“Gırç, gırç, gırç. Uykuma karışan dikenli gıcırtılarla kaskatı bir halde uyanıyorum. Salıncaktaki arkası dönük çocuk. Sesler salondan geliyor. Gırç, gırç, gırç. Yatakta büzüşüp kalıyorum. Kalkıp bakarsam, onu salonun ortasında sallanırken bulacağımı düşünüyorum. İçeride olmasına rağmen saçları uçuşarak.”
“Gırç, gırç, gırç. Bu düşünce beni dehşete düşürüyor. Tuhaflıklara evde rastlamak yeni bir aşama olur çünkü. Eve kaçmak işe yaramaz o zaman. İlk şoku atlattıktan sonra, en azından aynı odada değiliz diye rahatlıyorum. Gidip bakmazsam endişelenecek bir şey yok. Başka odada olması, başka evde, başka şehirde, başka ülkede olmasından farksız. Sonuçta görüş alanımda değil. Ritmi düzenli gıcırtıları ninni gibi dinleyerek yeniden uykuya
dalabilirim.”
Sinemacı olma hayaliyle yola çıkıp, kendini sansürcü olarak bulan bir kurgu operatörü. Çalıştığı kanaldaki görevi “sakıncalı” görüntüleri kesmek, mozaiklemek, silmek. Monitörde akan sahnelere müdahale ederken, hayatının kontrolünü kaybetmeye başlar. Kurgu karışır. Beklenmedik anlarda, dehşet verici manzaralar çıkar karşısına. Olmaması gereken sahneler. Mesleğinin yan etkisi olduğundan şüphelendiği bu görüntülere “tuhaflıklar” adını verir. Sinir uzmanına görünüp ilaçlı kafayla başı önünde gezinmek veya yakınlarına anlatıp onları endişelendirmek istemez. Niyeti kendi kendine çözmektir. Donup kalır. Görmezden gelir. Üstüne gider.
Hakan Bıçakcı’dan Silinmiş Sahneler. Bugün burada yaşamanın, sürekli haberdar olmanın, her şeyi görmenin, hiçbir şey yapmamanın yorgunluğu.
1
Beni temsil eden mavi noktaya bakıyorum. Telefon ekranının ortasındaki. Pastel tonlardaki haritanın devamında, ters damla formunda parlayan kırmızı işarete ulaşmaya çabalayan. Belli belirsiz bir hareketle, kesik kesik. Soluk turuncu sırt çantamdan dışarı uzanan kararmış sarı kabloya bağlı telefon elimde. Pili bitmek üzere olduğundan taşınabilir şarj aletine bağlı. Diğer elimde sinir bozucu derecede parlak, kıpkırmızı, devasa poşet. Aniden kararan hava buz kesiyor. Sert rüzgâra, insanın suratını kamçılayan pis bir sulu kar ekleniyor. Haritada olmayan, sanki yalnızca bana görünen kupkuru bir süs havuzu var karşımda. Fışkıran sulara renk vermek için tasarlanmış ışıklar titrek bir coşkuyla, kendi kendine yanıp sönüyor. Tedirgin adımlarla yürümeye devam ediyorum. Nihayet karşımdaki manzarayla ekrandaki plan uyumlu bir hal alıyor. Kendime tepeden bakıyorum. Kararlı bir şekilde sola dönüyorum. Beni temsil eden mavi nokta da dönüyor. Kırmızı işarete doğru emin adımlarla ilerliyorum. Sokak bomboş. Kedi bile yok. Kapalı kırtasiye. Camında fosforlu harfler. Yazdan kalma, soluk dondurmacı şemsiyesi. Terk edilmiş gibi görünen emlakçı. Yeşil floresanlı kasap vitrini. Dana olduğunu tahmin ettiğim hayvanın koca gövdesi metal kancaya asılmış. Dört bacağı da kökünden kesilmiş. Kafası uçmuş. Derisi soyulmuş. Mora çalan pembe bedeniyse bütünlüğünü koruyor.
Gözüm karanlık sokağın ortasındaki bu başsız büyükbaş hayvana takılıyor. Floresanın yeşili sanki koyulaşıyor. Adımlarım ağırlaşıyor. Ve o anda, hiç beklemediğim o anda, saniyeler içinde olup bitiyor her şey. Et hareketleniyor. Can çekişir gibi, kurtulup kaçmak ister gibi kıvranıyor asılı olduğu yerde. Öyle belli belirsiz seğirtmeler değil, bir o yana bir bu yana kırılıyor bedeni. Göz yanılması olamayacak kadar büyük bir gösteri. Boğuk gümbürtülerle vitrin camına çarpıyor. Midemde benzer bir kıpırdanma. Boynumda ani bir kasılma. Omuriliğimde buz gibi bir titreme. Ağzımda sıcak kan tadı. Panik halinde yanağımı ısırdığımdan. Çırpınan et yavaş yavaş duruluyor, duruluyor ve kıpırtısız kalıyor. Tamamen sabit. Her an tekrar debelenmeye başlayacak gibi.
Beynim vücuduma aynı anda kaçmayı ve donup kalmayı emrediyor. Depara kalkarcasına kasılıp kalıyorum veya kasılıp kalırcasına depara kalkıyorum. Tam olarak ne yaptığımı bilmiyorum ama bir şekilde oradan uzaklaşıp kırmızı hedefe varmayı başarıyorum. Haritayı kapatınca tepemdeki hayalet helikopterden kurtuluyorum. Teyzemin dairelerinden birine yeni taşınmış olduğu çok katlı, bej renkli ruhsuz apartman bozuntusu az ileride. Sanki hafif yamuk duruyor. Arayıp hangi zile basacağımı bilemediğimi söylüyorum. “Üçüncü kat canım.” Kapının otomatiği manasızca yüksek bir sesle cazırdıyor. Demir kapı göründüğünden çok daha ağır. Geçebileceğim kadar itiyorum. Binanın girişi arapsabunu kokuyor. Durup biraz soluklanıyorum. İçimdeki titreme hali kayboluyor. Midem dinginleşiyor. Daha iyiyim şimdi. Çok daha iyi. Mermer basamakları tırmanırken apartmanın ışıkları sönüyor. Teyzem kapıda.
Arkasında aydınlık dairesi, önünde karanlık apartman boşluğu. Ters ışıkta. Bir an için eski bir Iron Maiden konserindeki Bruce Dickinson’ı görüyorum karşımda. Dar, bordo deri pantolon. Kalın, taşlı kemer. Kâkül kesilmiş, kestane rengi uzun saçlar. Kolsuz, leopar desenli bluz. “Run to the hills!” diye ortalığı inletmeye hazırlanıyor sanki gürül gürül bir sesle. “Hoş geldin, canım benim,” diye bağırıyor. Sarılıyoruz. İçerden yükselen tanıdık uğultuya bakılırsa herkes gelmiş. Tüm aile. Teyzemin yeni evine, hayırlı olsun ziyaretine. Yüzümde dehşet dolu bir ifade olmalı ama teyzem beni her zamanki gibi karşılıyor. Ayakkabılarımı çıkarmadan girebileceğimi söylüyor. Çamur içindeler. Çıkarıyorum. Ev hediyesini sırılsıklam olduğu için iyice parlamış olan kırmızı poşetinden sıyırıyorum. Bu koca poşetten kurtulduğum için mutlu oluyorum. Çok kısa süren bir mutluluk.
“Canım ne gerek vardı.”
“Annemden tüyo aldım biraz.”
“Ay anladım galiba, harikasın.”
