Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ben Neyim?
Ben Neyim?

Ben Neyim?

Ahmet Ağaoğlu

Bir müddetten beri bende garip ve müziç bir ihtiyaç doğmuştur: Kendi kendimi müşahede altına almak! (…) İşte ben kendimi öğrenmeye koyuldum ve sizi temin…

Bir müddetten beri bende garip ve müziç bir ihtiyaç doğmuştur: Kendi kendimi müşahede altına almak! (…) İşte ben kendimi öğrenmeye koyuldum ve sizi temin ederim ki bu pek de kolay ve bilhassa hoş bir iş değildir! Metodum pek basitti: Ben içimle dışımı karşı karşıya getirerek kendi başlarına bıraktım ve benim işim yalnız bütün gördüklerimi ve işittiklerimi olduğu gibi kaydetmekten ibaret kaldı! Fakat ilk defa beni bir dehşet aldı ve derin bir nefretle gözlerimi yumdum. “Aman, ben bu muymuşum?” diye haykıracağım geldi. Ahmet Ağaoğlu, 1936’da Cumhuriyet’te tefrika edilen ve ölümünün ardından 1939’da kitap olarak basılan sıra dışı metni Ben Neyim?’e, Yeraltından Notlar’ı andıran bu satırlarla başlıyor.

Kitap boyunca diğerkâm iç (benlik) ile bencil dış (benlik) arasındaki derin çelişki anlatıldığı için bu yönüyle bizde çok örneği olmayan “itiraf edebiyatı”nın erken örneklerinden biri sayılmalıdır Ben Neyim?. Vâ-Nû, coşkuyla selamladığı bu metnin “papaz huzurunda günah çıkartan Hıristiyan sofuları” bile kıskandıracağını söylerken, Peyami Safa kitapta “içi ile dışı arasındaki tezatın çirkefi içine batmış ahlak sefilinin ruh portresi”nin çizildiğini vurgularken metnin bu yanını öne çıkarmışlardır.

Kitap bir yanıyla da Cumhuriyet’in Batılılaşma girişiminin biçimciliğinin, yaratılmak istenen yeni siyasal yapıya uyumlu bireyler yaratılamamasının eleştirisidir. Bu son derece ilginç metne, Ağaoğlu’nun Malta’da sürgündeyken yazdığı halde yine ölümünden sonra kitaplaştırılabilen ve odağında yine benzer, ama bu kez 1908 İnkılabı’na yönelik çok daha sert bir eleştiri bulunan Gönülsüz Olmaz adlı anlatısını da ekledik. Aylin Özman da bu metinleri Ağaoğlu’nun düşünsel macerası içinde konumlandıran, bahsi geçen eleştirilerin temelinde yatan ahlak ve siyaset anlayışının sınırlarına da dikkat çeken son derece bilgilendirici bir sunuş yazdı.

İçindekiler

“İzler” Üzerine………………………………………………………….. 11
Ahmet Ağaoğlu Düşüncesinde Bir Benlik Sorunu
Olarak Batılılaşma – Aylin Özman ………………………….. 13
Ben Neyim? …………………………………………………………….. 25
Gönülsüz Olmaz………………………………………………………. 71

I

Bir müddetten beri bende garip ve müziç bir ihtiyaç doğmuştur: Kendi kendimi müşahede altına almak! Kendimi olduğum gibi görmek ve gördüğüm gibi meydana koymak! Hiç şüphe etmiyorum ki bu satırları okuyanlar gülecekler ve kendi kendilerine, “Bu nasıl adam? Ömrünün sonuna gelmiş! Hâlâ kendisini bilmiyor. Bu ne kadar şuursuzluk!” diyecekler. Evet! İtiraf ederim ki ben kendimi bilmiyorum! Siz kendinizi biliyor muydunuz? O halde ne mutlu size! İşte ben kendimi öğrenmeye koyuldum ve sizi temin ederim ki bu pek de kolay ve bilhassa hoş bir iş değildir! Metodum pek basitti: Ben içimle dışımı karşı karşıya getirerek kendi başlarına bıraktım ve benim işim yalnız bütün gördüklerimi ve işittiklerimi olduğu gibi kaydetmekten ibaret kaldı! Fakat ilk defa beni bir dehşet aldı ve derin bir nefretle gözlerimi yumdum. “Aman, ben bu muymuşum?” diye haykıracağım geldi ve meşhur bir Fransız şairinin şu sözlerini hatırladım: “Ey kadirimutlak! Bana kendi içimi nefret etmeksizin görmek kudretini bahşet!”

Evet! Gökten bir dayak olmazsa bu manzaraya tahammül edilemez! Düşününüz! Baştan başa birbirini inkâr ve reddeden karmakarışık tezatlar, gündüzle gece, akla kara arasında benzeyiş, benim içimle dışım arasındaki benzeyişten daha çok! Zahirim batınıma kızgın ve küskün, batınım zahirime lanet okuyor! Demek ben, benim benliğim buymuş, bu yan yana gelmez, birbirini inkâr eder, birbirinden iğrenen tezatlarmış, öyle mi? O halde ben ne garip, ne acayip bir yaratılışmışım! Acaba siz de mi böylesiniz, öte beriki de böyle midirler?

