1898 kuşağının en güçlü kalemlerinden Miguel de Unamuno’nun felsefesinin ve yazınının timsali olarak görülebilecek Üç Örnek Öykü ve Bir Önsöz’de dönüm noktasındaki İspanya’ya gökten üç elma düşüyor. Ancak bu elmaların tadı çok acı! Tutkuya, gurura, kıskançlığa ve aşka dair eskimeyen fikirler içeren her ibret dolu hikâyesinde Unamuno insanlık durumuna zamanının ötesinde bir varoluşçu pencereden bakarak absürd doğamızı ve ihtiraslarımızı abartısız, sade ancak oldukça çarpıcı bir dille resmediyor.
İçindekiler
Önsöz………………………………………………………………………………………… 11
İki Anne……………………………………………………………………………………..25
Lumbría Markisi……………………………………………………………………….. 59
Tam Bir Erkek…………………………………………………………………………….77
ÖNSÖZ
I
Üç Örnek Öykü ve Bir Önsöz! Bu kitabın başlığını pekâlâ “Dört Örnek Öykü” de koyabilirdim. Neden mi dört öykü? Çünkü bu önsöz de bir öykü sayılır da ondan. Evet bu da bir öykü, yani bir novela, ama bakın bu noktada anlaşalım– bir nívola değil; bu bir novela.1 İlk kez Sis adlı romanım için kullandığım tam bir romandı o! ve aynı kitabın 120-121.2 sayfalarında neden kullandığımı da açıkladığım bu nívola lafı, kimler için diyeyim… eleştirmenlerim için bulduğum bir çıkış yolu olmuştu. Eleştirmenlerim mi? Hadi öyle diyelim, eleştirmenlerim için uydurmuştum bu kelimeyi. Onlar da bundan yararlanmayı gayet iyi bilmişlerdi, çünkü bu tür onların zihinsel tembelliklerine pek güzel uyuyordu.
Zihinsel tembellik, yani daha önce gördüklerine benzemeyen yazıları eleştirmeyi becerememek, kendilerini eleştiriye adamış olanların en belirgin özelliğidir. Bu önsözde –yani bu öyküde, ya da novela veya nívola diyelim nívola’cılık konusuna yeniden dönmek zorunda kalacağız. Hem de piskoposlar misali birinci çoğul şahıs ekini kullanarak dönmek zorunda olduğumuzu söylüyorum, çünkü sen, ey okur ve ben, yani biz ikimiz geri döneceğiz bu konuya. Öyleyse şimdi gelelim şu “örnek alınacak öyküler” meselesine. Örnek alınacak öyküler mi? Neden örnek alınacak öykü? Miguel de Cervantes, Don Quijote’den sonra yayımladığı hikâyelerine Örnek Alınacak Öyküler adını koymuştu, çünkü önsözünde bize dediği gibi, “yararlı bir ders çıkarılmayacak hiçbir öykü olamaz”dı. Sonra da şöyle ekliyordu: “Buradaki amacım, muhterem vatandaşlarımızın önüne, her birinin, kendine de başkasına da halel getirmeden, yani ne ruhuna ne de bedenine zarar vererek eğlenebileceği bir oyun masası koymaktı, çünkü düzgün ve hoş oyunlar insana zarardan ziyade yarar sağlar.”
