Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Vejetaryen
Vejetaryen

Vejetaryen

Han Kang

2016 Uluslararası Man Booker Ödülü 2016’nın En İyi Kitapları Seçkisi (New York Times Book Review, Entertainment Weekly, Publishers Weekly, Time, Buzzfeed, Bookpage, Huffington Post)…

2016 Uluslararası Man Booker Ödülü
2016’nın En İyi Kitapları Seçkisi
(New York Times Book Review, Entertainment Weekly, Publishers Weekly, Time, Buzzfeed, Bookpage, Huffington Post)

Rüyalar başlamadan önce Yonğhe ve kocasının hayatları gayet sıradandı.
Evliliğin tekdüzeliğinde normal bir yaşam sürerlerken,
Yonğhe rüyalar görmeye başladı ve vejetaryen olmaya karar verdi.
Evdeki tüm etleri bir torbaya doldurdu.
Kalamarları. Yumurtaları.
O hafta kocası, iş yerine ilk kez ütüsüz bir gömlekle gitti.
Bu, korkunç değişimin başlangıcıydı.

Han Kang bizleri cinselliği, şiddeti, ilişkilerimizi ve saplantılarımızı sorgulayacağımız rahatsız edici bir yolculuğa çıkarıyor.

“Derinize nüfuz edecek ürkütücü bir evrenselliğe sahip.”
-Laura Miller

“Kang, insan beyninin ve bedeninin dayanabileceği sınırları ve
vahşetin en uç biçimlerinde bile görülebilen tuhaf güzellikleri araştırıyor.”
-Entertainment Weekly

*

Karım vejetaryen oluncaya dek onun özel bir insan olduğunu hiç düşünmemiştim. Dürüst olmak gerekirse, ilk gördüğümde bana hiç de çekici gelmemişti. Orta boyu, ne uzun ne kısa saçları, ölü hücrelerle dolu soluk cildi, çıkık elmacık kemikleri, modern görünmekten korkuyormuşçasına sade kıyafetleri bilmem gereken her şeyi özetliyordu. Gördüğüm en sade siyah ayakkabılarla beklemekte olduğum masaya doğru yaklaşmıştı, ne hızlı ne yavaş, ne güçlü ne mecalsiz adımlarla.

Onunla evlenmem, özel bir cazibesinin olmamasının yanı sıra belli bir eksikliğinin de görünmemesinden ötürüydü. Herhangi bir canlılık, cazibe ya da zarafet göremediğim karımın pasif karakteri her hâlükârda bana uyuyordu. Kalbini çalmak için fazla bilgiliymişim gibi davranmama gerek yoktu, randevu saatine geç kalacağım diye telaş yapmam gerekmiyordu ya da acaba beni moda dergilerinde yakışıklı erkeklerle kıyaslıyor mu diye endişelenmiyordum. Otuzuma yaklaşınca ortaya çıkan göbeğim, çabalasam da kaslı hale getiremediğim ince bacak ve kollarım, kimsenin bilmediği aşağılık kompleksime sebep küçük cinsel organım bile onun kafasına takmadığı şeylerdi.

Hayatta her daim orta yola yatkın olmuşumdur. Küçükken, kendi yaşıtlarımdan ziyade benden iki üç yaş küçük veletlerle dolaşarak onlara liderlik etmiş, büyüyünce ihtiyaçlarıma uygun bir burs alabileceğim üniversiteye başvurmuştum. Sonunda, çok da mükemmel olmayan yeteneklerimi değerli gören küçük bir firmada, öne çıkamayacak kadar az ama düzenli maaş alabilmekle yetinmiştim. Bu yüzden, dünyadaki en sıradan kadın olarak gördüğüm kadınla evlenmem doğaldı. Güzel, zeki, çarpıcı şekilde şehvetli, ya da zengin bir ailenin kızı gibi kadınlar, baştan beri benim için sadece rahatsızlık verici varlıklardı.

