“Binnaz Enver Hanım’ın Çayları ve Kocası” adını verdiğimiz kitapta, 1927-1940 yılları arasında yazılmış ve ilk kez 1983’ten sonra çıkan öykü kitaplarında yer almış Esendal öykülerini okuyacaksınız.
“Her şey onun hikâyesinde bir dilimdir, bir yaşam kesitidir. Bunu allayıp pullamaz, süsleyip püslemez, olduğu gibi aktarır okura.”
(Tarık Dursun K.)
“Okuyun Esendal’ı, göreceksiniz, ezilmiş insanlar dünyasının köşesinde bucağında sıkışıp kalmış, memurundan ev kadınına, aldatılmış karıdan kocasına kadar nice insanlar çıkacak karşınıza, bir sıcak, bir içten anlatımla.”
(Vedat Günyol)
“Memduh Şevket Esendal dilin arılaşmasında, halk diline yaklaşmasında büyük katkıları olmuş bir yazarımızdır. Görevleri gereği, en yüksek orunlara ulaştığı halde, daha çok küçük insanların, küçük olayların öykülerini yazmıştır.”;
(Muzaffer Hacıhasanoğlu)
“Sanat yolunda acelesi, ün kazanmak için telaşı olmamıştır. Sanatçı kişiliği hiç göze çarpmadan, kendisi de bunu isteyip aramadan, 1948 yılına kadar bir yeraltı suyu gibi aktı geldi.”
(Tahir Alangu)
Bozdayı
Dağ köylerinden birinde bir cinayet olmuştu. Köylülerin Bozdayı dedikleri ihtiyar bir adamla karısını, bir gece, yorgana sarıp üstünden bıçaklayarak öldürdüler. Köylüler, bu cinayeti, Bozdayı’nın güveysi berber Hâfız’dan ve Bozdayı’nın çocukları İbrahim, Mustafa ve Deli Hüseyin’den bildiler. Hükümet tahkikat yaptı. Bunları tutup hapsettiler. Lakin, Mustafa’nın kaynatası İbrahim Hoca çalıştı, kasabadan Bilal Efendi’yi avukat tuttular. Altı ay, bir sene dava sürdü. Bir hayli paralar harcadılar. Neticede kurtuldular. Resmen bir şey tahakkuk etmediyse de, köylüler, fikirlerinde sabit kaldılar. Hatta, İbrahim Hoca’nın da işten haberdar olduğunu iddia edenler oldu. İşin üstünden iki sene geçtikten sonra, bir gün, köye, Bozdayı’nın en küçük oğlu Ali, askerliğini bitirmiş, geldi. Babası ve kardeşleri gibi iri kemikli, uzun boylu, soluk esmer renkli, çakır gözlü, ağır tavırlı, az konuşur bir delikanlıydı. Gidip eski arkadaşlarından Halil’in evinde misafir oldu.
İş güç yok. Elde para yok. Babasından kalan üç beş parça tarla varsa da onları da kardeşleri sürmüşler. Harman gelirse, buna da bir pay verecek oldular. Eniştesi berber Hâfız hilekâr, oyuncu, düzenci bir adam. Onun sakin duruşundan, hiçbir şey dememesinden korkar, şüphelenir oldu. Ona sokulmak, onu kendi yanına almak istedi. Ali kaçtı, sokulmadı. Hiçbir şey de demedi. Bir gün, bir ikindi vakti, hayvan yerinde, Karayazı Çiftliği yozcusuna tesadüf etti. Onu, Hasan Kâhyaların duvarı dibine götürdü, ikisi bellerini duvara dayayıp çömeldiler. Ali sordu: — Ne dersin Mehmet? dedi. Babamı, anamı sahi ağalarımla bu berber mi tepelediler? Mehmet, müspet cevap vermedi. — Gayri kim vuracak!.. dedi. Yani, etrafta, bu cinayeti yapacak kimse bilinmiyordu. Yozcu Mehmet, bu kırlarda kimlerin dolaştığını biliyor. Bu cinayeti yapacak kimseyi tanımıyordu. İlave etti:
— Berberin işine benzer, dedi.
