Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Umudunu Yitirmiş Kadınlar
Umudunu Yitirmiş Kadınlar

Umudunu Yitirmiş Kadınlar

Pierre Loti

Dönemin Osmanlı coğrafyasında uzun yolculuklar yapan, İstanbul’da kaldığı yıllar nedeniyle neredeyse şehrin bir hemşerisi addedilen, tarihte Türk dostu olarak anılan Pierre Loti, döneminin önemli…

Dönemin Osmanlı coğrafyasında uzun yolculuklar yapan, İstanbul’da kaldığı yıllar nedeniyle neredeyse şehrin bir hemşerisi addedilen, tarihte Türk dostu olarak anılan Pierre Loti, döneminin önemli oryantalistlerinden biriydi. Fransız Devrimi’yle başlayıp Aydınlanma Çağı ve Sanayi Devrimi ile devam eden, sonunda da peş peşe iki dünya savaşına yol açacak olan batının önü alınamaz hızının karşısında, doğunun yavaşlığını sevmiş, bu yaşamda daha insani ve hatta ulvi bir yan görmüştü. Umudunu Yitirmiş Kadınlar adlı bu romanı, Loti’nin bir bakıma kendi yanılgısıyla yüzleşmesidir diyebiliriz. Yıllar sonra İstanbul’a dönen bir Fransız romancının gizlice dostluk kurduğu üç harem kadınının yaşadıklarından öğrendikleri, dışarıdan sakin, huzurlu ve ruhani gözüken o dünyanın, kendi içinde yaşayanlar, özellikle de kadınlar için ne tür bir cehennem olduğunu fark etmesinin öyküsüdür Umudunu Yitirmiş Kadınlar… XX. yüzyılın hemen başında, Osmanlı toplumunun değişimini sürdürdüğü, ancak II. Abdülhamit’in baskıcı yönetimi nedeniyle kabuğunu kıramadığı bir sıkışmışlık dönemine tanık oluruz kitap boyunca. Bir yabancı göze, romantik bir büyü ve görkemli bir zenginlikle efsunlu bir masal gibi görünenin arkası karanlık bir baskıdan ibarettir.

Önsöz

Elinizdeki baştan sona hayal ürünü bir hikâyedir. Cenan, Zeynep, Melek ya da André’ye hakiki isimler vermek aslında keyfi bir seçim olmuştur, çünkü bu insanlar gerçekte hiçbir zaman varolmamıştır. Hikâyenin hakikate tekabül eden tek yanı, bugün Osmanlı haremlerinde yüksek bir entelektüel düzeyin yaygın olarak bulunması ve bunun sonucu olarak yaşanan ıstıraptır. Benim yabancı gözlerime belki olduğundan daha yakıcı görünen bu ıstırap konusunda sevgili Türk dostlarım da endişelenmekte ve bir çare bulmak istemektedir. Oradaki önemli düşünürlerin aramayı sürdürdüğü devayı bulduğumu iddia etme gafletine düşmeyeceğim tabii. Fakat onlar gibi ben de, bir çözümün mümkün olduğuna ve bunun da eninde sonunda bulunacağına inanıyorum, çünkü her şeyden önce, İslam’ın bilgi ve merhamet timsali o muhteşem peygamberi, bir zamanlar kendisi tarafından konulan kuralların, zamanın getirdiği kaçınılmaz değişim sonucu birer ıstırap kaynağına dönüşmesini arzu etmiş olamaz.

BİRİNCİ KISIM 

1

Tanınmış yazar André Lhéry, solgun bir ilkbahar sabahı, son gözdesiyle birlikte bir önceki kıştan beri neredeyse hiç çıkmadığı Biskay Denizi kıyısındaki küçük evinde, bezgin bir hâlde mektuplarını karıştırıyordu. “Bu sabah ne çok mektup var! Çok fazla, çok!” diye iç geçirdi. Postacının bazı günler daha az zarf taşıdığı doğruydu. Böyle günlerde de, inziva hayatına biraz fazla gömüldüğü hissine kapılarak mutsuz oluyordu. Çoğunluğu, yazara olan entelektüel hayranlıklarına ilişkin nazik cümlelerle dolu, kâh imzalı, kâh imzasız kadın mektuplarıydı bunların. Neredeyse hepsi şöyle başlıyordu: Hiç tanımadığınız bir kadın yazısı görünce çok şaşıracaksınız mösyö! André bu giriş cümlelerine gülümsüyordu.

