‘’… bu sınıftaki beş öğrencinin beşi de aynı derecede umutsuz vakalardı. Sadece beş kişi, çok daha kalabalık sınıflardakilerin toplamından daha fazla sorun yaratmayı beceriyorlardı. ‘Hepsi birbirinden beter!’ diye düşündü . ‘Herkes kendi derdinde. Yemek okulu değil, psikiyatri kliniği sanki canına yandığım!’”
Kendine hayran, filmlerdeki gibi bir şefle evlenmek peşindeki İnci; hayal insanı, sakar Mustafa; yaptığı sıkı rejim sonucu verdiği kiloları tekrar almaktan ölesiye korkan, terfi bekleyen Fikret; sıkıntılı Hülya; kendi kendisiyle konuşup duran, yalnız Süheyla Hanım; teselliyi alkolde arayan, her bakımdan “düşmüş bir yıldız şef” olan Ahmet; “aşçı yamağı” Tekin… Rastlantılar sonucu bir “mutfak okulu”nda bir araya gelmiş, her biri kendine özgü derde, şikâyete, özleme, hayale, mutluluğa, mutsuzluğa sahip yedi kişi…
Güzin Yalın, Mutfak Okulu’nda türlü insan tiplerinin renkli bir manzarasını sunmakla kalmıyor, hem yemek yapmanın kimileri için iyileştirici ve teskin edici etkisini gösteriyor hem de geçmişle hesaplaşmanın zorluklarını sezdiriyor… Hayatın içinden leziz bir mutfak hikâyesi…
İnsanın evden hiç çıkmak istemeyeceği türden bir gündü. Gri, ıslak, suratsız… Sabah erkenden bir yerlere gitmek zorunda olanlar, bir an önce geri dönebilmek için günü çabucak tüketmeye çalışmakla meşguldüler. Günlerdir bu mevsim için gereksiz parlak, insanın gözlerini ısıracak kadar beyaz ve saldırgan bir ışıkla parıldayıp duran güneş, nihayet dinlenmeye karar verip gökyüzünden uzaklaşmıştı sanki. Yerine yerleşen ve etraflarına anlık bir kasvetten ziyade daimi bir umutsuzluk yayan siyah bulutlar bir alçalıp bir yükseliyor ama asla kentin tepesinde asılı durdukları noktayı terk etmiyorlardı. Gerçi sabah karanlığında aceleyle bir yerlere yetişmeye çalışanların pek çoğu, kanıksanmış bir bezginlikle, kaldığı yerden uykularına devam etmenin hayalini kurmakla meşgul oldukları için ağlamış suratlı gökyüzünde çöreklenen karanlık bulutların bardaktan boşanacak bir yağmura gebe olduğunun farkında bile değildiler.
Onlara dikkatle bakıp izleyenler için ise bu kömür karası keskin suratlı mahlukların bir gün önce günbatımında birbirinden güzel pozlar vererek harikalar yaratan dünyalar güzeli pamuk yığınlarına akraba olduklarına inanmak gerçekten zordu. Yağmur yağabilse, yağmaya bir başlasa havanın insana tedirginlik veren sıkıntısı, bir felaket haberini bekler gibi salınıp duran bulutların gerginliği, bir köşeye saklanmış ortaya çıkmak için sırasını bekleyen rüzgârın eksikliği, hepsi bir anda yok olacaktı sanki… Ama anlaşılan hazretin dökülüp saçılmasına daha hayli zaman vardı. Üstelik böyle havalarda genelde olduğu gibi, şehrin insana bezginlik veren trafik karmaşası her zamankinden de beter bir hal almıştı. Yeterince yükselip yukarıdan bakılabilseniz kentin neredeyse tüm cadde ve sokaklarının birbirine dolanarak düğümlenmiş olduğunu görebilirdiniz.
Acele etmeye çalışan bezgin bir insan güruhu sürekli birbirine sinirlenmekle ve kendi kilitlediği trafiği anlamsız yöntemler deneyerek açmaya çalışmakla meşguldü. Sonra birden nereden geldiği anlaşılamayan güçlü bir rüzgâr ortaya çıkıp kentin üzerinden esmeye karar verdi ve sadece bulutları çöreklendikleri yerden oynatmakla kalmadı, dayanılmaz derecede ağırlaşmış olan havanın durağanlığını da tamamen dağıttı. Günlerden pazartesiydi. Gecenin geç saatlerine dek sürmüş hafta sonu eğlencelerinin pisliğinin ve dağınıklığının henüz tamamen süpürülüp temizlenmemiş olması, rüzgâra önüne katıp eğleneceği bol miktarda malzeme verdi. Sokaklarda bir gece öncesinden kalan ne kadar ambalaj kâğıdı, naylon torba ve plastik bardak varsa hepsini havalandırıp uçurarak bir süre eğlendi rüzgâr. Sonra gücünün farkında olan tüm kabadayılar gibi yaptığı şeyden sıkıldı ve çekip gitmeye karar verdi.