Beklentilerime uyan karım, sıradan bir eş olma görevini sorunsuzca yerine getirdi. Her sabah saat altıda kalkıp pilav, çorba ve bir parça balık pişirip sofrayı kurar, bekârlıktan beri yaptığı kısmi zamanlı işle az da olsa aile bütçesine yardımcı olurdu. Bir yıl boyunca gittiği bilgisayar grafik kursunda eğitmen yardımcısı olarak çalışmıştı ve çizgi romanlarda konuşma balonlarına metin yerleştirme gibi taşeron işleri evde hallederdi.

Karım çok konuşan biri değildi. Benden nadiren bir şey isterdi, eve geç gelmelerimi kavgaya dönüştürmezdi. Tatil günlerimiz rast geldiğinde dahi dışarı çıkmayı önermezdi. Öğleden sonraları, elimde uzaktan kumandayla tembellik yaptığım zamanlarda odasına kapanırdı. Herhalde kitap okurdu; karımın hobi denilecek tek uğraşı kitap okumaktı ve bu kitapların çoğu kapağını bile açmak istemeyeceğim, sıkıcı görünen şeylerdi. Sadece yemek saatinde, kapısını açıp odasından çıkararak sessizce yemek hazırlardı. Doğrusu, böyle bir kadınla yaşamanın ufuk açıcı olmasına imkân yoktu. Öte yandan, günde birkaç defa iş arkadaşı ya da diğer arkadaşlarını telefonla arayan, düzenli aralıklarla dırdır edip gürültülü karı koca kavgalarına sebep olan kadınlar bana yorucu geldiğinden, karımın bu haline şükrediyordum.

Karımın herkesten farklı, dikkat çekici tek bir özelliği varsa, o da sutyen takmayı sevmemesiydi. Kısa ve durgun geçen flört döneminde, bir keresinde tesadüfen elimi sırtına dokundurmuş ve kazağının altında sutyen askısının olmadığını anlayıp biraz heyecanlanmıştım. Acaba bana bir mesaj mi vermek istiyor diye bir iki dakika daha dikkatli bakmış, hareketlerini gözlemlemiştim. Gözlemin sonucu, kesinlikle ne bir mesaj verdiği ne de bir sinyal gönderdiğiydi. Peki neydi, tembellik ya da duyarsızlık mı? Anlayamıyordum. Hayır, sutyensiz gezmeye uygun, biçimli göğüsleri olduğundan da değil. Dolgulu bir sütyen takmasını tercih ederdim, en azından arkadaşlarımla tanıştırmaya yüzüm olurdu.

Evlendikten sonra karım evde asla sütyen takmadı. Yazın kısa süreliğine dışarı çıkarken, yuvarlak meme uçları belli olmasın diye onu takmaya ikna ettiğimde bile, evden çıktıktan hemen sonra kopçasını açıyordu. Üzerine açık renkte, ince ya da dar bir şeyler giydiğinde açık kopça gayet bariz göründüğü halde hiç umursamazdı. Paylamaya çalıştığımda, sütyen takmak yerine kavurucu sıcaklarda bile üzerine bir yelek geçirmeye başladı. Bahanesi ise daraldığı, sütyen göğsünü sıktığı için dayanamadığıydı. Hayatımda hiç sütyen takmadığım için ne kadar bunaltıcı olduğunu bilmemin imkânı yoktu tabii. Yine de, karım dışında çokça kadının sütyene karşı bir tavrı olmadığını biliyordum ve karımın aşırı hassaslığıyla ilgili şüphe duymaya başlamıştım.

Bunun dışında her şey pürüzsüzdü. Bu yıl evliliğimizin beşinci yılına girdik ama baştan beri deliler gibi âşık olmadığımızdan, evliliği bir çileye dönüştüren o yorgunluk, sıkıcılık evresine düşmedik. Geçen yılın sonbaharında bu evi alıp taşınıncaya kadar çocuk yapmayı ertelediğimizden, evin içinde “ba-ba” diye seslenen bir çocuğun sesini yavaştan duyma zamanı gelmedi mi diye düşünmeye başlamıştım.