Şaşırmak mı? Yoo hayır! Şaşırmaktan vazgeçeli çok olmuştu. Dünyada bu tür bir girişimde bulunma cesaretini gösteren tek insan olduğuna inanan bir kadından gelen her yeni mektupta şu sözler de eksik olmuyordu: Sizinle ruh ikiziyiz; yemin ederim bu dünyada kimse sizi benim kadar anlayamamıştır. Bu noktada André, bu tür bir iddiada beklenmedik bir yan olmamasına rağmen gülümsemiyordu aslında; aksine duygulanıyordu. Uzak mesafelerde yaşasalar da hiçbir zaman uzak oldukları söylenemeyecek bu varlıklar üzerindeki etkisini fark etmek, gelişimlerindeki sorumluluk payının bilincine varmak, çoğunlukla derin düşüncelere dalmasına neden oluyordu.

İçten geldiği gibi öylece yazılan, bu güven dolu mektuplar arasında, ona kulak vermemesi, acısını hissetmemesi imkânsız bir ağabeye atılan hakiki bir çığlık vardı aslında! André Lhéry, kibirle dolu ya da bayağı olanları çöp sepetine gönderdikten sonra, bu türden olanları bir kenara ayırıyor, cevap yazacağına kesin bir inançla saklıyordu. Fakat, ne yazık ki çoğunlukla zamanı yetmediğinden, zavallı mektuplar üst üste yığılıyor, çok geçmeden sonradan gelenlerin yarattığı yığının altında boğuluyor ve nihayet unutulup gitmeye mahkûm oluyordu. Bu sabahın postasında da Türkiye damgalı bir mektup vardı. Posta idaresinin kaşesinin üzerinde André için her zaman yürek burkucu olmuş İstanbul adı açık ve net olarak okunuyordu. İstanbul! Tek bir sözcük nasıl bir sihirle canlandırıyor olabilirdi bu kadar çok anıyı!..

André, kimden geldiğini bilmediği, içeriğinin bir önem arz edip etmediğini bile bilmediği bu zarfı yırtmadan önce, uzun süre hatırlamadığı İstanbul hafızasının derinliklerinde ne zaman canlanıverse hissettiği o hep aynı ama tarifsiz ürpertiyle duraklayıverdi. Bir rüyadaymış gibi, dünyanın sonsuz çeşitliliğini hayranlıkla izleyen gözlerinin önünde bir şehir silüeti beliriverdi: Ufku kaplayan Marmara’nın mavi çemberi içinde, gökyüzü üzerindeki yüksek profiliyle, hayatının son günlerinde eşi benzeri olmayan o ihtişamlı minareler ve kubbeler şehri…

On beş yıl kadar önce, kendisine mektup yazan tanımadığı insanlar arasında, Türk haremlerinden çıkmış birkaç güzel de vardı. İlk gençliğini konu alan bir kitabında mütevazı hemşirelerinden biriyle olan macerasını anlattığı için ona sitem edenler, vicdan azabıyla da olsa sevmeye devam edenler, ona kusursuz olmasa da oldukça hoş bir Fransızca’yla kaleme alınmış çok samimi sayfalar gönderiyorlardı gizlice; birkaç karşılıklı mektuptan sonra, ölümcül bir günaha cesaret etmişler gibi, karmakarışık düşünceler içinde, suskunluğa gömülüyor ve içine nüfuz edilmesi mümkün olmayan bir gizemin içinde kaybolup gidiyorlardı. Nihayet uzaktan, o kıymetli diyarın damgasını taşıyan zarfı yırttı ve okudukları ilk başta omuz silkmesine neden oldu:

Ah! Hayır, bu kadın onunla dalga geçiyor olmalıydı! Dili fazla moderndi, Fransızca’sı fazla arı ve fazla kolay. Kur’an’dan alıntılar yapıyor, Zahide Hanım’ı hatırlatıyor ve yağmaya çıkmış Kızılderililerin ihtiyatlılığıyla cevabını postaneye göndermesini talep ediyordu. İstanbul’dan gelip geçmekte olan bir seyyah kadın ya da elçilerden birinin eşi olabilirdi ya da Paris’te eğitim görmüş bir Levanten, kim bilir? Bununla birlikte mektubun çok güçlü bir cazibesi vardı ve André, neredeyse kendi aksi iradesine rağmen, hemen cevap yazdı. Aslında Müslüman cemaati hakkındaki bilgilerini ortaya koyması ve nezaket göstererek, “Siz, bir Türk kadınısınız! Olamaz; tahmin edersiniz ki, pek inandırıcı değil!..” demesi gerekiyordu. Gerçek olamazmış gibi görünmesine rağmen, mektubun cazibesi tartışılmazdı…

