Ateşnefes, edebiyatımızın önemli bir yazarını, bugün çoğu okurun tanımadığı usta bir öykücüyü yeniden gündeme getirmeyi amaçlayan bir derleme. Ahmet Naim, Zonguldaklıların deyimiyle “Kanca Ahmet”, yaşadığı bölgenin insanından, doğasından özel bir öykü çıkarmış, edebiyatımıza renk getirmişti. Elinizdeki kitapta, Kuduz Düğünü ile dergilerde kalmış öykülerini bir arada bulacaksınız. Zaman zaman onun adına yarışma düzenlendiğini, ödül verildiğini, zaman zaman da kitap fuarı ve benzeri çalışmaların içinde onu anma toplantılarının da yapıldığını duyar, okurum. Bu çalışmalar kuşkusuz sevindirici. Bir değerbilirlik örneği. Ancak üzücü bir yanı da var. Ahmet Naim’in Zonguldak’ta yaşamış, Zonguldak ve çevresinin insanlarını yazmış olmasıyla övünüp kıvanmanın bir adım ötesine geçilmesi gerekmiyor mu artık? HÜRRİYET YAŞAR
İÇİNDEKİLER
Yirmi Yıldan Kırk Yıla Bağlanan Öykü………………………….9
Yitik Savaşçı…………………………………………………………………15
Sina Çıladır’dan Bir Mektup…………………………………………21
KUDUZ DÜĞÜNÜ
Kuduz Düğünü……………………………………………………………..25
Cinci Mustafa ……………………………………………………………….32
Kolcu Şaban………………………………………………………………….41
Bismillah………………………………………………………………………48
Yoklama………………………………………………………………………..57
Ateşnefes………………………………………………………………………62
İkramiye……………………………………………………………………….78
YENİ BULUNAN ÖYKÜLER
Kısmet Piyangosu…………………………………………………………91
Arkadaş Sevgisi…………………………………………………………..101
Tuluatçı……………………………………………………………………….116
Sırat Köprüsü ……………………………………………………………..138
Kümük Avrat………………………………………………………………161
YİRMİ YILDAN KIRK YILA
BAĞLANAN ÖYKÜ
Hürriyet Yaşar
Yıl 1986. İki yıllığına Karadeniz Ereğli’sindeyim. Erdemir, varlığını Ereğli’nin tümüne yansıtmış: “Kamyonlar, dükkânlar ve fabrika…” On yıl sonra, “Telsiz” adlı öykümde anlattığım günlerim. Sanayi Çarşısı’nda bir dükkânda muhasebecilik yapıyorum. Ergen yaşta bir çocuk, bir yerel gazeteyi her gün getirip bırakıyor. Tanıdı beni artık; koltuğunun altında gazetelerle geldikçe, oturup soluklanıyor, hal hatır soruyor, masada çalışmamı seyrediyor. Kâğıt şeritli hesap makinelerinin hızlı hızlı çalışma sesleri, muhasebe işlerinin müziği o yıllarda. Şıkır şıkır şıkır tuş sesleri, ardından sayıların kâğıda yazılışı: Cırrrrt… Bilgisayar yok daha. KDV, alışverişe vergi iadesi yeni çıkmış. Bu “şık şık şık şık cırrrrtt, şık şık şık şık cırrrrrt” seslerini dinledi bir süre çocuk; şeritten koparıp koparıp yaza çize üstünde çalıştığım kâğıtlara baktı. “Abi,” dedi, “var mı fazla fiş?” Gözü, masanın üstünde kesik kopuk duran, hesap makinesinin kuyruğundan yere sarkan kâğıt şeritlerinde. Onları yazarkasa fişleri sanmış olmalı. Arkama yaslandım,gülmeye başladım. Ne çok fiş!.. Şık şık şık şık cırrrrt… Yazdır yazdır, fiş olsun. O da gülmeye başladı. İşi bırakıp soluklanma zili yerine geçti gülüşmemiz. Masanın üzerine bıraktığı gazeteye uzandım, göz gezdiriyorum. Başlıklarda dizgi yanlışları… Spotlarda da…
Yazılar dizgi yanlışlarından okunmuyor, tümceler anlaşılmıyor. Türkçeye böyle davranılamaz. Bu gazete böyle değildi, birkaç gündür böyle! Akşam iş dönüşünde, anayolun kıyısındaki gazetenin kapısından içeri giriyorum. Dizgi yanlışlarının nedenlerini sormak için geldiğimi söylesem de, girişteki sekreterin geliş nedenimi anlamlandırabilmesi olanaksız gibi. Beni patrona yolluyor. O biraz daha anlayışlı. Baskı makinelerinin üstünde tam bir “asma kat” olarak duran küçük bir asma odayı gösteriyor. Gazetenin yayın yönetmeni oradaymış. Sina Çıladır’la böyle tanışıyorum. O hiç şaşırmıyor geliş nedenime. Usta bir dizgicileri varmış, yıllık izine çıkmış, o yüzden bugünlerde böyleymiş gazete.
