“Tezgâh, sadece yolcuları değil, geleni geçeni karşılıyordu. Gezineni, komşu esnafı, işçiyi, işsizi, güçsüzü; herkesi. Azucena, iç sesini hızla yitiren mahallenin gurur kaynağı olmuştu. Bu yüzden kimse dokunmuyordu soluk kaldırımın üstüne konan bu tuhaf ama güzel çiçeğe. Üstelik bu dağıtım noktasında para alışverişi olmadığı için mali kontrol tehlikesi de yoktu. Paranoyak grubunun korktuğu şey başkaydı. Tezgâhın işlevi sadece meyve sebze sepetlerini sahiplerine dağıtmak değildi çünkü.”
Yolların, dehlizlerin, masalların, mavilerin garip ve divane hikâyeleri… Ağaçların dili, kaçak aşklar ve tatlı gülüşler. Pınar Selek, dünyayla savaşı, yediveren bencillikle uğraşı anlatıyor. Toprakla, tohumla, şiirle, vicdanla, paylaşarak, tekere çomak, ana yollarda, ara yollarda… Mafyaya, ırkçılara, çokuluslu şirketlere karşı; karıncalar misali usul usul, ince ince çalışarak. Direnen ve meydan okuyan… Cümbüşçü Karıncalar göçlerle, sürgünlerle başkalaşan bir Avrupa kentindeki yeryüzü karıncalarının romanı; umudu ve mutluluğu pay etme kavgası.
1
Mavi
Katy’nin günlüğü
14 Mart, 20..
Tren sesi beni hep eski zaman filmlerine götürür. Ayrılıklı, kavuşmalı, ağır temposuyla insanı hafifleten melodramlara. Rayların üzerinde akarken, kendimi açık hava sinemasındaki dev perdenin içinde gibi hissederim. Mavi’yle karşılaşınca bu hissim gerçek oldu. Mavi Tren’de. Şimdi, filmin içinden yazıyorum. Nice’le Paris arasında gidip gelen gece treni, beni senaryosunu okumadığım, müziğini tanımadığım, oynarken keşfedeceğim bir kurgunun içine götürüyor, çuf çuf. Sanki buradan hiç çıkamayacak gibiyim. Eski zaman aşkları gibi. Kalbim bu yüzden güp güp atıyor. Güp güp, çuf çuf. Başkahramanın tahta bilezikleri var. Kalın. İncecik bileğinden kemikli dirseğine doğru uzanan. Kıvrım kıvrım her biri. Çığlık çığlık. Tuhaf. Geçmiş bir dehşetin izi gibi dudağına yapışan eğreti kıvrımla aynı. Ağzının ve bileziklerinin kıvrımları dağınık. Bu tuhaf güzelliği nereden geliyor? Dağınık tatlılığı. Dağıtan… Eğreti kıvrımlarına, kalemle çizilmiş gibi düzgün kaşlarına, kara saçlarını ha bire avuçlamaya çalışan minicik ellerine baktım. Belki de gözleri… Yok ama, bakamadım gözlerine. Nedense. Diyorum ya, dağıldım. Kocaman trenin küçük vagonunda yalnızız ikimiz.
Biraz evvel, yataklara geçmeden, elime günlüğümü almadan önce, karşılıklı oturuyorduk pencere kenarında. “İyi ki çok kimse yok… Birinci mevki tabii,” deyiverdim. “Gece trenleri, az kişi olunca lüks otel gibi.” Kadife sesli. Altın nefesli. Şarkı söylüyor mu acaba? Gizli bir Billy Holiday? Artık bu tuhaf kadını alacak sahici caz kafeler yok ki. Gözlerim karşımdaki güzel çekirgenin siyah pantolonunu, siyah gömleğini, incecik boynundan sarkan kırmızı eşarbı, minik ayaklarını saran kırmızı ayakkabıları hızla taradı. Düzgün kaşlı, dağınık dudaklı bu kadının tatlılığı karşısında gülümseyiverdim birden. “Birkaç durak daha var. Belki binen olur,” dedim kendi kırık sesime şaşırarak. Kırık ses güldürdü kara kaşlı kadını. Tuhaf kıvrımları yukarı doğru aktı. Eğri yapraklar gibi. “Bundan sonra pek kimse birinci mevki yataklı vagona binmez.” Sessizlik. Trenin gümbürtüsü. Sadece o. Beraber dinledik. Dayanamadım: “Nice’te büyüdüm ben.
Şimdi Paris’te yaşıyorum. Gazeteciyim. Sık sık huzurevindeki babamı ziyaret için Nice’e gidiyorum.” Cevap vermedi yol arkadaşım. Takur tukur. “Her geldiğimde, çalıştığım Devasa Haber dergisi için bir röportaj yapıyorum. Büyük sanatçılarla, ünlü artistlerle, politikacılarla. Ünlü olmayı hak edenlerle bir de.” Derginin adını duyunca bile yüzünde bir esinti olmadı. Keşke konuşsaydı. “Hak edenler kimler? Kim veriyor o hakkı? Kim ünlü olmak istiyor? Niye istiyor?” En azından bu soruları sorsaydı, o zaman filmin senaryosu değişirdi belki. Ama sustu.
Tak tuk… İçlerine dalamadığım, kıyısına bile yaklaşamadığım gözlerin üzerime dikildiğini hissettim. Bakamadım. Bekledi inadına. Niye peki? Ne diye? Amaan, yat aşağı. Ne konuşuyorsun tanımadığın insanlarla. Dinlenmen lazım. “Nice’e inerken gökyüzü şekil değiştiriyor. Renkleniyor. Mavi-yeşil bir hafiflik salınıyor atmosfere. Gevşiyor insan. Hangi mevsim olursa olsun.” Ne güzel dedi. Dedi ama ben gevşemiyordum. Nice’e her dönüşümde, içimi kof bir zafer duygusu kaplıyordu. Kof değil belki ama nedenini, neye işaret ettiğini anlamadığım, içini dolduramadığım bir galibiyet hissi.
Babama karşıydı muhtemelen. Gerçi o sıralarda, kazanan da kaybeden de yoktu. Sadece güç dengesinde ağırlığım artıyordu yavaş yavaş. Yok yok, hızla. “Güneyde doğup büyüyenler, uzaklara göçseler bile geri dönüyorlar hep. Deniz mi, güneş mi, mavi mi…” “Mavi bence. En son geçen ay, yani şubatta geldim. Hava biraz soğuktu ama güneşliydi gökyüzü. Şimdi bahar geliyor, içim kıpır kıpır.” Yaptığım son iki röportajı anlattım nedensizce. Biri Amerikalı ünlü bir piyanistle, diğeri Nice’te okula devam etmeye çalışan ama bir türlü ünlenemeyen genç bir ressamla. Derken kırmızı eşarplı, kırmızı ayakkabılı kadın başladı hafif hafif konuşmaya. “Nice sürgünlerin, sanatçıların sığınağı,” dedi. Rosa Bonheur’den girdi, Elsa Triolet’den çıktı. Aragon’dan bahsedecek mi derken Niki de Saint Phale’in birkaç anısını anlattı. Charlotte Salomon’a geçince sesi dalgalandı. Cesaret aldım bu dalgadan. Sanki kapı açıldı, sur yıkıldı. “Pek kültürlü. Öğretim üyesi mi acaba? Daha çok yazar tipi var. Yok yok, caz şarkıcısı. Küçük, salaş bir barda.” “Nice’i iyi biliyorsunuz. Niceli misiniz? Orada mı yaşıyorsunuz?”
Cevap vermedi. Meslek hastalığım nüksetti, ısrar ettim. Kendimden bahsederek onu konuşturmaya çalıştım: “Yoksa Paris’te mi? Ben on beş yıldır oradayım. Liseyi bitirince gittim. Uzun hikâye. Üniversite, sonra iş… Adım Katy. Çocukken beni Catherine diye çağırırlardı. Kısaltmak yasaktı. Babam…” “Babanız yalnız mı burada?” Benim soruma cevap yoktu ama sorular banaydı. Biliyordum, onu konuşturmak için önce benim anlatmam lazımdı. Mümkün müydü bu? Nasıl anlatılırdı bu gri hayat? “Evet yalnız. Ama benim… dediğim gibi, maviye ihtiyacım var.” Ne saçmalıyordum? Filmin tam ortasındaydım gerçekten. Yönetmenin istediği replikler ağzımdan dökülüyordu: “Nice’e yaklaştığımda atmosfer Paris’in tozlarını emiyor. Griyi, beyazı, siyahı…” Tık tuk tık… Trenin anlayışlı şarkısı.
Karşımdakinin bana baktığını hissettim. Emin olamadım. Nasıl olacaktım? Hâlâ kaçıyordum kara kaşların altındaki gözlerden. “Gri, beyaz, siyah güzeldir ama.” Ayakkabılarını gözlerimle işaret ederek “Bir de kırmızı… Kırmızı şarap ısmarlayayım mı size? Canım istedi birden. Kafeteryaya gidip geleyim,” dedim. Dudakları açıldı yukarı doğru. Gözleri maviydi, kesin! “Hadi bak.” Bakamadım. Beş dakika sonra küçük şişeler elimizde, yan yana oturup birbirimize gülümsüyorduk. Tık tık… taka taku. “Biliyor musun…” Senli benli konuşmaya başladı. “Nice’in rengi sadece mavi değil. Deniz ve gökyüzü dışında da hayat var. Kırılan renkler, buruşan umutlar, aksayan yürüyüşler, uçuşlar…” “Şair misin yoksa sen?”
“Yok canım.”
“Adın ne?
“Mavi”
Gözlerine baktım sonunda Mavi’nin. Siyahtı. Simsiyah.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıCümbüşçü Karıncalar
- Sayfa Sayısı172
- YazarPınar Selek
- ISBN9789750531491
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gözyaşı Konağı ~ Şebnem İşigüzel
Gözyaşı Konağı
Şebnem İşigüzel
1876 yılı baharında gayrimeşru bebeğimi doğurmak üzere evin erkeklerinden habersiz Büyükada’ya gönderildim. Yanıma Bedriye Kalfa’yı verdiler. Evin kadınları baba ve ağabeyime küçük bir hikâye...
- Olgunluk Çağı Üçlemesi ~ Cem Akaş
Olgunluk Çağı Üçlemesi
Cem Akaş
Bir ilişkinin dinamiklerinin ve zıvanadan çıkışının bireysel tanıklıklarla anlatımı olarak başlayan (Balığın Esir Düştüğü Yer); bir ülkedeki devrim hareketinin “belgesel”ine dönüşen (Sönmemiş Kireç); yüzyıllar...
- Gönül Yarası ~ Ahmet Günbay Yıldız
Gönül Yarası
Ahmet Günbay Yıldız
Gönül Yarası yazarın değişik bir romanı, çilelerin yoğurup pişirdiği insanlarımızın eşyaya rahmet dolu bakışları… Ve bu bakışla yetişen nesillerin ümit yüklü mesajları… Zevkle okuyacağınız...