Vakıa kat’i bir şey söyleyemiyordu; ama, kır adamları hükümlerinde yanılmazlar. Bu defa Mehmet sordu:
— Sen kırlayacak mısın?
Öteki başıyla tasdik etti.
— Berberin, Mustafa’nın kaynatasının hükümette elleri var!
dedi.
Ali, hiç cevap vermedi. Kararını vermişti. Dağlar ona mesken!..
Allah’ın ormanlarında, bozkırlarında hükümet adama ne yapacak?
— Çavuşun Mehmet’i yanına al!
— O kaçakçılık ediyor, gelmiyor, dedi, başka bir şey de söylemedi. Ayrıldılar.
Bir gün sonra, onu köy içinde, omuzunda bir mavzerle gördüler. Kardeşlerinde, eniştesinde hayli telaş oldu. O gece, İbrahim Hoca’nın evinde toplandılar. Gidip şehre, hükümete haber verecek oldular, Mustafa mâni oldu. Ortada hiçbir şey yokken ne haber vereceksiniz, dedi. Ali’nin nerde yatıp kalktığını kimse bilmiyor. Kırda, mandıralarda, orada burada gezdiği zannolunuyor. Hiç kimsenin şüphesi yoktur ki dağa çıkacaktır. Bir gün, bir öğle vakti, berberin kapısını vurdu. Ablasını çağırdı ve dedi ki: — Ben eniştemi, ağalarımı tepeleyeceğim. Ona söyle, kendini korusun! Kadın, arkasından bağırdı, çağırdıysa da kulak vermedi. Çekti gitti. Berikiler de tedbir aldılar. Berber, işini şehre kaldırmayı bile düşündü.
Gece sokağa çıkamıyor, evlerinde yatamıyorlar. Bütün gece ot lodaları dibinde, ahırlarda, yemlik içinde barınıyorlar. Hükümete haber verdiler. Ali’yi takip için jandarmaya emir verdirdiler. Lakin, bütün bu tedbirlere rağmen, bir gün güpegündüz, Deli Hüseyin’i köyün kenarında, arpalık hendeğinin içinde hem tüfek hem bıçakla vurulmuş, öldürülmüş buldular. Berber Hâfız, çoluğunu çocuğunu kaldırdı, şehre kaçtı. İbrahim’le Mustafa köyde kaldılar. Kendilerini korumakta dikkatli olmaktan başka bir şey yapamadılar. Jandarmalara, takip için daha şiddetli emirler verildi.
Aradan az zaman geçti. Kopuklardan Salih isminde birinin de dağa çıktığı duyuldu. Bunları, Ali’yi öldürmek için Mustafa’nın çıkardığını söylediler. Aradan bir hafta daha geçti. Salih, Bozapa Mandırasını basmış, çobanları dövmüş haberi duyuldu. Çobanın birini arabayla getirmişler. Bozapa Beyleri, jandarma zabiti Nihat Bey’e geldiler, şikâyet ettiler. Kaymakama çıktılar. Salih’i, Dağköylü Mustafa’nın beslediğini, kardeşinin korkusundan bu itlere ekmek yetirdiğini söylemeğe başladılar. Mustafa’nın kaynatası İbrahim Hoca, âbâni sarıklı, sürmeli gözlü, dindar, âkil, kâmil bir adamdır. Sadri Bey’i ziyaret etti, anlattı. Çobanın hekim parasını, ilaç parasını boyunlarına aldılar. Aradan çok zaman geçmedi, bir gece, bir yaz gecesi, İbrahim Hoca’nın ağıllarını ateşe verdiler. Ağıllar yandı, gitti. İbrahim Hoca, damadı Mustafa, İbrahim, kasabada, berberin evinde toplandılar. Salih’in beceremeyeceğine, Mustafa’nın dağa çıkması lazım geldiğine karar verdiler. Kopuklardan Feyzi isminde birini, Mustafa, kardeşinin yanına yolladı. Onu aldatıp, tuzağa düşürmek istediler.