Hemen arkasından da şöyle diyordu: “Evet öyle, çünkü insanlar her zaman mabetlere gitmez, mihrapların önünde toplanmaz, ne kadar vasıflı olurlarsa olsunlar işleriyle güçleriyle her dakika meşgul olmazlar; acılı ruhların dinleneceği eğlence zamanları da vardır; işte o amaçla ağaçlıklı yollar açılır, çeşmelerden sular akıtılır, engebeli alanlar açılıp özenle bahçeler düzenlenir.” Sonra da şöyle ekliyordu: “Sana hiç çekinmeden şunu da söyleyeceğim: Bu öyküleri okumak, onu okuyan kişinin içinde şu ya da bu şekilde herhangi bir kötü istek veya düşünce uyandıracak olsaydı, öykülerimi halkın önüne çıkarmaktansa, onları yazdığım elimi kesip atardım; öbür dünyayla oyun oynayacak yaşta değilim artık, elli beş yaşımın üstüne dokuz daha koyarsak bu eli şimdilik kazanmış oluyorum.” Bundan da şöyle bir sonuç çıkarabiliriz:
Birincisi, Cervantes öykülerinde ahlaktan çok, bugün estetik diyebileceğimiz örnek olma niteliğini arıyordu ve böylelikle acı çeken ruhun dinlenebileceği bir eğlence alanı yaratmayı amaç edinmişti; ikincisi de, o yazdıklarına “örnek alınacak öyküler” demesi, onları yazdıktan sonra aklına gelmiş bir şeydi. Tıpkı bende de olduğu gibi. Bu önsöz, önünde yer aldığı öykülerden sonra yazıldı, tıpkı bir dilbilgisi kitabının düzene koymaya çalıştığı bir dilden sonra yazıldığı ve bir ahlak öğretisinin açıklamaya çalıştığı erdemli ya da erdemsiz davranışların ortaya çıkmasından sonra oluşturulduğu gibi. Ve bu önsöz, bir bakıma bir başka öyküdür, öykülerimin öyküsüdür.
Aynı zamanda benim romancılığımın da açıklamasıdır. Ya da isterseniz nívola’cılığımın açıklaması deyin. Ben bunlara “örnek alınacak öyküler” diyorum, çünkü bunları ibret alınacak örnekler olarak sunuyorum –evet, aynen duyduğunuz gibi–, hayatın ve gerçeklerin ibretlik örnekleri olarak. Gerçekler! Evet öyle, gerçekler! Bu öykülerde acı çekenler, yani hayatta mücadele verenler ya da isterseniz onlara roman kahramanları diyelim– gerçek insanlar, hem de son derece gerçek kişiler; ve onlar okurların onlara verdikleri kadarıyla değil, kendilerinin içtenlikle isteyerek ya da içtenlikle istemeyerek olmak istedikleri kadarıyla gerçek kişiler.
II
Yazın sanatında gerçekçilik denilen şey kadar belirsiz daha başka bir şey yoktur. Nasıl bir şeydir gerçekçilik denilen şeydeki gerçekler? İşin doğrusu şu ki, gerçekçilik denilen ve tümüyle dışta yani dış görünüşte olan, anlatılanların dış kabuğunda bulunan ve gözle görülür olan şey, şiirsel ve yaratıcı sanatla değil, yazınsal sanatla ilgilidir. Bir şiirdeki zaten en güzel öyküler birer şiirdir– ya da yaratılan bir eserdeki gerçekçilik, eleştirmenlerin gerçeklik dedikleri şey değildir. Bir yaratıdaki gerçeklik, içsel, yaratıcı ve irade gücüyle oluşturulmuş bir gerçekliktir. Şair, yarattığı kişileri canlı kişileri gerçekçilik denilen yoldan yaratmaz. Gerçekçi yazarların yarattığı kişiler, çoğunlukla, iplerini çekince hareket eden ve göğsünün içinde, Pedro Usta’nın sokaklardan ve meydanlardan toplayıp defterine not ettiği cümleleri tekrarlayan bir gramofon taşıyan, giydirilmiş mankenlerdir. Bir insanın içsel gerçekliği, gerçek gerçekliği, sonsuz gerçekliği, şiirsel ya da yaratıcı gerçekliği hangisidir? Bu kişi ister etten kemikten yapılmış olsun, ister kurgusal dediğimiz türden olsun, hiç fark etmez.