O halde onlar da ne acayip şeylermiş! Bu suretle benim benliğim adeta vaziyet ve zaviyeye göre muhtelif ve mütezad tablolar, renkler, manzaralar gösteren bir kaleydoskop gibi bir şeydir! Fakat ben kaleydoskobu uzun müddet tetkik ettim ve nihayet keşfettim ki onun tabi olduğu değişmez bir kaide vardır ve bu kaide şudur: Umumiyetle nazariye, tasavvur, laf ve söz dairesi içinde kaldığım müddetçe benim benliğimi içim temsil eder; fakat hareket ve fiiliyat sahasına geçti mi zahirim derhal yularları eline alır ve ötekine kati emirler verir, “Artık sıra benimdir, sen sus!” der ve meydanda atını serbestçe oynatır! Onun içindir ki benim söz âlemimle iş âlemim, tasavvur faaliyetimle tahakkuk fiiliyatım arasında pek derin farklar olur, birbirine benzemezler, birbirini inkâr ederler ve uzaktan bakanlar da beni “mütelevvin”, “mütehavvil”, “seciyesiz” ve ilh. kelimelerle tarif ederler. Halbuki benim burada hiçbir suçum, kabahatim yoktur; bunlar hep içimle dışım arasındaki tezatlardan geliyor! Doğrusunu söylemek lazım gelirse benim içim çok iyi tabiatlı, hoş niyetli, iyilik seven, başkaları için hayır isteyen, kahramanlığa âşık, sadakate, doğruluğa meftun bir varlıktır; işte bunun içindir ki ben laf ve tasavvur âleminde kahramanlıktan, doğruluğa bağlılıktan, vatandaşlara karşı hayır işlemekten hararetle, heyecanla söyler ve yazarım ve sizi temin ederim ki bütün bunları yaparken ben çok samimiyim! Fakat ne yapayım ki fiiliyat ve ameliyata geçerken içim beni bırakıyor ve yerini dışıma veriyor. Beriki ise zemin ve zamana uyarak amelî ve hesabi hareket ettiğinden beni de arkasından sürüklüyor! Ve bakıyorsun ki sabahleyin aleyhinde söylediğim bir işi öğleden sonra büyük bir imanla yapmaktayım! İmanı mahsus diyorum.

Çünkü hakikaten dışım bu gibi vaziyetlerde tam bir mümin olmayı da biliyor! Bu haller beni garip vaziyetler karşısında bulunduruyor: Mesela Ali Kemal zamanlarında amelî ve hesabi düşünen dışım beni Ali Kemal’le anlaşmaya, gazetesinde makale yazmaya ve inanmadığım Kurtuluş Savaşı’na karşı vaziyet almaya götürmüştü! Bu kere ise halka hitaben verdiğim çok talakatli, çok heyecanlı bir nutkumda Ali Kemal’den, zamanından ve kurtuluş hareketlerine inanmayanlardan nefretle bahsetmişim! Konferansın nihayetinde ihtiyarca birisi yanıma yaklaştı, beni bir tarafa alarak çok zarif ve ince bir sesle, “Oğlum! Ben Ali Kemal’in akrabasındanım; geçen gün kâğıtlarını karıştırıyordum, elime sizin kendisine yazdığınız ve kendisine hürmetinizden, sadakatinizden hararetle bahsederek fikirlerinin birer hakikat olduğunu söylediğiniz mektubu aldım ve bugün buraya sırf size iade etmek için geldim.

Alınız da bundan sonra kendisine daha emniyetle küfrediniz!” dedi ve uzaklaştı. Ah! Üzerime bir yıldırım inmiş olsaydı daha hafif olurdu. Mamafih mektubu elimin içinde sıktım ve bir define gibi saklamaya baktım! Fakat iş yalnız Ali Kemal’le ve gazetesiyle de bitmiyor: Bu dışım yok mu? Lanet olsun ona! Amelî ve hesabi düşünüyorum diye beni nerelere sürüklememiştir! Ve en acısı şudur ki bu haller beni gece uykusundan da mahrum etti. Gece yatağa girip ben, dışım ve içim yalnız ve baş başa kaldım mı bu kere de içimin dışımla alayı, istihzası, sitemi başlar. Mesela geçen gece bir kavga yaptılar ki sabaha kadar gözlerimi yummadım. İçim dışıma diyor ki: “Sen ne utanmaz, ne hayâsız şeysin! Nereden uydurdun o âlimlerin isimlerini? Hiç Almanya’da o isimde âlim var mı?” Dışım derhal ayağa sıçrayarak derin bir hiddetle dışıma hitaben: “Sen de orada değil miydin? Neden beni tekzip etmedin? Neden bu yorgan altındaki cesareti orada göstermedin?” Dışım haklıydı. İçim hep bu gibi hususi ve mahrem yerlerde kahraman oluyor; kalabalıkta hep siniyor, sönüyor, susuyor. Öteki ne kadar hayâsız ise beriki de o kadar korkaktır!