André ertesi güne kadar aklından çıkarmayı başaramayınca, hayatında yeni bir şeyin, daha sonra mutluluk, tehlike ve hüznün birbirini kovalayacağı yeni bir dönemin başlamakta olduğu gibi belli belirsiz bir hisse kapıldı. Aynı zamanda, Türkiye’ye olan aşkına rağmen bir daha gidemeyecek bir adama gönderilmiş bir davetti bu âdeta. O gün, o nisan günü, henüz kaybolmayan kış güneşinin aydınlığında, o kararsız Biskay Denizi gözüne birdenbire, tahammülü imkânsız bir hüzün simgesi gibi göründü; neredeyse ebediyen devam eden çalkantısının ortasında koca koca kıvrımlarıyla, insanı hem kendine çeken hem ürküten, sonsuz enginliği üzerinde açık bir ağız gibi, soluk yeşile çalan bir deniz. Oysa anılarından kopup gelen Marmara’nın görüntüsü, kıyıları boyunca çepeçevre hüküm süren İslam’ın gizemiyle, nasıl da tatlı, nasıl da dinlendirici ve huzurluydu! Bir zamanlar tutkunu olduğu Bask diyarı, artık durup bakma zahmetine değmiyor gibi görünüyordu gözüne; eskilerde Pirenelerin köylerinde, çevredeki antik kasabalarda -hatta aptal villaların istilasına rağmen şu eski Fontarabie şehrinin pencerelerinin önünde- yaşamaya devam ediyor gibi hissettiği o eski Bask ruhunu, hayır, bugün artık hiçbir yerde bulamıyordu.

Fakat orada, ah o İstanbul’da, akşamları ölülerin ruhu için binlerce küçük sarı alevin yandığı lambalarıyla mezarlıkların, yüksek minareli camilerin gölgesinde, insanın mazisi ve eski düşleri nasıl da devam ettiriyordu varlığını! Ah! Karşılıklı iki kıyısı, Avrupa ve Asya, Boğaziçi boyunca birbirlerine, Doğu’nun ışık oyunları altında sürekli değişen görünümleriyle minarelerini ve saraylarını göstermeyi sürdürüyorlardı! Şark’ın periler diyarının yanında, Gaskonya Körfezi tabii ki daha solgun ve daha buruk kalıyordu! O hâlde neden oraya gitmek yerine burada kalıyordu? Küçük efsunların, zamanın nasıl geçtiğini unutturan hüzünlü ve eşsiz sarhoşlukların ülkesi oradayken, hayatın sayılı günlerini burada harcamak nasıl bir basiretsizlikti? Fakat, gözlerini bu dünyanın görüntüsüne, Okyanus’un sert boralarıyla dalgalarının dövdüğü bu renksiz körfezin kıyısında açmıştı; kendini bildi bileli kaç kaçamak mevsimi burada yaşamıştı; dolayısıyla, buradaki her şeyi umutsuzca seviyor, başka yerde olduğu zamanlarda özleyeceğini de biliyordu. Dolayısıyla bu nisan sabahı, André Lhéry, bütün halkların arasında kaybolup gitmenin, bütün dünyada göçebe olmanın, her yere ayrı ayrı yürekten bağlanmanın telafisiz acısını bir kez daha hissetti. Tanrım, neden onun iki vatanı vardı: Kendisininki ve ötelerde, Şark’taki vatanı?

II

Aynı nisan ayında, bir sonraki hafta güneş, uyumakta olan bir genç kızın odasına süzülüyordu storların ve müslin perdelerin arasından. Perdeleri, panjurları, parmaklıkları aşmak zorunda bile kalsa, dünya var olalı, insanların, hayvanların, basit ya da karmaşık her türlü varlığın ruhunu, şakıyan küçük kuşların ufacık ruhlarını ele geçirmek üzere, dünyanın yeniden canlanmasıyla ortaya çıkan o geçici sevinç ve ebedi aldatmacayı taşıyan bir sabah güneşiydi bu. Dışarıda, mevsim itibarıyla henüz gelmiş kırlangıçların kanat sesleri ve Şark ritmiyle çalınan bir davulun boğuk gürültüsü işitiliyordu. Zaman zaman devasa bir hayvandan çıktığı hissi yaratan ulumalar havaya karışıyordu: Hızla seyreden gemilerin gürültüsü, buharlı vapurların düdükleri, yakınlarda bir yerlerde çılgınca hareketli büyük bir liman olması gerektiğine işaret ediyordu; fakat bu gemi seslerinin çok uzaklardan, aşağılarda bir yerlerden geldiği hissediliyordu ve bu da, deniz seviyesinden yukarıda, bir tepenin üzerinde, sakin bir bölgede olunduğu hissi yaratıyordu.

Genç kızın uyumakta olduğu, güneşin içeri süzüldüğü o oda zarif ve beyazdı. O yıl hâlâ (1901 yılı), dekadansımızın son inceliklerinden birini temsil etmekte olan l’art nouveau adı verilen akıma uygun, sözüm ona bir arılık ve yapay bir eskilikle döşenmiş, aslında modern bir odaydı burası. Genç kız, beyaz lake bir yatağın -Londra ya da Paris’in moda dekoratörlerinden biri tarafından, ilkel beceriksizlik ve Japon özentiliği karışımı bir üslupla çizilmiş çiçek bezeklerinin belli belirsiz ayırt edildiği- içinde uyumaya devam ediyordu:

Birbirine girmiş sarı saçların ortasında küçücük oval bir yüzü vardı ve bu yüz öylesine eşsiz bir oval forma sahipti ki, bir insan için biraz fazla güzel sayılacağından, balmumundan bir heykele aitmiş izlenimi yaratıyordu. Âdeta fazla zarif denilebilecek delikleri, belli belirsiz kemeriyle küçücük bir burun, iri Meryem gözleri ve Acıların Annesi’ninkiler gibi şakaklara doğru uzayan çok uzun kaşları vardı. Çarşaflarda ve yastıklarda az miktarda dantel, saten yatak örtüsünün üzerine öylece bırakılmış zarif ellerde biraz fazla sayıda ışıltılı yüzük, bizim dünyamızda bu yaşta bir çocuk için abartılı bulunacak bir zenginlik söz konusuydu. Bunun dışında, çevresindeki her şey, bizim batılı lüks anlayışımızın son eğilimleriyle gayet açık bir uyum içindeydi. Bununla birlikte, pencerelerde demir parmaklıklar dışında bir de, bu çarpıcı zarafete bir keyifsizlik, neredeyse bir hapishane boğuntusu katan, bir daha hiç açılmayacak biçimde çakılarak yerleştirilmiş o tahta kafesler vardı.

Genç kız, bu ışıl ışıl güneşe ve dışarıda kırlangıçların neşeyle şakımasına rağmen, uykusuz geçen gecelerin sonunda birdenbire düşülen o ağır uykuyu uyuyordu; gözlerinin altındaysa, bir gün önce çok ağladığını düşündüren mor halkalar vardı. Beyaz lakeden küçük bir çalışma masasının üzerinde, elyazması kâğıtların, yaldızlı armaların bulunduğu zarfların içinde gönderilmeye hazır bekleyen mektupların ortasında unutulmuş bir mum yanmaya devam ediyordu. Aralarında, üzerine ilham ateşiyle notalar karalanmış gibi görünen bir nota kâğıdı da vardı. Ayrıca, kırılgan Saksonya bibloları arasında birkaç kitap sürünüyordu: Baudelaire ve Verlaine’in şiirleri, Kant’ın ve Nietzsche’nin felsefe kitapları, Noailles Kontesi’nin son eseri… Belli ki bu evde, okunanlara dikkat edecek, bu genç beynin fazla coşmasını engelleyecek bir anne bulunmuyordu.

Ve herhangi bir şımartılmış Parizyen genç hanımefendinin gayet rahat edeceği bu odanın içinde oldukça tuhaf, oldukça beklenmedik bir durum olarak, beyaz lake yatağın üzerinde, bizde çoğunlukla haç asılan yerde, Arap harfleriyle yazılmış bir yazı asılıydı: Koyu yeşil kadife üzerine altın sırmayla işlenmiş bir yazı, kadim bir sanatla kumaşa dokunmuş Kur’an’dan bir ayet. Kaygısızca pencerenin pervazına konan iki kırlangıcın birlikte şakıdığı tutkulu ezgiler, bu küçücük ve gencecik yüzün gözlerinin birdenbire kocaman açılmasına neden oldu. Geniş göz bebekleriyle önce kararsız ve dehşetli bu ela gözler, sonra hayattan merhamet diler, tahammül edemediği bir rüyanın izlerini silmesi için hakikate yakarır gibi görünüyordu. Fakat hakikat de şüphesiz pek farklı değildi, bu kötü rüyadan. Genç kızın aklı ve hafızası yerine geldikçe, gitgide daha karamsar bir ifadeye bürünüyordu o güzel gözler. Kendi hakikatine dönmesine neden olan eşyalarla karşılaştığında, kaçınılmazın umutsuzluğuna boyun eğerek bakışlarını iyice yere indirdi:

Açık bir mücevher çekmecesinin içinde, alev alev ışıyan bir taç ve sandalyelerin üzerine yerleştirilmiş, uzun eteği kuyruğunun en ucuna kadar portakal çiçekleriyle süslü, beyaz ipekten bir gelinlik… Zayıf bir kadın, gözlerinde alevler ve hayal kırıklığı, rüzgâr gibi girdi içeri kapıyı çalmadan. Kapkara elbisesi, uzun siyah başlığı, dikkat çekici sadeliği ve ciddiyetiyle bir tuhaflık olduğu hissi yaratıyordu; ilk bakışta ihtiyar sanılmasına rağmen, değildi aslında; fakir ama iyi bir aileden gelen ve tahminen çok iyi eğitimli bir mürebbiye olmalıydı. “Aldım!.. Artık bizde canım evladım!..” dedi Fransızca olarak, gidip postaneden aldığı, açılmamış bir mektubu çocuksu bir zafer edasıyla elinde sallıyordu bir yandan. Yatağında yatmakta olan küçük prenses, tamamen aksansız konuştuğu aynı dilde cevap verdi.

“Olamaz! Hakikaten mi?” “Evet, hakikaten!.. Ondan değilse, kimden olacak evladım? Zarfın üzerinde Zahide Hanım’dan bir şey yazıyor mu? Hayır! O hâlde?.. Ah! Şifreyi başkalarına da verdiyseniz, o zaman başka…” “Vermediğimi biliyorsunuz!..” “Eh! O hâlde?..” Genç kız, sonuna kadar açılmış gözleri ve yanaklarında pembe bir ışıltıyla doğrulmuş oturuyordu artık. Bu hâliyle, canı çok yandığı hâlde, eline olağanüstü bir oyuncak tutuşturulunca bir anda her şeyi unutan bir çocuğa benziyordu. Oyuncak, bu mektuptu. Mektubu açmak için yanıp tutuşmakla birlikte, yaptığı hafif bir suçmuş gibi dehşet içinde çevirip duruyordu zarfı elinde. Sonra, yırtıp açmaya hazır hâlde, sevimlilik yaparak yakarmaya koyuldu.

“Benim iyi yürekli matmazelim, tatlı matmazelim, bu arzuma kızmayın lütfen ama mektubu okurken yalnız olmak istiyorum.” “Tabii ki benim sevgili küçük maskaram, sizden daha acayibini bulmak mümkün mü zaten!.. Fakat bana da okutacaksınız değil mi daha sonra? En azından bu kadarını hak ettim diye düşünüyorum!..

Hadi bakalım, istediğiniz gibi olsun! Gidip şapkamı, tülümü çıkarayım, geliyorum…” Bu küçük komik çocuk hakikaten çok acayipti ama aynı zamanda da çok korkaktı. Hayatında ilk kez bir erkek mektubu okuyacaktı ve bunun için, mührü açmadan önce kalkmasının, giyinmesinin ve saçlarını örtmesinin uygun olacağını düşündü. Dolayısıyla Rue de la Paix’deki iyi bir terzinin elinden çıkma uçuk mavi bir sabahlığı alelacele üzerine geçiriverdikten sonra, sarı saçlarının üzerine, kenarlarında eski bir Kafkasya işi süsleme bulunan tülbendini sararak, eli ayağı titreye titreye zarfın mührünü kırdı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Edebiyat
  • Kitap AdıUmudunu Yitirmiş Kadınlar
  • Sayfa Sayısı352
  • YazarPierre Loti
  • ISBN9789753299947
  • Boyutlar, Kapak11x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviOğlak Yayınları / 2020

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Aziyade ~ Pierre LotiAziyade

    Aziyade

    Pierre Loti

    “Beyaz bir hayalet kadar sessiz ve hareketsiz bu örtülü kadınla yalnız kalırdım. Küreğe geçer, ters yöne doğru çekmeye başlardım. Açıklara doğru uzaklaşırdık. Yeterince uzaklaştığımıza...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur