Hanımefendi” diye hitap etmiş, benim gibi bir yumurcağa bile daima içten bir nezaketle davranmıştı. Senin adını hep bir tür huşuyla, özel bir saygıyla anıyordu sana bağlılığının alışılagelmiş efendi-uşak ilişkisinin çok ötesinde olduğu hemen anlaşılıyordu. Bu sebeple öyle seviyordum ki onu, iyi kalpli ihtiyar Johann’ı, bir yandan da hep etrafında olabildiği ve sana hizmet edebildiği için kıskanıyordum.
Sana bütün bunları sevgilim, bütün bu sıradan, neredeyse gülünç şeyleri, o zamanlar benim, o ürkek, sindirilmiş çocuğun üzerinde en başından beri nasıl böyle bir güç kazanabildiğini anlaman için anlatıyorum. Sen daha hayatıma girmeden önce de ışıltılı bir hale; zenginlik, olağanüstülük, gizemden oluşan bir çekim alanı vardı etrafında o küçük banliyö apartmanında biz hepimiz (daracık bir hayatı olan insanlar kapılarının önündeki her yeniliğe karşı merak içindedirler ya hep) sabırsızlıkla senin taşınmanı bekliyorduk. Ve sana duyduğum merak, bir öğleden sonra okuldan eve gelince apartmanın önündeki nakliyat kamyonunu gördüğümde had safhaya ulaştı. Ağır mobilyaların çoğunu taşıyıcılar yukarıya çıkarmışlardı bile, şimdi daha küçük eşyaları taşıyorlardı; kapıda durmuş, her şeyi hayretle süzüyordum, zira senin o küçük eşyalarının hepsi de o kadar acayip, o kadar farklıydı ki, daha önce hiç böyle şeyler görmemiştim: Hint putları, İtalyan heykelleri vardı aralarında, çok parlak renkli kocaman tablolar; sonunda sıra kitaplara geldi, o kadar çok, o kadar güzellerdi ki bu kadarını hayal bile edemezdim. Kapının önüne istiflenen kitapları uşak teslim alıyor, sonra da küçük bir sopa ve toz alma tüyüyle her birinin tozunu özenle silkeleyip çırpıyordu. Giderek büyüyen yığının etrafında merakla dolandığımı gören uşak beni uzaklaştırmadı ama yüreklendirmedi de; nitekim kitaplara dokunmaya cesaret edemedim, oysa bazılarının yumuşak deriden ciltlerini hissetmeyi çok isterdim. Çekinerek de olsa sadece başlıklarına göz ucuyla baktım; aralarında Fransızca, İngilizce kitaplar da vardı, bazıları benim bilmediğim dillerdeydi. Bana kalsa herhalde saatlerce bakardım hepsine ama o sırada annem beni eve çağırdı.
Sonrasında bütün gece seni düşündüm; hem de daha seni tanımadan. Benim hepi topu on-on iki kitabım vardı, ciltleri de ucuz, yıpranmış kartondandı ama onları her şeyden çok seviyor, tekrar tekrar okuyordum. Onca harikulade kitaba sahip olup hepsini okuyan, bütün o dilleri bilen, aynı zamanda hem zengin hem de kültürlü birinin acaba nasıl bir insan olduğu sorusu kafamı kurcalıyordu haliyle. O kitapları düşündükçe içim adeta ulvi bir huşuyla doluyordu. Seni hayalimde canlandırmaya çalışıyordum: Muhakkak ki gözlüklü, uzun beyaz sakallı yaşlı bir adamdın sen, bizim coğrafya hocamıza benziyordun ama çok daha iyi kalpli, daha yakışıklı, daha müşfiktin – hayalimde seni yaşlı bir adam olarak canlandırdığım halde, yakı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Modern Klasikler Dizisi Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBilinmeyen Bir Kadının Mektubu
- Sayfa Sayısı68
- YazarStefan Zweig
- ISBN9786254290350
- Boyutlar, Kapak12.5 x 20 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Villon’un Karısı ~ Osamu Dazai
Villon’un Karısı
Osamu Dazai
Trajedilerle bezeli hayatından ve gözünü savaşa açan Japon toplumunun ahvalinden damıttığı öykülerinde Dazai, gerek coğrafyasının klasikleşmiş sanat imgelerinden esinlenerek betimlediği manzaralar, gerekse Japon edebiyatının...
- Kadının Fendi ~ Erlend Loe
Kadının Fendi
Erlend Loe
“Aşk ne kadar çok şey olabilirdi, bunu anladım.” Eserleri yirmiden fazla dilde okunan Norveçli yazar Erlend Loe, kült metinlere dönüşen “Doppler” ve “Bildiğimiz Dünyanın...
- Sanık ~ John Grisham
Sanık
John Grisham
Küçük avukat Theodore Boone’un nefes kesen maceraları tüm hızıyla sürüyor. Üstelik hayranlarının pek de alışık olmadığı bir rol dağılımıyla… Cevval avukatımız Theo, bu sefer...