Düşürdüler de!.. Bir gece Nazımköy bostanlarını bastılar. O vakte kadar beş kişiyle geziyordu. Arkadaşlarından üçünü vurdular. İkisiyle Akdere’yi yüzerek geçip kurtuldu. Üç, dört ay kimse ondan haber alamadı. Yaralı olduğunu, öldüğünü söylediler. Kardeşleri inanmadılar, baskından kurtuldu, elbette bir taraftan kendini gösterecektir, dediler. Baskın işinde Salih yakalanmış, mahkûm olmuştu. Ağalar onu hapiste de beslediler, kurtarmaya çalıştılar. Baskından tam dört ay sonra bir sabah, Dağköyü mezarlığının karşısında, ağaların baskın için kullandıkları Feyzi’nin cesedini buldular. Ellerinden, ayaklarından iki kavak ağacına asılmış; dili, burnu, kulağı kesilmiş, etleri parça parça edilerek tanınmaz hale getirilmişti. Onu güçlükle tanıyabildiler. Bu cinayetin failleri de bulunamadı. Lakin, bunu, Ali yapabilirdi. Köyün kıyısında bunu yaptıktan sonra, pekâlâ köyü de basabilirdi. Mustafa’yla İbrahim’i de öldürebilirdi… Bu beladan kurtulabilmek için bir çare düşünmeye meydan kalmadan Ali, bir gece kasabaya girdi. Berberi evinden kaldırıp götürdü. Bütün komşular karısının, çocuklarının feryatlarıyla uyandılar. Ne oluyor, diye koşuştular; lakin, kimseye tesadüf edemediler.
Kadın, vakayı anlatıyordu. Gece uyku içinde bir gürültü duyup uyanmış, oda içinde silahlı birkaç kişi görmüştü. Berberi uyandırmışlar, berber silaha davranmak istemiş. Kollarına bıçağın tersiyle birkaç tane vurmuşlar, sonra ellerini arkasına bağlayıp iç donu gömlekle çıkarmışlar. Onlar gittikten sonra, iki kişi, oda içinde kalmışlar, berberin paralarının nerede olduğunu sormuşlar. Kadın söylememiş; onu da dövmüşler, o da yerini haber vermiş, paraları da almışlar, kapıyı dışardan iple bağlayıp gitmişler. Kadın, bunlardan hiçbirini tanıyamamış. Onlar, berberin odasına geldikleri vakit çocukların, hizmetkârın yattıkları odalara da birkaç kişi girmişler, onları da bağırmaktan menetmişler. Hükümet tahkikatından anlaşılıyordu ki, bu baskını yapanlar on, on beş kişiden aşağı değillerdi. Kapı açmak için uğraşmamışlar, duvardan atlayıp girmişler. Berberin odasına da sundurma penceresinden girdikleri anlaşılıyor. Bunlar kimlerdir? Berberi niçin kaldırmışlar? Nereye götürmüşler? Malum değil! Ancak, bunları Ali’nin yaptığını tarife de hacet yok. Berberin ölüsü ancak bir hafta sonra bulundu. Kasaba kenarında, bir tarla içinde kesip bırakmışlar. Cesedini evvela köpekler bulmuş; sonra da kokusu etrafa yayılmış. Kafası beş, on adım ötedeydi… Bu vaka herkesten ziyade Mustafa’ya dokundu. O da kasabaya kalkmayı düşünüyordu. Kasabanın emniyet veremediğini görünce, fena halde sıkıldı. Kudurmuş gibi evden çıkıp tarlalarda, kırlarda bayırda dolaştı.
Bir düşman ki, nereden, hangi saatte hücum edeceğini bilmek mümkün değil. İbrahim Hoca ve kardeşi İbrahim’le buluşup müzakere ettiler. Ne yapmalı? Nereye gitmeli? Mal canın yongası! Bunları kime bırakmalı? Uzun uzun düşündükten sonra, birkaç kişiyle kollayıp Ali’yi vurmaktan başka çare olmadığı kararını verdiler. Bunu da ancak Mustafa’nın yapabileceğinden ittifak hasıl oldu. Bu dağları Ali’nin bildiği kadar o da biliyordu. Ali’nin yatak tuttuğu kadar, o da tutardı. Bununla boğuşmaktan başka çare yok. Bir hafta sonra Mustafa da ortadan kayboldu, kardeşini izlemeye başladı. Yanında altı kişi vardı. Birçok adamı da oraya buraya göndermişti. Ali’nin izleri belli oluyordu. Hatta bir gece onun Satı Köyü’nde, Yusuf Hoca’nın evinde bulunduğunu bile öğrendiyse de üstüne gitmeye cesaret edemedi.