Bir iki dakika içerisinde ufak bir esintiye dönüştü ve geldiği gibi aniden gizli bir köşeye çekilerek durdu. Ama bu birkaç dakika güneşin yeniden gözükmesine yetmişti. Üstelik bu sefer nasıl olduysa, mevsimin başından beri olduğu gibi soğuk, ürkütücü bir parlaklıkta değil yaz güneşleri gibi sarı sıcak, iç ısıtıcı bir renkteydi. Trafiğin görünüşte hiçbir mantıklı neden olmadan birdenbire açılması güneşin ortaya çıkmasıyla aynı ana rastlayınca, insanlar bunun İstanbul için ne kadar olağan bir durum olduğunu unutup mucizeyi bulutların dağılmasına bağladılar. Kısa bir an için içleri ısınarak minnetle güneşe bakakaldılar, sonra koşturmaya devam ettiler.
Ahmet evden çıkmadan aynaya son bir kez göz atıp bunu yaptığına pişman oldu. Gördüğü şey hiç de iç açıcı değildi. Yüzü hâlâ kıpkırmızı, kan çanağına benzeyen gözleri hâlâ fena halde şişti. Üstelik göz altlarındaki torbalar her gün biraz daha büyüyor muydu ne! Bu konuyu, özel olarak kendisine mi, yoksa genel olarak hayata mı söylediğini belirtmediği için müphem kalan bir küfürle geçiştirip ağzındaki ekşi tatla ilgilenmeye karar verdi. Dilindeki kirlenmişlik hissi dişlerini fırçaladığı halde gitmediğine göre midesindeki ülserin azmış olacağını düşündü. “Ulan, Ahmet,” dedi kendi kendine, “ulan, artık ülser diye bir hastalık bile kalmadı be!” Bir türlü iyileşmediği için hasta midesine ve dün gece içkiyi yine fazla kaçırdığı için kendisine, bu sefer müphem hiçbir tarafı kalmayacak şekilde bir kez daha sövdü. Küfretmek iyi geldi. Kafasındaki dumanın dağılmaya başladığını hissetti. Dikkatini midesindeki yangından aynadaki felakete kaydırdı yeniden. Gerçi epey süredir başkalarına nasıl gözüktüğünü merak etmekten vazgeçmişti ama bu sabah nedense aynadaki görüntüsüne takılıp kalıyordu aklı. Yüzünün ne halde olduğuna baktıkça o görüntü, akşam eğlenceyi fazla kaçırmış bir adamın yorgun yüzü olmaktan çıkıp hayata duyduğu kırgınlık gözlerinden fışkıran mutsuz bir insanın bitkin yüzüne dönüşüyordu. Şu an kesinlikle emin olduğu tek şey vardı: Kendisini de hiç sevmiyordu, kendini sevmiyor olmayı da… Şakaklarındaki çıldırtıcı zonklamaya sebep olanın, kafasındaki boşluğu doldurabilmek için hissettiği korkunç istek olduğunu düşündü, aklındaki karmaşayı düzene sokarsa baş ağrısının da geçeceğine inanmak istedi.
Önce son zamanlarda sık sık yapmak zorunda kaldığı gibi bir gece evvel olanları hatırlamayı denedi. Sonra yine son zamanlarda sık sık yaptığı gibi, belirli bir noktadan gerisini kesinlikle hatırlamadığı gecenin öncekilerden farksız olduğuna karar verdi ve kaldığı yerden yaşamaya devam etmek üzere kendisini sokağa attı. Kapıya çıkıp tüm bedenini bir anda saran ıslaklığı hissedince şemsiye almayı unuttuğunu fark etti. Güneşin kendini gösterme kararı tam bu ana rastlamasa geri dönüp şemsiyesini alırdı belki ama gökyüzü bir anda sımsıcak bir aydınlığa kavuşunca bundan vazgeçti. Saatine baktı, otobüs bekleyecek zamanı kalmamıştı. Tam uyuyakaldığı için yeniden küfretmek üzereyken, insana iyi şeyler vaat edip doğru olanı yapma ilhamı veren gün ışığının da etkisiyle kendisini bile şaşırtan bir atılımla, bir süredir ona varlığını hatırlatmakta ısrarcı olmaya başlayan iç sesine kulak vererek “Artık hayatla yüzleşmek zorundasın oğlum Ahmet!” diye kendisini azarladı.
“Uyuyakalmadın oğlum! Kabullen artık, sızmış olduğun için ayılamadın bir türlü! Kimi kandırıyorsun?” Cesaret ettiği bu kahramanca kabulleniş, nedense bir anda hayat felsefesini de gözden geçirmesine yol açtı ve o hızla, yüz bininci kez ve bu sefer kesinlikle uygulamak üzere içkiyi bırakma (yok, belki birden bırakmak olmaz da, önce azaltma) kararı aldı. Neredeyse yarım saat süren duşa rağmen kurtulamadığı, üzerine sinen eskimiş alkol kokusundan ruhunu arındırmak için ağzına cebinde sürekli taşıdığı nane şekerlerinden iki tane attı ve çok büyük bir nimet olduğunu bildiği yeni işine daha fazla gecikmemek için önünden geçen ilk taksiye atladı. Bir yandan şoföre adresi söylerken bir yandan da çantasından çıkardığı tıraş losyonundan hatırı sayılır bir miktarı yüzüne sürdü. Parmaklarına bulaşan losyonu gayriihtiyari kokladı ve ellerinin sadece soğan, sarımsak koktuğu, ekşi bir meyhane kokusunun henüz ne yapsa kurtulamayacağı biçimde ruhuna yapışmamış olduğu çok eski bir zamanı özlemle anımsadı.
Çok eski bir zaman! Öyle uzun yıllar değil, sadece bir ömür kadar önceki uzak bir zaman… Olmak istediği, daha doğrusu bir zamanlar olduğu insanın hayalini sürdürebilmek için başını arkaya yaslayıp gözlerini kapadı. Düşündükçe başı dönüyordu. Aklı hızla aradaki yılları atladı ve on yıl önceki hali gelip karşısına dikildi. Ülkenin en ünlü otel zincirlerinden birinde executive chef pozisyonuna ulaştığı gün babasının gözünde yanan gurur kıvılcımı, Nazan’ı ilk tanıdığı gün onun yüzünde gördüğü sonsuz mutluluğa dair umut, kendi yüreğinde sürekli hissettiği bir kuşun pırpır eden kanatları… Hepsi o yıllardaydı. Ardından hayatı baş döndüren bir hızla yükselişe geçmişti.
Kazandığı ün ve para, dünyanın dört bir yanında çalıştığı yıllar, aldığı ödüller… Aşçı olmak için okulu bıraktığını söylediği zaman annesinin gözüne yerleşen gizli endişenin yerini kıvanca terk edişi. Sevinçlerin tümünü paylaşmak için yanı başında Nazan, Nazan ve hep Nazan. Yumuşacık gülen kopkoyu gözler, başarısına herkesten çok sevinen mutlu bir yüz, omzuna yaslanan akıllı bir baş, beraber tasarlanan gelecek, birlikte yaratılan minik mutluluklar. Kulaklarında geçmişten gelen karmakarışık sesler çınlayıp duruyordu: “Duydunuz mu, mahalledeki kebapçı dükkânının aşçısı Mesut Usta’nın büyük oğlu pek becerikli çıkmış maşallah! Geçen sene Fransa’daydı ya, şimdi de işte Arjantin’deymiş. Boşuna dememişler, ‘boynuz kulağı geçer’ diye!”, “Şefim, ben böyle bir lezzet tatmadım daha önce, ellerine sağlık! Büyük ödül bu yıl da senin!”, “Ahmet Şef, zamanını sen seç; al bu da açık çek, sen doldur. Yeter ki gel!” İçi geçer gibi oldu, bu hayallerdeki adamı diri tutmakta zorlandı. Tekrar uyuyup kalmaktan korkup sıçrayarak gözlerini ve neredeyse aynı anda da yanındaki camı açtı.
İçeriye kentin karmaşası dolarken içi daralarak o yıllarda etrafında dönmeye başlamış olan ışıltılı şöhret dünyasının hızını anımsadı. Televizyon programları, gazete söyleşileri, yarışma jürileri… Her gittiği yerde tanınmak ve sürekli iltifat almak, önce herkesi gerçekten dostu sanmak, sonra giderek en sevdiği insanları ihmal eder, sadece başkaları istediği için bir şeyler yapar hale gelmek. Ve hep bir şeylerin şerefine kalkan kadehler, hep kadehler, kadehler!…
Şimdi gözünün önünden tüm güzel hayaller gitmiş, yerlerinde sadece sıkıntı kalmıştı. İçi böyle fena daralmaya başladığında hep yaptığı şeyi yapıp farkında bile olmadan uykuya sığınmamak için yolun geri kalanında, üşüyen şoförün tüm homurtularına rağmen, arabanın camını kapatmadı, yüzüne çarpan serin havayı içine çekerek ve sürekli dışarıya, kentin sabah temposuna bakarak uyanık kalmaya çalıştı. Az evvel anlamadığı bir sebepten ulaşmış olduğu yeni farkındalık düzeyi sayesinde de içindeki huzursuzluğa rağmen hemen hemen tüm yol boyunca zihnini açık tutmayı başardı. Sadece, tam otelin önünden geçerken, daha doğrusu aslında şoförü uyarmayı unuttuğu için aylardır titizlikle uzak durduğu yoldan gitmekte olduklarını fark ettiği an, başını içeriye çevirip çok kısa bir süre gözlerini kapattı. Aynı anda tamamen bilinç dışı olarak dişlerini de sıktı. Cebindeki sakız, ilaç, şeker kalabalığının arasından bir tane de antiasit hapı çıkartıp nane şekerlerinden boşalan ağzına attığının ve her zaman dakikalarca emerek tükettiği bu hapı, tam otelin ana kapısının orada, hırsla çiğneyip ezerek tek seferde yuttuğunun farkında bile olmadı. Taksi okulun önüne yanaştığında saat 10’a geliyordu.
Binadan içeri girerken kapının kenarına çarpıp kırdığı tırnağını öfkeyle ağzına sokup bir saniye kadar annesinden gördüğü gibi sebepsiz yere orada tuttu İnci ve yüzündeki planlanmış tatlı gülümsemeyi hiç bozmayacak kadar alçak bir tonda burnundan soluyarak, “Hay başlayacağım yemeğine de, kursuna da! Şuraya bak, tırnağım ne hale geldi!” diye söylendi. Annesinin onu cazip bir mal haline getirme çabasını artık abarttığına yavaş yavaş iyice inanıyordu ya, neyse… Önce ite kaka meslek yüksek okulundan alınan diploma, ardından güzellik salonunda makyaj ve zarafet kursları. Şimdi de bu: “Kalbe Giden Yol Mutfak Okulu”. Güya cici kızı bir şeylerle oyalansın, evde boş oturup canı sıkılmasın diye…
“Sanki istesem yemeğin âlâsını yapamam!” diye düşündü. “Okula ne lüzum varsa artık!” Annesi boş oturunca canının sıkıldığını nereden çıkartıyordu, hiçbir fikri yoktu İnci’nin. Çünkü gerçek tam tersiydi. İnci için illa yapacak, yetişecek, bitirecek bir şeylerin varlığı dünyadaki en büyük sıkıntı konusuydu. Annesin kafasında ise yapacak kesin bir işi olmayan herkesin sıkıntıdan öldüğü bir dünya mevcuttu. Oysa İnci amaçlar tanımlamayı, hayaller uğruna mücadele etmeyi, bir sonuç uğruna sıkıntı çekmeyi, belirli hedeflere koşmayı falan hiç sevmemişti. Aklı böyle olgun fikirlere ermediği veya istekleri böyle gelişmiş olmadığı için değil, sebep sadece akıl almaz tembelliğiydi ve insanların ona dokunmamasını sağlamak için en kestirme yolun böyle önemli konulara aklının ermediğini zannettirmek olduğunu çok erken yaşlarda keşfetmişti. Bu yüzden de cin gibi keskin zekasına ve zehir gibi güçlü farkındalığına rağmen biraz boş kafalı, biraz da aptalca gözükmekten hiç çekinmezdi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Yemek Kitapları
- Kitap AdıMutfak Okulu
- Sayfa Sayısı121
- YazarGüzin Yalın
- ISBN9789750529979
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2020