II

Dikkat ettim, gördüm ki dışımla içim arasındaki bütün tezatların bir tek kaynağı vardır: Egoizm! Dışımın en canlı seciyesi hodkâmlıktır, kendi nefsini ve faydasını her şeyin fevkine koymaktır! Ana illet budur, bütün diğer tezatlar bundan doğar. Hakikatte benim içim çok yüksek, asil, necip, insani duygularla doludur: İnsaniyet, hak, vatan ve vatandaş uğurlarında mal ve nefis fedakârlığı onun en çok sevdiği emellerdir. Mazlumun imdadına yetişmek, zalimi yerlere sermek, onun perestiş ettiği kahramanlıklardır! Hiç bu hususlara dair onun yazdığı yazıları, söylediği nutukları okudunuz mu? O ne heyecan ve hararet, o ne talakat, o ne bulunmaz teşbihler; o ne canlı ve ünlü istiareler! Rica ederim! Aşksız, sevgisiz bu kadar heyecan duymak imkânı var mıdır? Hiç şüphe yoktur ki benim içim kuvvetli bir altruizm (gayr-endişlik) aşkı taşımaktadır ve yüksek emeller uğrunda her türlü fedakârlık ihtiyar edecek kabiliyettedir. Fakat ne çare ki karşısında dimdik duran dışım tam bunun aksinedir. İş yazıdan ve hitabetten fiiliyata döküldüğü dakikada, içim sümüklüböcek gibi kınına çekilip kayboluyor ve yerini hesaplı, amelî düşünen dışıma veriyor. İşte benim hayatımın trajedileri ve daha doğrusu komedileri o zaman başlıyor! Ah bu tezatlar! Bu tezatlar! Mesela geçen gün bir yerde vatandaşlık ve hemşerilik vazifelerinden bahsediyordum. Lisanımın anlaşılıyor ki talakatine uyarak fazla ileri gitmişim ve, “Muhtaç bir vatandaşımın ihtiyacını gidermek, onun halinin düzelmesine çalışmak en iptidai bir borçtur ve bu borcu da ödemeyenler kendilerine nasıl insan diyebilirler!” demişim. Çok alkışlandım ve memnun memnun evime gitmekteydim.

Yolda birisi bana yaklaştı ve elime bir kâğıt parçası verip çekildi. Kâğıdı okudum, içime lanet ettim. Kâğıtta şu yazı vardı: “Sayın bay! Çok iyi söylediniz, talakat ancak bu kadar olur. Allah razı olsun. Fakat neden başkalarına tavsiye ettiğinizi kendiniz yapmıyorsunuz? Yapmıyorsunuz değil, tam aksine yapıyorsunuz! Daha iki gün evvel zavallı dul kadının oğlunu mahrum ettirdiniz ve yerine kendi oğlunuzu mektebe leyli meccani kabul ettirdiniz!” İtham doğruydu, teessürümün derecesini anlatamam. Fakat kabahat bende değil, o melun dışımdadır! Bu dul kadının oğlunu işitir işitmez kendi oğlumun namzetliğini kaldırmak istedim fakat o melun dışım yok mu, hemen bir melanet heykeli gibi karşıma dikilerek “burası şiir ve nazariyat sahası değildir. Amelî iş alanıdır, çekil oradan!”

edi, beni kovdu ve zavallı yetim çocuğu mahrum bıraktı! Gün geçmez ki başımdan böyle bir trajedi ve komedi macerası geçmesin! Benim çektiğim ıstırap yanında Tantal utansın! Bana “Siyam ikizleri” adı vermişlerdir ve hakikaten öyledir! Benim iki yüzüm vardır: Birisi egoizm, öteki de altruizm. Fakat eyvah ki ben yalnız istekte, arzu meylinde, lafı güzafta altruistim! Şimdiye kadar benden altruizme delalet edecek bir tek hareket çıkmamıştır. Egoizm ise bütün hareketlerim! Dışım fayda ve menfaat olmayan yere bir tek adım attırmaz. Mesela sizi temin ederim ki ben içimden çok samimi ve çok hararetli milliyetperverim; Türk’ün yükselmesi için çalışmayı, onun izzetinefsini, şerefini, hakkını, hürriyetini müdafaa için kendimi tehlikeye atmayı seve seve kabul ederim. Hele fakir ve aç Türk gördüm mü hiç dayanamam. İsterim ki varımı yoğumu vereyim! Fakat bu pis dışım yok mu? Bana meydan vermiyor, her daima önüme çıkıyor, engel oluyor. Mesela geçen gün evimizin balkonundan bakıyordum. Sokakta birisini dövüyorlardı. Halk toplanmış, uzaktan seyrediyor, meydanda polis de yok! Hemen dışarıya fırlamak istedim. Fakat dışım gene önüme dikildi:

“Nereye?”
“Dövüleni kurtarmaya…”
“Kavga edenleri tanıdın mı?”
“Ne olursa olsun! Gitmek borcumdur.”
“Haydi oradan! Borcuymuş! Don Kişot! Kendisine
borç bulmuş. Neden senin borcun da başkalarının değildir?”
“Efendim! Benim, senin, başkalarının ve herkesin borcudur!”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur