Sustunuz… Uzunca bir süre sustunuz. Niye böylesiniz? Böylesiniz işte. Sevdiğini hiç bağıra çağıra söyleyememişler gibisiniz. Haksızlık görünce dili tutulmuşlar gibi… Suskun. Bedeni huzurda namaza durmuş, kafası başka yerde münafıklar gibisiniz. Verdiğiniz sözleri yutmuş, ettiğiniz yeminleri bozmuşsunuz. Duyulmasından korkmuşsunuz. Olduğunuzdan cesur davranıp zayıflığınızı saklamışsınız. Sesinizin çok çıktığı anlarda boyun eğmişsiniz sanki… Âciz. Keşke söylemeyi değil duymayı öğrenseydiniz…
Barış İnce, büyük beğeni toplayan romanı Çelişki’den sonra okurlarını her anlamda “sarsacak” bir romanla karşımızda. “İsimsiz” bir adadaki esrarengiz cinayetler, ada halkını avucuna almış, mafyalaşmış bir dinî grup, bir masa etrafında toplanıp hem kaybolan arkadaşlarının hatırasıyla hem de dostlukları ve aşklarıyla hesaplaşan üç arkadaş ve tüm gizemlere ışık tutacak sahipsiz bir günlük… Sarsıntı, yalnızca bugüne değil Türkiye’nin tüm zamanlarına, artık katran bağlamış acı gerçeklerine dair, ustaca yazılmış bir roman.
1
Masada suskun, konuşulanları dinlerken; çatal, kaşık, tabak, önünde ne varsa bir ileri bir geri oynatıyordu. Nesneler geri gelirken sanki rahatlıyordu. Vaktiyle ittiği ne varsa geri getirme isteği… Pişmanlık denen şey yapabildiklerinle anlam kazanır. “Madem bunu doğru yaptım, diğerlerini neden yapamadım?” sorusu… Geçmişle yüzleşme korkusu… “Sipariş vermeyecek miyiz ya?” Filiz’in bu gerginliği, geçici bir açlık asabiliğinden çok, masaya henüz oturmuş, sohbete ısınan dostlara verilmiş, “Bu gece kolay geçmeyecek!” mesajıydı.
Tanıdığımdan beri çok konuşmayı sevmezdi Filiz. Uzun süre ortamı dinler, bazen bir espriyle bazen de zor bir soruyla herkesi dikkatle takip ettiğini belli ederdi. Öyle derin bir laf ederdi ki herkes onun muhabbetin tam içinde olduğuna ikna olurdu. Ama bu sefer farklı gibiydi… Filiz ve Yiğit erken gelmişlerdi. Sonra ben geldim. Buluşmayı tertip eden Rıza da en son… Rıza, “Haydi bakalım!” diye homurdandı. Filiz’in tavırlarından hoşnutsuzdu. Doğru yapıp yapmadığı konusunda endişeleri dinmemişken bu tuhaf hava da neydi? İmdadına garson, bizim Çiko Murat yetişti.
“Meze tepsisini getireyim mi?” “Getir!” Çiko lakabını ben taktım Murat’a. Okulda ona Çakal Murat derlermiş. Çakal dendiğinde ortaya çıkan kötü çağrışımın aksine Murat’ın çakallıkları naifti. Sürekli her mevzudan nasıl kârlı çıktığını anlatırdı. Ufak sahtekârlıklarını pek bir ballandırırdı. Otobüsteki “bilet aktarma sistemi”nin açığını bulup bedavacılık yapardı; tek gözünü kırparak her şeyin en ucuzunu nasıl ayarladığını, hediye ürünlerin hep ona çıktığını, satıcıları bağlayıp bazı şeyleri nasıl beleşe getirdiğini anlatırdı.
Gözünü kırparken yüzünde beliren tebessüm, küçük başarılara aç insanların muzaffer gülüşündendi. Anlattığı bütün küçük kârları alt alta koyup toplasak zararlı çıkardı ama yine de o kadar güzel anlatırdı ki insan inanmak isterdi. Liseyi terk edip geldi bizim dükkâna Murat. “İş istiyorum Levent Abi,” dedi, kabul ettim, komi olarak girdi. Çok sevimliydi, mekânın maskotu gibiydi. Bu çocuğa çakal denmesine gönlümüz el vermedi ve Rumların uzun Türk isimlerini kısaltıp sonuna “o” koyma merakından esinlenerek Çako Murat demeye başladık. Gel zaman git zaman bizim Çako, oldu âlemde Çiko. Mezeleri seçme işini masa sakinlerimizden Yiğit üstlendi. Bu işi her zaman kendisinin yapması gerektiğine dair tuhaf bir özgüveni vardı Yiğit’in. Arada başkalarına da sormuyor değildi ama, “Şunu alalım, bunu alalım,” diye ortaya koyduğu şeyler bir ahenk oluşturmayınca masadakiler pes eder, kimsenin uğraşası gelmezdi. Olur da biri müdahale edip değişik bir şey seçerse yemek boyunca, “Bunu niye söylediniz!” diye o mezeyle kavga ederdi. Yemek seçimine geçilmişti. Çiko tepsiyi yeni çırağın eline tutuşturup kâğıdı kalemi çıkardı. Masadakilerin etmi yiyelim balık mı tartışması esnasında Filiz yine bir çıkıntılık yapıp tavuk şiş istedi. “Bizde tavuk yok,” dedi Çiko. “Niye yokmuş? Restoran değil mi burası, ben bugün tavuk yemek istiyorum.” “Yıllardır yok abla, biliyorsun eskiden de yoktu.” Eskiden sözcüğünü vurgulu söylemişti Murat. “Daha önce sıkça geldiğiniz günler” mi demek istiyordu yoksa “biz büyümeden öncesi” mi? Bizim kır çakalının bir dokundurması vardı ama şu an kimsenin onu kafaya takacak hali yoktu.
“Tamam ya, kuzu şiş olsun o zaman!” Siparişleri aldı ve uzadı Çiko. Bizim dükkânın en tuhaf masasına oturmuştuk. Bu masayı dükkâna hangi akılla satın aldığımı şu an hatırlamıyorum. Meyhane masaları ahşap ve dikdörtgen olur, bu masa yuvarlaktı. Ortasına dev şamdanların konulduğu kır düğünü masaları gibi… Gerçi deniz tuzunun, rutubetin tahtalara zarar vermesinden bezip kimi masaları çelik gövdeli, polyester kaplı masalarla değiştirmiştik. Bu masa da onlardandı ama niye yuvarlak, gerçekten bilemiyorum. Adanın kuzeybatı tarafına kurulu bu küçük lokantaya günbatımı sonrası ışık vururdu. Işık adanın en yüksek tepesine kurulmuş bir fenerin aydınlığının tam bizim koya vurmasından ötürüydü. Bir hapishanenin gözetleme fenerine benzeyen bu biçimsiz şeyin kaldırılması için defalarca imza topladık. Özellikle buranın işletmesini devraldıktan sonra daha bir gözüme battı o fener. Yetkililerin bir bildiği olsa gerek, kaldırmayı münasip görmediler. İşte o fenerin ışığı şu an yuvarlak masaya vuruyordu. Film işinde çok para olduğundan bahsetti Rıza kaya koruğunu tabağına doldururken. Herkesten fazla aldığını fark etmiş olmanın mahcubiyeti yüzüne yansımıştı. Bir senaryo vardı kafasında, yapımcı bulup çekebilse filmi ciddi paralar kazanabilecekti. En az kazanacağı para kadar şöhret de onu cezbediyordu ya, söylemiyordu. Bir hesap yapmıştı; büyük bir dağıtım ağıyla çalışabilirse filmin salon bulması kolaydı, salon olduktan sonra da geriye sadece filmi duyurmak kalıyordu, onu da becerebilirse kesin yırtıyordu.
“İyi de sen film izlemezsin, senaryo, öykü, kurgu nedir bilmezsin ki; nasıl sinema işine gireceksin?” diye söylendi Yiğit, uzun saçlarını salıp tekrar toplarken. İstihzayla baktı Rıza, gerek yoktu bunlara. Yeni bir şey bulacaktı o, eskileri bilmesi anlamsızdı. Zaten yapılmış olanı tekrarlamanın kimseye bir faydası yoktu. Örneğin yeni bir kitap yazabilmek için tüm edebî eserleri okuması mı gerekiyordu sanki? Üstelik okumayınca esinlenme riski de ortadan kalkıyordu. Rakısından bir yudum aldı, anason acı geldi galiba, dişlerini göstererek yüzünü ekşitti, sakalıyla oynadı. Sakalıyla bıyığıyla oynarken sürekli elini burnuna götürüp “fık fık” gibi bir ses çıkarıyor.
Bu ses bende takıntı haline geldi. Yemekte ağzını şapırdatan, burnuyla ses çıkaran insanlara katlanamıyorum. Tanıştığımızdan beri şunu yapma diye söyleniyorum ama dinlemiyor. Burnunda et olduğu ve sürekli nefessiz kalmış gibi hissettiği gibi sağlam bahaneler buldu yıllar içerisinde. Son zamanlarda özellikle gece yemek yiyip geç yatmaktan aldığı kilolar da soluğunu kesiyor. Bense ne zaman ağzını şapırdatacak ya da burnuyla “fık fık” yapacak diye düşünmekten muhabbete odaklanamıyorum. Yiğit, Rıza’nın tezlerini çok saçma buldu. En azından sinemada temel akımlar bilinmeliydi, sanata dair bilgiye ve görgüye sahip olmak gerekirdi. Kendinden önce yazılan şiirlerden bihaberlerin iyi şiir yazması olası değildi. Bu bir cahil özgüveniydi. Rıza sinirlendi. Rakısına bir buz daha attı, uzun bir söylev başlatır gibi yaptı. Filiz’in tuhaf bakışından rahatsız olup vazgeçti, fenere çevirdi başını. Uzun süren bir sessizlik başladı. Filiz tabağına bir kaşık Girit ezmesi aldı. Girit ezmesinde bir numaradır mekânımız, bu konuda tevazu gösteremem. Şöhretimiz büyük ölçüde buradan gelir. Misafirlerimiz ezmemizi bilir ve adımızdan övgüyle söz ederler. Önüne gelen mekânın mezesini övüp “ortam biliyorum” cakası satan acemi hovardalar gibi değil ama… Adaya dışarıdan gelenler sırf ustamızın Girit ezmesini tatmak için Kandiye Meyhanesi’ne uğrar.
Ezmenin sırrını burada açıklayacak değilim. Girit mübadili ustamızın sarmısağı normalden biraz bol tuttuğunu ve peyniri karşıdan özel getirttiğini çıtlatabilirim ama. Zaten ezilmiş peyniri daha da küçük parçacıklara ayırmak için oynattığı çatalı bıçağı bıraktı Filiz. Masadaki sessizlikten kuvvet alıp kendinde konuşma gayretini buldu. Belki de gerek duydu. Onca gevezelik içinde ilk defa böyle bir an oluyordu, değerlendirmeliydi. Sustuğu anlar uzadıkça başkaları tarafından ketum, soğuk diye damgalanma riski artıyordu.
Her seferinde arkasından bu şekilde konuşulduğunu biliyordu. “Hep aynı rüyayı görüyorum!” dedi. Lafa öyle dümdüz, slogan atar gibi girdi. Masadaki herkes kulak kesildi. Rüyasına göre vakti zamanında bir cinayet işlemişti Filiz, cesedi bahçeye gömmüştü ve yıllar sonra olay açığa çıkmak üzereydi. Siren sesleri… Toprağın başında kimi adamlar… “Ne oldu?” diye soranlar… Kaçma ve inkâr isteği… Panikle uyanıyordu. Bu rüyayı o kadar sık görüyordu ki belki de her gece olayın esrarını çözmek için uyuyordu. Aslında uykuya yatmıyor, tüm seanslarının bileti alınmış bir polisiye filme gidiyordu. Aynı sahneleri farklı yardımcı oyuncular eşliğinde; kimi zaman daha iyi kimi zaman daha kötü oyunculuklarla seyrediyordu. Anlattı. “Bunu şimdi bunlara niye anlattım?” duygusu sıcak sıcak geliyordu ki psikolojiye biraz meraklı olan Yiğit lafa girdi. Gizlediği ya da ortaya çıkmasından korktuğu bir şeylerin olduğundan söz etti.
Aman ne açıklama! “Gerçeklerin ortaya çıkma huyu”na dair kimi klişeler eşliğinde konuşmasını bitirdi, üstüne de bilmiş bilmiş gülümsedi. İnsanlar ne çok şey biliyor. Her konuda az da olsa mutlaka bir şey biliyorlar. Çok konuşuyorlar, susmayı ayıp görüyorlar. Hep kendilerinden bahsediyorlar. Herkesin bir anda sustuğu o derin sessizlik ânını kâbus sanıyorlar. O yüzden müzik getirildi meyhanelere… Sessizliğe bir bahane… Madem öyle, açma içini, anlatma düşlerini. Bu rüya senin, perdeyi aralayacak olan sensin. Senin sırrın, senin gizemin… Kimsenin aklına ihtiyacın yok Filiz, sen bileceksin. Cesur davranmak, herkes arkandayken ne kadar kolay ve zevkli… Kimsenin yanında olmadığı anlarda ortaya çıkacak gerçek cesaret. Sırrı yalnız sen bulabilirsin. Bul o zaman, kimseden bekleme! Lokantanın alt katından bir ses geldi bu sırada. Yeni çıraklardan biri dolu tepsiyi düşürmüş olmalıydı. Bahçenin en dış bölümünde duran masadan kalktım, kapalı alana yöneldim.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSarsıntı
- Sayfa Sayısı120
- YazarBarış İnce
- ISBN9789750738746
- Boyutlar, Kapak13x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Teneke ~ Yaşar Kemal
Teneke
Yaşar Kemal
Bir Anadolu kasabasında, çeltikçi ağaların yönetmeliklere karşı gelerek ektikleri çeltik sıtmaya neden olur. İdealist ve genç kaymakam tüm tecrübesizliğiyle, sıtmaya tutulan kasaba halkı adına...
- Beria ~ Cenk Çalışır
Beria
Cenk Çalışır
“…bir insanın canlı bir insanı ısırarak lokmalar hâlinde koparmasıyla daha önce hiç karşılaşmamıştı. Kadın delinin tekiydi. Kopardığı et parçasını kanlı dişlerinin arasında tutarak doğruldu....
- Gitmeyecekler İçin Urbino ~ Cem Akaş
Gitmeyecekler İçin Urbino
Cem Akaş
Marx’ın doktora tezinde mealen dediği gibi, bazı şeyleri bilmek istemeyişimizin iyi nedenleri olabilir, insan doğası kendini korumaya güdümlüdür, yine de bu, istemediğimiz bazı şeyleri...