Kimi yazarların Türkçesinden de yakınıyorum. “Siz yazmaz mısınız?” diyor. Gelirken aklımın ucunda bile olmayan bir şey!.. Önce aralıklarla, sonra her gün yazmaya başlıyorum gazetede, Can Özgür takma adıyla. Sürekli görüşüyoruz. Evcek gidip geliyoruz birbirimize. İki küçük oğlu var. Büyüğünün adı Ahmet Naim, küçüğünün adı Sina. Üç beş yaşlarındalar. Biri koltuğun tepesindeyse, öbürü masanın üstünde. Biri bir dolaba tırmanmışsa, öbürü babasının omuzlarında… Yerlerinde duramıyorlar. Öykü yazdığımı biliyor ya artık, bir kitap gösteriyor Sina Çıladır: Kuduz Düğünü, Yeditepe Yayınları, Mart 1968. Dede Ahmet Naim’i böyle tanıyorum. Mehmet Seyda’nın kitaptaki önsözünden, yazarın, bu tek kitabını göremeden, 24 Nisan 1967’de öldüğünü okuyorum. Ölümünün üzerinden, yaklaşık yirmi yıl geçmiş. Bu küçük Ahmet Naim, dedesinin adını taşıyor; küçük Sina da, babasının.
Sina Çıladır, Ereğli’deki yerel gazetelerin en önemli transfer konusu bir gazete yönetmeni ve başyazarı o günlerde. Zaman zaman, babası Ahmet Naim üstüne de konuşuyoruz. Yalnız bizim aramızda değil, tüm Ereğli’deki basın yayın çevresinde konuşuluyor Ahmet Naim. O da seviliyor oğlu Sina gibi. Tanıyanlar var. Unutulmamış. Ondan söz ederken “Kanca Ahmet” diye atılanların gözleri, tanıştıklarını belli eden sevinçli bakışlarla açılıyor. Bir Yudum Soluk adında, güzel, öykü tadında, küçük bir maden röportajı kitabı da varmış Ahmet Naim’in, onu da okuyorum. Onca konuştuğumuz yazarın, kitap olarak yayımlanmış tüm yapıtları bu kadar. Peki, dergilerde kalanlar ya da yayımlamadıkları?
.. Ahmet Naim, günümüzde çokça tanınmayan, adı geçmeyen bir öykücü. Yazın tarihçileri, ilk madenci öykülerimizi onun yazdığını söylüyorlar. Yine de, Kuduz Düğünü’ndeki yedi öyküden yalnızca ikisi madenci öyküsü. İki öykü yeter mi bir insanı madenci öykücüsü yapmaya? Başka madenci öyküleri de olmalı. Peki nerede? Hepsinin bu kadar olmadığını, hem Sina Çıladır hem de bir röportajında Ahmet Naim söylüyor: “Basılmış olan kitaplarımın çoğu, sosyal konular üzerine etütlerdir. Hikâyeci tanındığım halde ve yayınlanmış yüzü aşkın hikâyeme karşı tek hikâye kitabım yoktur.” “Tek hikâye kitabım yok,” diyen yazar, o konuşmasını şöyle sürdürüyor: “Bu eksikliği gidermek için on beş hikâyemi kitap halinde yayımlamak üzereyim. Kitap işimi dostum Mehmet Seyda İstanbul’da izliyor.”
Öykücü olarak tanınıp yıllar sonra yayına hazırlanan tek öykü kitabını göremeden göçüp gitmek… Bir üzünç dalgası dolaşır içinizde… Kendisiyle yapılmış konuşmayı daha dikkatli okuyorum: “Yedigün dergisine Sedat Simavi’nin teklifi üzerine Toprağa Dönüş adlı bir roman yazmıştım. Bu, benim öteki dergilerde tefrika edilmiş olanlardan başka üçüncü romanımdı.” Yüzü aşkın öykü, üç roman. Hepsi dergilerde. Ara ki bulasın!..
Yazarlar sözlüklerini, araştırma kitaplarını karıştırıyorum. Şükran Kurdakul onun için, “Zonguldak ve çevresinin insanını katıksız, doğal yaşantısı ile yansıtan başarılı bir sanatçı olarak kabul edildi,” diyen Adnan Binyazar’ın sözlerini alıntılamış. Asım Bezirci’nin Seçme Hikayeler’ini açıyorum. Onda da, Mehmet Ergün’den bir alıntıda “Ahmet Naim, (…) giderek artan bir ustalık içerisinde hep aynı yöreyi ve hep aynı yörenin insanını, kendi kendini tekrarlamadan, edebiyatın o yoz batağına yuvarlanmadan verebilmiş bir sanatçıdır,” deniyor. Bütün bu nitelemeler de, kitabın dışında kalmış öyküleri bulup okuma isteğimi kamçılıyor. İstanbul’a dönünce, ilk yıllık iznimi Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde geçiriyorum.
Yazılarının yayımlandığını öğrenebildiğim tüm dergi sayılarını tarıyorum. Yedigün, Yurt ve Dünya, Yeni Adam dergilerinin 1935-1945 yılları arasındaki sayılarını karıştırıyorum. Yedigün’ün genç şairler köşesinde Raşit Kemali, Vedia Nesin, Yusuf Ziya Atılgan… ve başka bugün çok ünlü, o zamanki gençlerin ilk şiirlerini, kendilerine verilen öğütleri okumaya daldıkça asıl amacımı unutuveriyorum. Ahmet Naim’in sözünü ettiği Toprağa Dönüş adlı romanını buluyorum. Ayrıca, “Arkadaş Sevgisi”, “Kümük Avrat”, “Sırat Köprüsü”, “Kısmet Piyangosu,” “Tuluatçı” adlarında beş öykü daha. Hepsinin fotokopisini çektiriyorum. O zamanın dergilerine imreniyorum. Magazinle, modayla karışık olsalar da, ne çok şiir, öykü, roman yayımlıyorlarmış! Romanı, öyküleri bir solukta okuyorum. Zonguldak, hep Zonguldak… “Arkadaş Sevgisi”, maden ocağında ve çevresinde geçiyor. Öykü boyunca kömür tozunu sanki size de duyumsatıyor yazar. Ama kirlenmiyor, arınıyorsunuz. Sıkılmıyor, yaşama sevinci doluyorsunuz. Sabahattin Ali’nin öyküleri ile aynı kanalda akıyor Ahmet Naim’in öyküleri. Gerilim, romanda da öykülerde de çok başarılı kullanılıyor. Ölüm ise, öykülerin tümünde ve romanda etkisini duyuruyor. Bir ölüm sevgisi değil verilmek istenen; yörenin kaçınılmaz olgusu erken ölümdür bu. 1992 Nisan’ı, onun yirmi beşinci ölüm yıldönümü. Asım Bezirci’ye, birlikte bir anma toplantısı öneriyorum. Mehmet Ergün ve Enver Ercan’ı da o öneriyor. Bir terslik, Mehmet Ergün’ün gelmesini engelliyor. Bir başka terslik de Sina Çıladır’ın gelmesine engel oluyor.
Atatürk Kitaplığı’nda, Asım Bezirci ve Enver Ercan’ın da katıldığı bir panelde onun öykücülüğü üstüne birer konuşma yapıyoruz. Enver Ercan, “Kuduz Düğünü” adlı öyküyü okuyor; bulduğum öykülerden kısa olanını (Kısmet Piyangosu), Varlık’ın Nisan 1992 sayısında yayımlıyor. Öteki dört öykünün her birinin sayfa sayısı on’un üzerinde. Bu yüzden, dergilerin “Unutulmuş Öyküler” sayfalarında yayımlanabilecek boyutları da aşıyorlar; iş yine kitaba kalıyor. Şimdi, yalnızca yedi öyküsünü içeren Kuduz Düğünü adlı kitaptakilerin yanına eklediğimiz o beş öyküden başka elimizde hiçbir öyküsü olmadığı için, yazınımızın bu çalışkan öykücüsü, yıllara ve kim bilir hangi kütüphanelerin tozlu raflarına gömülü durumda. Tıpkı, onun anlattığı maden işçilerinden kimilerinin, toprak altında gömülü kalmış olmaları gibi.
Ereğli, Zonguldak ve çevresi, içlerinde yaşayan, kendilerini anlatan bir öykücü olarak bağrına basmış Ahmet Naim’i. Onun, aralarından çıkan bir yazar olmasıyla da, haklı olarak övünürler, kıvanırlar. Zaman zaman onun adına yarışma düzenlendiğini, ödül verildiğini, zaman zaman da kitap fuarı ve benzeri çalışmaların içinde onu anma toplantılarının da yapıldığını duyar, okurum. Bu çalışmalar kuşkusuz sevindirici. Bir değerbilirlik örneği. Ancak üzücü bir yanı da var. Ahmet Naim’in Zonguldak’ta yaşamış, Zonguldak ve çevresinin insanlarını yazmış olmasıyla övünüp kıvanmanın bir adım ötesine geçilmesi gerekmiyor mu artık? Yaşamını bu coğrafyanın sorunlarını yazmaya adamış bir usta öykücünün yitik yapıtları, zaman denen örtünün altında kalmış bulunuyor. Yazarın, ölümünden sonra ancak yayımlanabilen tek kitabının sonundaki röportajda değindiği, “yayımlanmış yüzü aşkın” öykünün hepsi olgun yapıtlar olmayabilir. Nitekim benim ulaştıklarım içinde de vardı böyleleri. Ama bu, süreli yayınlara aralıksız yazan birçok yazarın başına gelen bir durum.
Bunların dışında da, birçok iyi öyküsü olmalı Ahmet Naim’in. Aynı röportajda, o kitaba on beş öyküyü seçtiğini söylüyor. Oysa kitapta yedi öykü var. En azından öteki sekiz öykü, kolay ulaşılabilecek bir yerlerde olmalıydı ölümünden sonraki ilk beş on yılda. Sabahattin Ali’nin, Kemal Bilbaşar’ın, Orhan Kemal’in ve Ahmet Naim’in öykülerini yayımlayan Yurt ve Dünya dergisini Şükran Kurdakul, sözlüğünde “Edebiyat sorunlarına toplumcu gerçekçi kurama koşut biçimde yaklaşılırken yol açıcı örnekler verilmesine özen gösterildi,” sözleriyle anlatıyor.
Eğer, yüzden çok öyküsü dergilerde kalmış olan Ahmet Naim’in ürünleri, zamanında “yol açıcı” idiyse, öykücülüğümüzün bugün geldiği noktadan geriye baktığımızda, bu yola onun döşediği taşlar görülsün, bilinsin demek, yalnızca değerbilirlik mi sayılmalı, yoksa ondan da önce, bir borç ödeme mi? Yitik öykülerin sayısını, yitik romanları düşünmek, bu şıklardan birini olsun gösterebilmeyi güçleştiriyor. Bu kitap bile, içerdiği malzemeye ulaştıktan yirmi yılı aşkın bir süre sonra ortaya çıkabiliyor. Tek kitabını göremeyen öykücünün ölümünden kırk iki yıl sonra. Zamanın örtme hızından daha yavaş davranıyoruz. Bu yavaşlıkla, kurtarılan, gömülenin ancak küçük bir bölümü olabiliyor. Üstüne, maden göçüklerinin yok ediciliği gücünde, 12 Mart gibi, 12 Eylül gibi toplumsal göçükler de oldu mu, kazıver de çıkar çıkarabilirsen geçmişin ışıksız derinliklerinden.
YİTİK SAVAŞÇI
Sina Çıladır
Dostoyevski’yi eleştir deseler, uğraşır didinir, kendimce “oldu” diyebileceğim bir şeyler koyardım ortaya. Ahmet Naim için aynı şeyi yapamadım. Yazı serüveniyle yaşamı iç içe olan bu yitik savaşçı hakkında, gereğinden fazla bilgim var çünkü. Onun için, bana ilginç gelen yaşamının bilinmeyen yanlarını saptamakla yetineceğim. Bunu yaparken, Cumhuriyet öncesi güçlenmeye başlayan antiemperyalist mücadelenin ve toplumcu eylemin o günden bugüne uzanan evrimine de bir kıyısından ışık tutacağıma inanıyorum. 1916 yılında, Sultan Reşadiye Mekteb-i İptidaisi’nde öğrenci, Rıfat Usta’nın kelleci dükkânında garson yamağıdır Ahmet Naim. Emekli olan babasını o yıl yitirmiş, anası ile kız kardeşinin bakım yükünü omuzlamak zorunda kalmıştır. İki ağabeyinden biri asker, diğeri Beyrut’ta polis müdürüdür. Birinci Dünya Savaşı, İstanbul burjuvalarının şaşaalı yaşantısını etkilememiştir henüz, ama buna karşı halk yığınları açlık ve salgın hastalıktan kırılmaktadır. Ahmet Naim, hem okulu hem garson yamaklığını bir arada sürdüremez, okulu bırakır. Çünkü, geceleri yatırlardan mum çalarak yöredeki bir papaz okuluna da devam etmektedir aynı zamanda; amacı Fransızca öğrenmektir. Aynı yılın yaz aylarında, ağabeyinin çağrısı üzerine Beyrut’a giderler. Beyrut, yepyeni bir kenttir onun için,elektrikli tramvayı ilk kez orada görür. Evlerinde körüklü bir piyano ve bir yığın da kitap vardır. Altı ay kalırlar Beyrut’ta, sonra İngiliz gelir… Araplar zillerle, dümbeleklerle İngiliz askerini karşılarken, onlar da –anası, kız kardeşi ve ağabeyi– bir faytonla, yanlarına tek bavul bile alamadan, düşerler yollara. Kendileriyle birlikte otuz da polis kaçmaktadır, yayan… Kırk beş gün sürecektir bu kaçış…
Arap arabacının yol süresince her duraksamada kendisine verilen kâğıt Osmanlı parasını avucunda buruşturup yere atması ve onun yerine “Altın!” diye diretmesi, Ahmet Naim’in kafasında ilk bağımsızlık fikrinin doğmasına neden olacaktır: “Arap arabacı her sekiz saat için sekiz altın istiyordu. Akşam olup yol üstündeki hanların birinde durakladık mı, atların kayışlarını çözüyor, sonra iri elini uzatıp ‘Altın!’ diyordu anama. Anam, –yola çıktığımızdan beri kim bilir kaçıncı defa– kâğıt para uzatınca, arabacı paraları kapıp hırsla yere fırlatıyor, sonra yine avucunu açıp ‘Altın!’ diye bağırıyordu. İçimde tel gibi bir şeyin gerildiğini hissediyordum o anlar, bir köşeye sıvışıp ağlıyordum.
Arap haklıydı oysa. Yenik düşmüştük, paramızın değeri mi kalmıştı… Yol üzerinde nerde konaklasak, tükürür gibi bakıyordu Araplar yüzümüze: ‘Ne işiniz var bu topraklar üzerinde’ dercesine…” İstanbul’da kıtlık ve salgın hastalık karşılıyor onları tekrar: “O sıralarda açlık ve sefalet, birer sözlük kavramı olmaktan çıkarak, sokaklarda elle tutulur canlı birer nesne haline gelmişti. Kolera, bitli humma gibi bulaşıcı hastalıklar salgın bir afet halinde ortalığı kasıp kavuruyordu. Çeşme yalaklarına atılmış çürük marul yapraklarını toplayıp kemiren açlara, gecelik entarileri içinde kapı kapı dilenen hastane taburcularına, mezarlık aralarında müşteri gözeten dilenci fahişelere rastlanıyordu…” Güçlükle bir Nakşibendi tekkesine sığınırlar. Tekke insanlarıyla aynı çatı altında yaşamak, dinsel inançlarının zayıflamasına neden olur Ahmet Naim’in…
Halk açlıktan kırılırken, tekke şaşılası bir bolluk içindedir. Haftada iki kez rakılı şölenler düzenlenmektedir. Tekke ileri gelenlerinin savaş zenginleriyle yakın ilişkileri vardır. Ahmet Naim başkaldırır buna: Tekkenin şeyhinden aç halka yardım edilmesini ister. Ayrılmak zorunda kalırlar tekkeden. 1918 yılı kışında, Konya yolundadır. Ahmet Naim’in yazı serüveni Konya’da başlayacaktır. Bir akrabasının yanında geçirdiği bir buçuk yıl süresince bol bol okuyacak, Fransızcasını ilerletecek, yerel gazetelere mizah hikâyeleri yazacaktır. Mizah, düşündüklerini söyleyebileceği en elverişli yazı türüdür o sıralar Ahmet Naim için. 1920 yazında Zonguldak’tadır. 18 yaşındadır.
Tek isteği, ilk denemelerini başarıyla gerçekleştirdiği yazı yaşamını sürdürmektir. Sürdürür: Gündüzleri Devlet Hastanesi yapımında kazma sallar, geceleri okur ve yerel gazeteler için fıkralar, mizah hikâyeleri yazar. Katı dinsel inançları alaya alan ve salt bağımsızlık fikrini işleyen yazılardır bunlar. Bir süre sürer bu. Hastanenin yapımı biter, işsiz kalır. Bu kez kömür ocaklarını işleten Fransız sermayeli Ereğli Şirketi’ne başvurur iş için. Tercüman olarak alırlar. On iki yaşında garson yamaklığıyla başlayan yaşamının çeşitli serüvenlerden sonra tercümanlığa yükselmesi, Ahmet Naim’in ezen-ezilen savaşını daha iyi görmesini sağlar. Fransız sermayeli Ereğli Şirketi, işçiyi negrolar gibi çalıştırmaktadır. Çalışma koşulları, iş araçları ilkeldir. İşçiye giysi, yemek, yatacak yer verilmemektedir. İşçi parklarda, deniz kıyısındaki sandalların altında yatmaktadır. Ocaklardaki kaza oranı şaşılacak denli yüksektir; her gün üç-dört işçi ölmektedir.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Öykü
- Kitap AdıAteşnefes
- Sayfa Sayısı80
- YazarAhmet Naim
- ISBN9789750710988
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yaz Çırakları ~ Hamdullah Köseoğlu
Yaz Çırakları
Hamdullah Köseoğlu
Usta kalem Hamdullah Köseoğlu, çocukluğunu yaşayamayan çocukların sesi, yüreği oluyor. Yoksulluğun, işsizliğin, kan davasının… Kentlerin varoşlarına savurduğu, tatil kavramını çıraklıkla özdeşleştiren çocukların hikâyesi. Düşleri,...
- Sardalye Sokağı ~ John Steinbeck
Sardalye Sokağı
John Steinbeck
Steinbeck, İkinci Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı Sardalye Sokağı’nda savaşı unutmak istercesine sıradan insanların günlük hayatlarına odaklanıyor. Monterey’in Sardalye Sokağı, adını buradaki konserve fabrikalarından...
- Faust ~ Johann Wolfgang Goethe
Faust
Johann Wolfgang Goethe
Faust, yaşadığı çağın bütün bilimlerini öğrenmeye çalışan, bilgi ihtirası içinde kıvranan karamsar bir kişidir. Nefsiyle onca uğraşmasına rağmen mutluluğu bulamamış olmanın ıstırabıyla kavrulmaktadır. Şeytanı...