Çünkü Don Quijote, Cervantes kadar gerçektir, Hamlet ya da Macbeth de Shakespeare kadar; ve benim Augusto Pérez’im bana o sözleri söylerken belki de haklıydı (Sis adlı romanımın –tam bir romandı o! 207. sayfasına bakın). Kendi öyküsünün ve ötekilerin öykülerinin, hatta benim kendi öykümün gün yüzüne çıkmaları için belki de benim bir bahaneden başka bir şey olmadığımı söylemişti. Bir insanın en içsel, en yaratıcı, en gerçek yanı nedir? Ben burada Oliver Wendell Holmes’un –The Autocrat of the Breakfast Table,1 III adlı eserinde üç ayrı Juan ve üç ayrı Tomás hakkındaki o harikulade kuramına değinmek zorundayım. Wendell Holmes, bu iki kişi, yani Juan ve Tomás konuşurlarken, aslında konuşmakta olan altı ayrı kişi olduğunu söylüyor bize:
Üç Juan:
1. Gerçek Juan: Yalnızca Yaratıcısı tarafından tanınan Juan
2. Juan’ın idealize ettiği Juan: Asla gerçek olmayan ve çoğunlukla ona hiç benzemeyen Juan
3. Tomás’ın idealize ettiği Juan: Asla gerçek olmayan, Juan’ın ideal Juan’ı da olmayan ve her ikisine de çoğunlukla benzemeyen Juan
Üç Tomás:
1. Gerçek Tomás
2. Tomás’ın ideal Tomás’ı
3. Juan’ın ideal Tomás’ı
Yani, birinin gerçekte olduğu kişi, olduğunu sandığı kişi ve başkasının onu sandığı kişi. Oliver Wendell Holmes sonra da bunların her birinin değeri üzerinde fikir yürütmeye geçiyor. Ama ben, entelektüel bir yankee olan Wendell Holmes’unkinden farklı bir yol çizmek zorundayım. Ben diyorum ki, insanın Tanrı’nın yarattığı kişiden –eğer insan Tanrı’nın yarattığı gibi bir kişiyse–, başkalarının gözünde olduğu kişiden ve kendisinin olduğunu sandığı kişiden başka, bir de olmak istediği kişi vardır. Bu kişi, yani insanın olmak istediği kişi, onun içindedir, ruhunun derinliklerindedir, onun yaratıcısıdır ve gerçeğin ta kendisidir. Ve bizler olduğumuz kişi değil, olmak istediğimiz kişi uğruna ya selamete çıkarız ya da mahvolup gideriz. Tanrı, sonsuza kadar olmak istediği şey için kişiyi ya ödüllendirecek ya da cezalandıracaktır. Öyle bir kişi olmak isteyen ve öyle bir kişi olmak istemeyen insanlar nasıl varsa, gerçek hayattaki etten kemikten yapılma insanlar ve novela’lardaki ya da nívola’lardaki etten kemikten yapılma gerçek insanlar için de aynı şey geçerlidir. Kendi iradeleriyle, ya da isterseniz irade değil de miradeleriyle diyelim, öyle olmamayı isteyen roman kahramanları vardır.
Ancak sözüme devam etmeden, bırakın da belli bir kişi olmamayı isteme ile belli bir kişi olmayı istememenin aynı kapıya çıkmadığını açıklayayım. Aslında şu şekilde dört durum vardır: a) öyle olmayı istemek ve b) öyle olmamayı istemek şeklindeki iki olumlu durum; ve c) öyle olmayı istememek ve d) öyle olmamayı istememek şeklindeki iki olumsuz durum. Örneğin şöyle olabilir: Tanrı’nın var olduğuna inanmak, Tanrı’nın var olmadığına inanmak; Tanrı’nın var olduğuna inanmamak ve Tanrı’nın var olmadığına inanmamak. Tanrı’nın var olmadığına inanmak, Tanrı’nın var olduğuna inanmamak ile birdir; belli bir kişi olmamayı istemek de belli bir kişi olmayı istememekle aynı şeydir. Öyle olmayı istemeyen kişiden şiirsel ya da öyküsel bir yaratı zorlukla çıkarılabilir; ama öyle olmamayı isteyen kişiden evet, öyküsel bir yaratı çıkarılabilir. Ve o şekilde var olmamayı isteyen kişi, elbette ki kendi kendini yok eden kişidir.