Geçtiğimiz şubat ayında bir gece yarısı, karımı geceliğiyle mutfakta dikilirken buluncaya dek, hayatımızın böyle korkunç şekilde değişebileceğini hiç düşünmemiştim.

“Öyle dikilip ne yapıyorsun?”

Banyonun ışığını açacakken durup sordum. Saat gece dört civarıydı. Toplantı yemeğinde içtiğim yarım şişe soju yüzünden hem sıkışma hem de susama hissiyle uyanmıştım.

“Hi? Ne mi yapıyorum?”

Buz gibi soğuğu iliklerimde hissederek karımın olduğu tarafa baktım. Karım kıpırdamadan dikilmiş buzdolabına bakıyordu. Onu öyle görünce uykum kaçmış, üşümemse geçmişti. Karanlıkla bütünleşmiş yan profilindeki ifadeyi tam seçemiyordum ama bir şeyler dehşet vericiydi. Gür ve boyasız siyah saçları dağınık, kabarıktı. Ayak bileklerine kadar uzun beyaz geceliğinin etekleri her zaman olduğu gibi biraz kıvrılmıştı.

Yatak odasına nazaran mutfak oldukça soğuktu. Çok çabuk üşüyen karım, normalde alelacele üzerine bir hırka geçirmiş, ayaklarına da tüylü terliklerini giymiş olurdu; ne kadar zamandır orada öylece duyuyordu ki? Çıplak ayakla, ilkbahar ve sonbaharda giydiği ince geceliğiyle hiçbir şey duymuyormuşçasına dimdik duruyor, sanki buzdolabının orada, benim göremediğim birine ya da bir hayalete bakıyordu.

Neydi bu? Hep duyduğum uyurgezerlik mi?

Taş bir heykel gibi kımıldamadan duran karıma yaklaştım. “Ne oldu? Ne bu şimdi?”

Elimi karımın omzuna koyduğumda hiçbir tepki vermemesi şaşırttı. Kendini kaybettiğinden değil; benim yatak odasından çıkışımın, sorumun, kendine yaklaştığımın, yani tüm bunların bilincindeydi. Yalnızca umursamamıştı. Gece yayınlanan dizilere bazen kendini kaptırıp eve girişimi duyduğu halde umursamadığı gibi. Ancak gece yarısı saat dörtte, karanlık mutfakta, dört yüz litrelik buzdolabının beyaz kapısının önünde öylesine dalacak ne olabilirdi ki?

“Canım!”

Karımın karanlıkta görünen yüzüne yandan baktım. Parlak ama soğuk gözlerini, dudaklarını sertçe ısırırkenki bu halini ilk kez görmüştüm.

“…Bir rüya gördüm.”

Sesi sertti.

“Rüya mı? Tanrı aşkına ne diyorsun sen? Saatin kaç olduğunun farkında mısın?”

Bana doğru dönüp kapısı açık yatak odasına yavaş yavaş yürüdü. Eşikten geçince kolunu arkaya doğru uzatıp sessizce kapıyı kapadı. Tek başıma karanlık mutfakta kalakaldım ve onun beyaz siluetini yutan kapıya baktım.

Banyonun ışığını açıp girdim. Sıfırın altındaki soğuk, günlerdir devam ediyordu. Birkaç saat önce duş aldığımdan plastik terlikler hâlâ soğuk ve ıslaktı. Küvetin üstündeki kararmış havalandırma girişinden, zemin ve duvarlardaki beyaz fayanslardan zemheri soğuğun ıssızlığı hissediliyordu.

Yatak odasına girdim, karımın büzülerek uzandığı tarafta hiçbir ses yoktu. Sanki odada tek başınaydım. Tabii bu benim kuruntumdu. Sessizce durup kulak verince hafif nefesini duyabildim. Yine de bu uyuyan birinin nefes alıp verişine benzemiyordu. Elimi uzatsaydım onun sıcak tenine dokunabilirdim. Ancak nedense dokunmak istemedim. Onunla konuşmak bile içimden gelmemişti.