İçeri geçiyorum. Daha romantik aydınlatmalı hastaneler görmüştüm. Neden bu kadar çok ışık ve neden bu kadar beyaz? Beyaz masa örtüsü göz alıyor. Hepsi sofrada. Annem, babam, teyzeler, dayı, amca, yenge, kuzen. Biri kalkıp şapur şupur öpüyor. Biri bunu yaptı mı gerisi gelir. Sırayla, uzun uzun, bastıra bastıra, tükürüklü tükürüklü dadanıyorlar yanaklarıma. “Yeter ki ıslak ıslak, öpme öyle!” Herkesin ne yapması gerektiği belli. Sofradaki tek boş tabak, varılacak yeni bir nokta. Sesi tamamen kısık televizyonda yerli yetenek yarışması var. Teyzem tabaklarımıza servis ettiği veya masaya getirdiği her şeyi “Bu sefer o kadar iyi olmadı,” “Geçen yaptığım daha lezzetliydi,” “Biraz kuru olmuş sanki ama,” gibi yorumlarla beğenimize sunuyor. Hep böyle yapar. Her lokmayı daha iyi ihtimalinin hayali refakatinde çiğneriz onun sofrasında. Bir tür savunma mekanizması mı, hep bana denk gelen ebedi bir talihsizlik mi bilemiyorum. Dayım da tabağında ne olursa olsun, yarı memnuniyetsiz bir iştahla, “Bunu asıl şurada yiyeceksin,” diyen adamlardan. Konu yemek içmekse masanın sabit uzmanı. Şimdiyse bana sarmakla meşgul: “Nasıl gidiyor şantaj-montajcı?” Sadece gülümsüyorum.
Sinir bozukluğuyla. Yakın akrabam ama işte yakınım değil. Yakınım olsaydı, gülümsememin içindeki sinir bozukluğunu seçebilirdi. Gür bıyığı minik ağzını tamamen kapatıyor. Neşeli sesi sanki karnından geliyor. En iyi yemeklerle dolu karnından. Çorba, az önce panikle ısırıp kanattığım yanağımı sızlatıyor. Anlık bir acıyla gözlerim kararıyor. Vitrinde debelenen et. Kafamın içinde çırpınan bu görüntüden sıyrılmalıyım. Masadakilerden biri olmalıyım. Sohbete karışmalıyım. Yediklerimle ilgili yorumlar yapmalıyım. Uzanıp zeytinyağlılardan alıyorum. “Dolma nefis olmuş,” diyorum laf olsun diye. “O dolma değil yalnız sarma,” diye bozuyor ukala kuzenim. Gıcıklığını yüzüne vuran bir ifadeyle bakıyorum. Doğru söylüyor.
Sarmayla dolmayı hep karıştırırım. Halbuki adları asla karıştırılmayacak kadar basit bir şekilde tarif ediyor görüntülerini. Karşımda oturan halam ne içeceğimi soruyor. Kendisiyle fazla meşgul insanların huzursuzluğu var üzerinde. Dudaklarındaysa vıcık vıcık bir ruj. Fırfırlı krem rengi gömleği lahana turşusu gibi. Saf ipek. Saf ipek dediğin, böcek salyası. “Bira alırım varsa.” Biradan kocaman, köpüklü bir yudum alıyorum. Maalesef çok soğuk değil. Son anda hatırlanıp buzdolabına atılmış. Yine de iyi geliyor. Özellikle sızlayan yanağıma. Bir yudum daha alıp ağzımda tutuyorum. Bardağı da çaktırmadan yanağıma yaslıyorum. Halimi yadırgayan gözlerle bakan babama yakalanınca bir yudum daha alıp gülümsüyorum. Biraz sonra salona ağır bir koku çöküyor. Tahmin ettiğim gibi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıSilinmiş Sahneler
- Sayfa Sayısı172
- YazarHakan Bıçakcı
- ISBN9789750532757
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yiten Bir Aşkın Şarkısı ~ Eyüp Aygün Tayşir
Yiten Bir Aşkın Şarkısı
Eyüp Aygün Tayşir
Aynı gün içinde ikinci kez duyduğu bu şarkı Alper’e iki mutlak inanç yerleştirdi: Bir şarkı belirli bir bağlam içinde dinlenildiğinde evvelce yaratmadığı etkileri yaratıyor...
- Köhne ~ Ethem Baran
Köhne
Ethem Baran
“İnsanlık böyle belli olur kardeşim. İnsanlık küçük şeylerin altına saklanır. Sen başka yerde ararsın. Gözünün önündedir, görmezsin. Bakmasını bilmezsen görmezsin tabii. İnsanlığı nerede arayacağını...
- Kırgınlığın Kuytusunda ~ Sedef Betil
Kırgınlığın Kuytusunda
Sedef Betil
“Esra saçlarını düzeltti, şarabı elinde arkasına yaslandı. Berk ve ben gelen geçenle laflayıp şakalaştık. Sonra birden biz fark etmeden o da sohbete dahil oldu,...