Bunda da akıllılık etti; çünkü o gece, Satı Köyü kenarında pusuya düşürülecekti. Çok ihtiyat ediyor, bir taraftan da dağda gezerken Ali’nin evi basıp çoluk çocuğunu kaldırmasından, evini ateşe vermesinden korkuyordu. Köylüler, çobanlar, sığırtmaçlar, yozcular, hergeleciler hulasa kırda gezenler iki kardeşe de tesadüf ediyorlardı. İkisinin de bunlardan adamları, yatakları vardı. İkisi de birbirinin izini öğrenmek, nerede olduğunu haber almak için birbirinin adamlarına eziyet ediyorlardı. Dövüyorlar, otlarını, harmanlarını yakmakla korkutuyorlardı. Mustafa, beylere haber gönderdi, tehdit etti. Bozapa Beyleri de Ali’ye haber gönderdiler. Ali, Bozapa’yı beklemeye başladı. Bu esnada bir gece, Ali, Dağköyü’nü basarak ağası İbrahim’i kapısının önünde öldürdü. Nihayet, iki kardeş kalmışlardı. İkisi de birbirinin kanına susamış bulunuyorlardı, birisinden biri ölecekti.
O vakte kadar Mustafa, Ali’den kaçıp kurtulmak isterken artık kaçmıyordu. Artık hiçbir şey düşünmüyor, her şeyi bitmiş sayıyordu. Aile, ev, çocukları, karısı yoktu. Artık Ali vazgeçse de Mustafa vazgeçmeyecekti. Bu işi ölüm temizler… Bir kış günü, köyde berberin eski dükkânı önünde iki kardeşin ikisini de kar üstünde ölmüş buldular. Nasıl olmuşsa, gece burada karşılaşmışlar. Nasıl olmuş da yanlarında kimse bulunmamış. Yahut olanlar da kaçmışlar mı?
Belli ki, iki kardeş birbiriyle hayli uğraşmışlar; karın üstüne pek çok kan dökülmüş, ikisinin de elinde bıçak varmış. İzlerden anlaşıldığına göre yanlarında adamları da varmış. İzleri takip ettiler, Çadırtepe’ye doğru çığralık içinde kayboluyor. Bir şey keşfolunamadı. Acaba, bunları başkaları mı öldürdü? Aralarında olan her şeyi bilen, haber alan köylüler bu meseleyi öğrenemediler. Mustafa’nın boğazında iki yerde derin yara var. Vücudunda ufak büyük ondan fazla bıçak izi vardı. Ali’nin sağ böğründe bir derin yara, sağ kolunda iki kurşun yarası bulundu. Köy, bir çatağın iki tarafına dağınık, gece kar fırtınasında kimse silah seslerini duymamış, yahut her gece çobanların attıkları silahlardan sanmışlardı. Gece silah sesine kim çıkar!.. Hâlâ bu hikâyeyi köyde bilirler. Hâlâ Bozdayı’yı tanıyanlar vardır. Bir akşam kahvede yine bunlardan bahsolunurken, Halil Kâhya, babalarından bahsetmişti:
— Onların babaları da öyleydi, dedi. Buraya Bulgaristan’dan kaçtı geldi. Orada kanı varmış. Bir gün kaçanlardan biri onu tanıdı. Buna, orada, Yazılı İsmail derlermiş. Yedi sene dağda gezmiş, zaten parası da oradanmış. Sonra Karakaçanı, Armutdere çataklarında bu Bozdayı tepelediydi. Görenler vardı. Ama o vakit kimse söylemedi. Haram mal ne ona hayretti ne de çocukları yiyebildiler…
Ankara, 24 Aralık 1927
İhtiyar Çilingir, 1984
Otomobilin Hızı
Şehremaneti karar kılmış, ilan vermiş: Otomobiller ancak on iki kilometre hızla gidecek! Fazla giderse ceza!.. Otomobilin biri düdük çalarak, korna öttürerek geçer. Emniyet müfettişi, nokta memuruna yaklaşır. Kaşları çatık, ahvali müthiştir. Sorar:
— Memur efendi, geçen otomobili görmediniz mi?
— Gördüm efendim.
— Ee! Neden tevkif etmediniz, numarasını almadınız?
— Niçin efendim?
— Nasıl niçin? On iki kilometreden haberiniz yok mu?
— Vaaar!..
— Eee!.
— Bundan o otomobile ne efendim?
— Nasıl ne? Siz bir defa on iki kilometre nedir biliyor musunuz
bakayım?..
— Aman efendim, bilmez olur muyum!
— E, biliyorsanız, neden o otomobili durdurmadınız?
— Aman efendim, onun sürati yedi buçuk, haydi olsun sekiz
kilometreydi!
— Efendi, göz göre göre yalan söylüyorsunuz… Bu şoförler hepinizin ahlakını bozdu, her tarafta suiistimal… Ben, hakkınızda rapor vermeye mecburum. Vazifenize dikkat edersiniz!.. Müfettiş beyin kaşlarının ucu büsbütün yukarıya kalkar, çatılır. Yüzü derin, korkunç bir nefret manzarası ifade eder. Şüphesiz, ahvâl-i âlemden ve suiistimalden bizardır bu zavallı müfettiş! Ne yapmalı da bunları ortadan kaldırmalı? O dakikada sanki bütün dünyanın yükü onun omuzlarına biner. Ellerini paltosunun ceplerine sokar, omuzlarını kaldırır. Yağlı yakası kulaklarına kadar çıkar, yürür. Doğru Emniyet’e, masanın başına oturur, raporunu yazar:
“Şehri hâlin …’cı günü saat on altı raddelerinde vaki teftişât-ı âcizânem esnasında, bir adet otomobilin on üç buçuk kilometre süratle gitmekte olduğu derdest olunması üzerine, nokta memuru 63 yaka numaralı Hasan Efendi’ye sual olunmasıyla, merkumun, otomobil-i mezkûr hakkında tarafgirâne ifâdatı, emsâli misillû suiistimal olduğuna şüphe olunmadığından, işbu raporumuz bittanzim takdim kılındı…” Yarım saat sonra, başmüfettiş raporu alır, kaşlarını çatar. Ne kadar cinleri varsa başına biner. 63 Hasan Efendi ha! Vay hain vay! O da suiistimal ha!.
— Çağırın 63 Hasan Efendi’yi.
Hasan Efendi’ye haber gider. Kapıdan girer girmez:
— Haa! Sen de mi başladın şoförlerle alışverişe?
— Aman efendim; benim şoförlerle ne alışverişim olur?
— Sus! Bari göz göre göre yalan söyleme, müfettiş gözüyle görmüş. Seni cürmümeşhut halinde yakalamış.
— Efendim, o otomobil yedi kilometreden fazla gitmiyordu.
— Nasıl gitmiyordu! Bak, müfettiş raporunda yazmış. Çağırın müfettişi! Nerede müfettiş? Şoförden alınacak cezanın iki katını senden
keseceğim. İnsafsız herifler, size merhamet olmaz ki… Daha ilanın
üstünden üç gün bile geçmedi. Ben Şehremini Bey’e ne cevap veririm.
Müfettiş gelir.
— Bak müfettiş! Bak, yüzüne karşı söyle, otomobil ne kadar
gidiyordu?
— Efendim, raporda yazdım.
— Gördün mü?
— Efendim ben yemin ediyorum, o da etsin.
— Elbette ederim. Hem vallahi hem billahi. Beni yeminle mi
korkutacaksın?
Başmüfettiş, bunların çifte çifte yemin etmelerine kızarak:
— Sus! diye bağırdı. Burası mahkeme mi?
Sonra, nokta memuruna dönerek:
— Gördün mü? İşte yemin de etti. Şimdi ne diyeceksin bakalım. Müfettiş zayıf, verem suratlı, dünyasından bezgin bir adam!.. Sanki bütün hayattan müteneffir, hayat onun için karanlık. Bu kin, bu infial ve bezginlik kaşlarından, gözlerinden okunuyor.
Başmüfettiş der ki: — Hem yalnız bu değil, hepsi böyle. Tırhallı, bir hallı. Hepsi şoförlerden yana, yüz göz olmuşlar. Ne bunlar bir ceza yazabiliyorlar ne de onların bunları saydıkları var!.. Bu nutku, bu ithamları duyunca nokta memuru isyan eder: — Efendim, vallah billah yanlış düşünüyorsunuz, der. Otomobil hiç de hızlı gitmiyordu. Olduğu gibi geçti. O öyle görmüş. Hem kime sorarsanız sorunuz! Ben, bir şoförden on para almışsam ne cezam olursa razıyım. Müfettiş kızdı: — Nasıl hızlı geçmedi, dedi. Yıldırım gibi yukardan geldi. Bir de baktım gidiyor…
— Canım bu da otomobil, araba değil ya! Yavaş gidecek olduktan sonra herkes on binlerce lira verip bunu alacağına, arabaya binerdi. — O senin üstüne vazife değil, dedi. On iki kilometre gidecek demişler, on ikidir. Üst tarafını düşünmek senin işin değil. Siz şoförlerden tarafa çıkmaya memur değilsiniz. Siz Emniyet’e kazandıracaksınız. Anladın mı? O esnada müfettişin odasına Şehremaneti’nden biri geldi. Başmüfettiş kıyam etti. Diğerlerine, “haydi şimdi gidin, sonra ben sizi çağırırım” diyecek oldu. Lakin Şehremaneti azası alakadarlık gösterdi.
— Ben sizin işinize katiyen mâni olmak istemem! Hem neymiş o, ben de öğreneyim, dedi. Ötekiler söylemek istemedilerse de nihayet iş açıldı. Nokta memuru otomobilin hızını yedi buçuk, müfettiş on üç olarak iddia ediyorlar, yemin ediyorlardı. Nokta memurlarının şoförlerden para aldıkları, suiistimal ettikleri de malum. Şehremaneti azası ya Maliye’de ya da bankalardan birindeki müfettişlerden yahut büyükçe amirlerden biridir. — Sen kaç kilometre diyorsun, diye müfettişe sordu. Müfettiş rapor vermişken nokta memuruyla birlikte amirin karşısında dikilip isticvaba uğramaktan memnun olmamıştı. — Raporumda var! diye cevap verdi. Aza, raporu okuyarak, “On üç!” dedi. Sonra nokta memuruna, — Sen ne diyorsun? diye sordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Öykü
- Kitap AdıBinnaz Enver Hanım’ın Çayları ve Kocası
- Sayfa Sayısı200
- YazarMemduh Şevket Esendal
- ISBN9789750858789
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Curcunabazlar ~ Mehmet Anıl
Curcunabazlar
Mehmet Anıl
“Kardeşler arasına para pul, mal mülk girmesin, büyük büyüklüğünü, küçük küçüklüğünü bilsin.” Curcunabazlar’da, babaları İshak artık işgöremez duruma düşünce şirketin başına kimin geçeceği üzerine...
- İçSavaşDiyarı Feci Düşüşte ~ George Saunders
İçSavaşDiyarı Feci Düşüşte
George Saunders
George Saunders’ın erken dönem öykülerinin ve bir novellasının yer aldığı İçSavaşDiyarı Feci Düşüşte siber terörizmle dolu, kâbus gibi bir kıyamet-sonrası dünya yaratarak okurları her zamankinden daha...
- Küçük Meseleler ~ Güzin Yalın
Küçük Meseleler
Güzin Yalın
“Beceriksizliklerimin arasına ağlayamamak da katıldı. Olmuyor bir türlü! İçimdeki katıla katıla, salya sümük ağlamak dürtüsü eyleme geçemiyor. Onu gerisin geri yerine bastırıp bir türlü...