Örtünün altında gözlerim açık ve gerçeklikten henüz uzakken, beyaz perdeden sızarak odayı dolduran kış güneşinin ışıltısına boş boş baktım. Kafamı hafifçe kaldırıp duvar saatini görür görmez hızla fırlayıp kapıyı tekmeleyerek çıktım. Karım mutfaktaki buzdolabının önündeydi.

“Delirdin mi? Neden uyandırmadın? Saate bak ka-“

Yumuşak bir şeye basınca cümlemi yarıda kestim. Gözlerime inanamıyordum.

Saçı başı dağılmış bir halde, üstünde geceliğiyle çömelmiş oturuyordu. Karım tam ortadaydı ve beyaz siyah çöp poşetleriyle plastik buzdolabı poşetleri adım atılamayacak şekilde mutfağa yayılmıştı. Şabı şabı yemeği için hazırlanmış dana eti ve samgyobsal için ince ince kesilmiş domuz eti, iki çift büyük dana paçası, hijyenik poşetlerdeki kalamarlar, köydeki kayınvalidenin bir süre önce gönderdiği temizlenmiş yılan balığı, sarı çamaşır ipleriyle bağlanmış kuru sarıağız balıkları, paketi daha hiç açılmamış dondurulmuş Kore mantısıyla içinde ne olduğunu anlayamadığım daha bir sürü poşet ve ıvır zıvır. Hışırtı sesleri eşliğinde karım büyük çöp torbasına tüm bunları tek tek atmaktaydı.

“Ne yapıyorsun sen şimdi!”

Sonunda kendimi kaybedip avazım çıktığı kadar bağırdım.

Varlığımı dün geceki gibi görmezden gelerek et parçalarını çöp torbasına koymaya devam etti. Dana ve domuz eti, parçalara ayrılmış tavuk, en az iki yüz bin wonluk o güzelim yılan balıkları. “Sen kendinde misin? Bunları neden atıyorsun?”

Poşetlerin üzerinden hızla geçerek karımın bileğini kavradım. Tahmin ettiğimden daha güçlüydü ve ancak kendimi zorlayınca plastik poşeti bıraktırabildim. Kızaran sağ bileğini sol eliyle ovuşturarak her zamanki sakin tonla konuştu.

“Bir rüya gördüm.”

Yine aynı hikâye… Yüz ifadesinde değişiklik olmadan gözlerime baktı. Tam o sırada telefonum çaldı.

“Kahretsin!”

Dün gece salondaki kanepeye fırlatıp attığım paltomu yoklamaya başladım. Son baktığım cepten zırıldayan telefonu çıkarıp kapağını kaldırdım.

“Özür dilerim. Ailevi acil bir iş çıktığı için… Gerçekten çok özür dilerim. En kısa zamanda orada olacağım. Yok hayır… Hemen gelebilirim. Biraz… Hayır değil. Öyle yapmayın lütfen. Biraz daha bekleyin. Gerçekten özür dilerim. Evet, söyleyecek sözüm yok…”

Telefonun kapağını kapatıp hızla banyoya koştum. Aceleyle traş olurken iki yerden yüzümü kestim.

“Ütülediğin bir gömlek de mi yok!”

Cevap yoktu. Küfürler savurarak banyonun önündeki kirli çamaşır sepetinden dün attığım gömleği buldum. Şükür ki çok bu ruşmamıştı. Kravati atkı gibi boynuma atıp çorap giyerken, ajandamla cüzdanımı alırken bile karım mutfaktan çıkmadı. Beş yıllık evliliğimiz boyunca ilk kez karımın yardımı ve uğurlaması olmadan işe gitmek zorunda kalmıştım.

“Delirmiş bu. Tamamen üşütmüş!”