Var olmamayı isteyen kişi, bunu var olarak ister. Ne o? Size çok mu karmaşık geldi? Bütün bunlar size çok karmaşık geliyorsa ve bunları yalnızca anlamamakla kalmayıp aynı zamanda hissetmekten, hem de tutkulu ve trajik bir biçimde hissetmekten de âcizseniz, kafanızda asla gerçek kişiler yaratamazsınız ve sonuçta hiçbir öyküden zevk alamazsınız, hatta kendi yaşam öykünüzden bile. Çünkü herkesin bildiği gibi, ancak bir sanat eserini kendi içinde yaratabilen, onu yeniden yaratabilen ve kendisi de onunla birlikte yeniden yaratılan kişi o eserin zevkine varabilir. İşte bu yüzden Cervantes Örnek Alınacak Öyküler’inin önsözünde “insanın kendini yenilediği dinlence saatleri”nden söz ediyordu. Ben de onun Licenciado Vidriera’sını yeniden yaratırken kendimi de yeniden yaratmış oldum. Ve sonunda ben kendim Licenciado Vidriera olup çıktım.
III
O halde anlaştık; yani bu konuda anlaştık gibi geliyor bana: En gerçek, en reel, en realis, en res insan –yalnızca şu ya da bu şekilde davranan kişi gerçektir–, öyle ya da böyle olmak isteyen ya da istemeyen, yani kendi kendini yaratan kişidir. Ancak, Kant’vari bir tabirle kendi kendinin ilham perisi diyebileceğimiz bu insanın, istençli ve ideal olarak –idea-istenç ya da irade gücüyle– var olan bu insanın, birtakım olayların yaşandığı, gözle görülür, rasyonel bir dünyada, yani sözde gerçekçilerin dünyasında yaşaması gerekir. Ve bir rüyadan ibaret olan hayatı düşlemek zorundadır. İşte buradan, yani bu gerçek insanların birbirleriyle karşılaşmalarından trajedi ve komedi, yani novela ya da nívola ortaya çıkar. Ama asıl gerçeklik içsel olandır. Gerçekliği ne süslemeler oluşturur, ne dekorlar, ne kostümler, ne manzaralar, ne mobilyalar, ne mizansen, ne şu ne bu… Her ikisi de birer hayalperest olan Segismundo ile Don Quijote’yi kıyaslayın. Don Quijote’nin hayatındaki gerçeklik, yel değirmenleri değil, devlerdir.
Değirmenler yalnızca olaylarla birlikte var olan görüntüsel varlıklardır; devlerse ilhamla var olmuş içsel yaratıklar. Onun kurduğu düş hayatın ta kendisidir, gerçektir, yaratılmış bir dünyadır. Aziz Pavlus’a göre inanç, gerçekleşmesi umulan şeylerin özünden başka bir şey değildir ve beklenen o şey de bir düştür. İnanç gerçekliğin kaynağıdır, çünkü hayatın kendisidir. İnanmak yaratmaktır. Yoksa Odysseia, yani bir roman, hem de gerçek bir roman olan bu destan, gerçekçi bir yazarın sanatına asla sokmayacağı bir hayal âleminin mucizelerini bize anlatırken daha mı az gerçekçi oluyor?
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÜç Örnek Öykü ve Bir Önsöz
- Sayfa Sayısı128
- YazarMiguel de Unamuno
- ISBN9789750744709
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kütüphaneci ~ Judith Kuckart
Kütüphaneci
Judith Kuckart
Judith Kuckart, “Her hareketin hedefi durağanlıktır, çünkü her hareketin sonunda kalıcı bir şey olması gerekir,” sözüyle süslediği Kütüphaneci ile bizleri duvarın ayırdığı Berlin’e götürüyor....
- Kafes – Sakın Gözlerini Açma ~ Josh Malerman
Kafes – Sakın Gözlerini Açma
Josh Malerman
Netflix filmi Bird Box’a ilham veren roman Daha Önce Yayımlanmamış “Bobby Kapıyı Çalıyor” Öyküsüyle Görülmemesi gereken korkunç bir şey… Ona atılan bir bakış kişiyi...
- Michael K / Yaşamı ve Yaşadığı Dönem ~ J.M. Coetzee
Michael K / Yaşamı ve Yaşadığı Dönem
J.M. Coetzee
J.M. Coetzee’nin romanlarında kurduğu ikilemler, ırk ayrımı ve sömürgeciliğin pençesindeki Güney Afrika gerçekliğinden temellenir, ama bireyin böylesi bir toplum içindeki yabancılaşması ve umursamazlığının derinliklerine...