Bir süre önce aldığım ve hâlâ ayağımı sıkan kösele ayakkabıları ayağıma geçirdim. Kapıyı çarparak çıktım, asansörün en üst katta olduğunu görünce üç katı merdivenlerden koşa koşa indim. Tam hareket etmek üzere olan metroya atladığım an karanlık pencereden yansıyan yüzümü gördüm. Saçlarımı toparlayıp kravatımı bağladım, gömleğin buruşuk kısımlarını elimle düzelttim. Karımın tüyler ürpertici sakin suratı, sert sesi aklıma o an geldi.

“Bir rüya gördüm,” demişti, tam iki kez. Pencerenin ardındaki karanlık tünelde karımın yüzü belirdi; onun yüzüydü fakat ilk kez gördüğüm biri gibi yabancıydı. Müşteriye söyleyeceğim bahanelerle bugün tanıtımını yapacağım plan tasarımını otuz dakika içinde toparlamam gerektiğinden karımın tuhaf hareketleri hakkında daha fazla düşünmeye zamanım yoktu. Yalnızca, “Ne olursa olsun bugün eve erken dönmem gerekecek,” diye kendi kendime tekrarladım, her ne kadar başka bir bölüme geçtiğim birkaç aydan beri tek bir akşam bile gece yarısından önce işten çıkamamışsam da.

Karanlık bir orman. Kimsecikler yok. Sivri yapraklı ağaçların arasından geçeyim derken yüzümü, kollarımı yaralıyorum. Burayı hatırlıyor gibiyim ama şimdi yolumu kaybettim. Korkuyorum. Üşüyorum. Donmuş bir vadiden geçip ahır benzeri beyaz bir yapı görüyorum. Kapı niyetine girişe asılmış saz hasırı kaldırıyorum. İşte, içerideyim. Yüzlerce, büyük ve kıpkırmızı et parçası upuzun bambu çubuklara asılı. Bazılarından kırmızı kan yere damlamakta hâlâ. Bitmek bilmeyen et parçalarını geçiyorum ama karşı tarafta bir çıkış yok. Üzerimdeki beyaz elbise tamamen kanla ıslanıyor.

Oradan nasıl çıkabildiğimi bilmiyorum. Vadiden geçip koşuyorum, koşuyorum. Aniden orman aydınlanıyor ve bahar güneşiyle ağaçların yeşili canlanıyor. Her taraf küçük çocuk dolu, lezzetli kokular geliyor. Çokça aile piknik yapmakta. Gördüğüm manzara cümlelerle anlatılamayacak kadar ihtişamlı. Dere şırıl şırıl akıyor, kıyısında yere hasır serip oturmuş insanlar, gimbab yiyen insanlar.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Cadı ~ Yasmine GalenornCadı

    Cadı

    Yasmine Galenorn

    “Hayat dolu, seksi ve büyüleyici.” Romantic Times “Kesinlikle muhteşem.” Mary Janice Davidson “İlgi uyandıran, esprili bir kitap. Elimden bırakamadım.” Condace Havens “Cadı, seksi, fantastik,...

  2. Michael – Çocuksu Topluma Gençlik Kitabı ~ Elfriede JelinekMichael – Çocuksu Topluma Gençlik Kitabı

    Michael – Çocuksu Topluma Gençlik Kitabı

    Elfriede Jelinek

    Nobel Edebiyat Ödüllü Elfriede Jelinek, erken dönem romanı Michael’de savaş sonrası ortaya çıkan kitlesel medyanın muzip dilli bir eleştirisini yapıyor. Jelinek, Michael’de “gençlik romanı”...

  3. Genç Prens’in Dönüşü ~ Alejandro Guillermo RoemmersGenç Prens’in Dönüşü

    Genç Prens’in Dönüşü

    Alejandro Guillermo Roemmers

    O büyüseydi ne olurdu? Bir gence dönüşseydi? Yine masumiyetini koruyabilir miydi? Günümüz dünyasının yiten değerlerine, savaşlara, yaşanan acılara ve hastalıklara nasıl cevap verirdi? İşte...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur