Ahmet Cemal, edebiyatseverlerin yakından tanıdığı bir ad. Deneyimli, usta bir denemeci, usta bir çevirmen. Köşe yazılarıyla da sesini duyuran Ahmet Cemal, şimdi, ilk kez bir başka yönüyle, öykücü Ahmet Cemal olarak çıkıyor karşımıza. Ustalıkla kullandığı Türkçeyi, yılların edebiyat birikimini, yaşam deneyimini ve elbette ki doğal yazma yeteneğini bu kez öykülerinde kullanmış. Keşke öykü yazmaya daha önce başlasaydı dedirtecek lezzette, ustalıkta öyküler var Dokunmak’ta.
Yazar, sıradışı, çarpıcı, ama gerçek konulara çekinmeden el atıyor. Pek çok şeyi göze alarak yüreklice yazıyor. Toplumun genelgeçer kurallarının dışına düşen, ama yadsınmaz bir biçimde de toplumun gerçeği olan kimi konuları, imgelemenin de yardımıyla işliyor. Kitapta on öykü yer alıyor; bunlara bir bütün olarak da bakılabilir. Bütün öyküleri doşan, kiminde az, kiminde belirgin bir biçimde kendini hissettiren temel bir izlek var: insanı insan olarak incelerken, onu bütün zayıflıkları, bütün kusurları ve sapıklıklarıyla ele alırken derin gözlem gücünü de ortaya koyuyor yazar. İnce bir duyarlıkla kurgulanmış bu öyküler, yıllarını edebiyata vermiş bir aydının değişik bir alandaki yeni ürünleri.
İçindekiler
Dosyası Çabuk Kapatılan Bir Ölüm Olayı ……………………. 15
Claudia ………………………………………………………………….. 33
Dokunmak ……………………………………………………………… 39
Vergilius’un Son Gecesi Üzerine Bir Çeşitleme …………….. 47
Balkondaki Defterler ………………………………………………… 59
Dört İncil ……………………………………………………………….. 65
Olmayan Bir İstanbul Gecesinde Seninle Gezinmek ……… 73
Yazılamayan Bir Öykünün Serüveni ……………………………. 89
Giritli Dayı’nın Sabah Çiçekleri………………………………… 103
… Ve O Kentlerin Fotoğrafsız Zamanları ……………………. 111
“Yaşayan bir varlığın günahlı olduğuna inananlar, Tanrı’nın
ya günahı yaratacak kadar kötü olabileceğine ya da
kusursuz varlık yaratma girişimlerinde çok yanlışlıklar
yaptığına inanmak zorundadırlar…”
Bernard Shaw
… Eskiden bu öyküler, zamanın denizlerinde, benim zamanlarımın denizlerinde yüzen parçalardı. Bazıları –çoğunu artık anımsayamadığım– beklentilerle dolu, bitmiş ya da bitmemiş, gönderilmiş ya da gönderilmemiş mektuplardı; bazıları başka metin türlerinin saçak altlarına, satır aralarına usulca kıvrılıvermiş yazılardı; bazıları da, neden kaleme alındıkları artık hiç bilinmeyen, öylece ortada kalıvermiş kırıntılardı. Günün birinde baktım, yine içinde yüzdükleri o deniz, yani zaman, bütün bu dağınıklığa kendine özgü bir düzen vermeye koyulmuş. Saklananlar, saklandıkları yerlerden çıkıp daha önce varlığı hiç bilinmeyen bir haritaya yerleştirilmiş; ortada kalanlar ise yeni bütünlerin içersinde eriyip gitmiş. Benim bütün yaptığım, onları bu yeni konumlarıyla kâğıda dökmek oldu. Özgürlüklerine dokunmadım..
A.C.
DOSYASI ÇABUK KAPATILAN
BİR ÖLÜM OLAYI
1
Tanınmış tiyatro oyuncusu Raif Ergüç, 13 Kasım’ı 14 Kasım’a bağlayan gece aşırı dozda aldığı uyku hapları nedeniyle ölmüştü. Adli tabip, boş ilaç şişesinin etiketine baktıktan sonra hapların büyük bir olasılıkla gece saat bir ile iki arasında alındığını, ölümün de sabaha karşı iki buçuk ile üç arasında gerçekleşmiş olabileceğini söyledi. Polis, yaptığı araştırma sonucunda Raif Ergüç’ün evinde intihardan başka bir olasılığı da akla getirebilecek herhangi bir ipucuna rastlamadı. Hem Raif Ergüç, yaşamına kendi isteğiyle son verdiğini açıklayan bir mektup da bırakmıştı. Zaten akılları karıştıran tek şey de bu mektup oldu. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla Raif Ergüç, bu çok uzun mektupta hangi nedenlerden ötürü intihar etmediğini anlatmaya çalışmıştı. İntihar edenlerin bıraktıkları mektuplarda ölümlerinden kimlerin sorumlu olmadıklarının belirtilmesi, alışılagelmiş bir durumdu. Ama, Raif Ergüç’ün yaptığı gibi, ölen kişinin kendini hangi nedenlerden ötürü öldürmediğini açıklamak için bir mektup kaleme alması, o güne kadar böyle olaylarla çok karşılaşmış olan savcıya bile şaşırtıcı gelmişti.
Savcı, olaydan sonraki birkaç gün boyunca ölenin yakın çevresinden erişebildiklerine bu mektubu gösterip düşüncelerini sordu. Ama kafasındaki sorulara herhangi bir yanıt bulamadı. Çünkü Raif Ergüç’ün bıraktığı mektubu okuyan yakınları da yazılanlara bir anlam verememişlerdi. Örneğin sanat yaşamı boyunca hep başarıdan başarıya koşmuş olan Raif Ergüç, biraz uzunca olan mektubunun hemen başında, kendine karşı hep çok kötü bir oyuncu olduğunu, ama intiharının bununla bir ilişkisinin bulunmadığını açıklamıştı. Kendi ifadesiyle “bu mektupta anlatılması çok zaman alacak nedenlerden ötürü”, neredeyse bütün yaşamı boyunca, hatta çocukluk yıllarından başlayarak, hep oynamıştı.
Fakat bu, yani kendine karşı sürekli oynamış olması, doğuştan var olan bir yeteneğin kendini dışa vurması diye yorumlanmamalıydı. Hayır, Raif Ergüç’e göre bu ikisi arasında, yani kendini bildi bileli genellikle olmayan bir yaşamı kendi sahnelerinde kendine karşı oynaması ile, sonradan tiyatro oyunculuğunu bir uğraş seçmesi arasında, en azından doğrudan bir ilişki yoktu. Kendine karşı oynaması, hep bir tür kaçış yerine geçmişti. Kendine karşı uyguladığı tiyatro yöntemini rahatlıkla katıksız bir yanılsamacı yöntem diye de adlandırabilirdi.
Çünkü aslında yaşayamadıklarını kendine sergilerken, kurguladığı olaylarla ve tiplerle en azından temsil süresi boyunca bütünüyle özdeşleşmişti. Gerçi burada “temsil süresi” söylemi de belli bir kesinlik getirmekten uzaktı. Çünkü Raif Ergüç, yine kendi ifadesine göre, yaşamında olmayanları oyun aracılığıyla en azından bir sahne gerçekliğine elbette kendi özel sahnesinin gerçekliğine! dönüştürme işini, sonunda yaşamının ne kadarının gerçek, ne kadarının ise oyun olduğunu ayırt edemeyecek kadar ileri götürmüştü. Raif Ergüç bu itirafta bulunduktan sonra, geride bıraktığı mektubu okuyacak olanlardan açıkça özür dilemişti. Zira bu mektup için de aynı durum geçerliydi:
Yazdıklarının ne kadarının gerçek yaşamından kaynaklandığını, ne kadarının ise bir oyun metni niteliğini taşıdığını da artık ayırt edebilmesi olanaksızdı. Bu olgu, bir zamanlar Raif Ergüç’ün tiyatro eğitimi görme kararını vermesini de çok güçleştirmişti. Çünkü o aşamaya geldiğinde, ansızın tiyatroyu herhangi bir zaman bir sanat diye algılayıp algılamayacağı, dolayısıyla da böyle bir sorumluluğu taşıyıp taşıyamayacağı konusunda kararsız kalmıştı. Oynamak, onun için artık yemek, içmek ve uyumak kadar doğal bir konum olup çıkmıştı.
O, günlük yaşamın en sıradan olaylarına bile çoğu kez bir oyuncu gözüyle bakan biriydi. Üstelik uzunca bir zamandan bu yana bu konumu bir tür kaçış saydığının da bilincindeydi. Kafasında dolanıp duran çetin soru, şuydu: Özel yaşamında kaçışlarını daha da yetkin düzeye getirmek için çaba harcarken edinip geliştirmiş olduğu becerilerden yola çıkarak, kendini bir sanatçı adayı saymakta haklı olabilir miydi? Gerçi küçüklüklerinden beri iyi taklit yapmaları nedeniyle kendilerine doğal birer tiyatro oyuncusu adayı gözüyle bakanlarla sık karşılaşmıştı. Bu bağlamda kendi yaptıkları da belki taklit etmek diye nitelendirilebilirdi. Çünkü sonuçta başkalarının yaşadıklarını kendi yaşamına taklit yoluyla sokan, kendi yerine çoğunlukla bir başkasıymış gibi yaşayan biriydi. Çocukluk yıllarında, uçsuz bucaksız mutsuz bir aile yaşamı içerisindeyken, kendini sık sık mutlu ailelerin mutlu çocukları yerine koymuştu. İlkgençlik yıllarında, bir erkek olmasına karşın mektubun daha ilerisinde anlatmaya çalışacağı nedenlerle kızlara değil, fakat yaşıtı delikanlılara ilgi duymaya başladığında, ya bu yanını yadsıyarak erkekleri, ya da bir erkek tarafından ilk kez öpülmeyi bekleyen genç kızları taklit etmişti. Para sıkıntısı çektiği zamanlar kendini her istediğini yapacak kadar varlıklı biri yerine koymuştu. Raif Ergüç, mektubunda tiyatro eğitimine başlamak üzereyken kafasında çöreklenen sorulara konservatuvardaki eğitimi boyunca da net yanıtlar alamadığını yazıyordu. Tiyatro bölümünün giriş sınavlarını rahat kazanmıştı.
Ama dört yıllık başarılı eğitimi boyunca, özellikle oyunculuk derslerinin hocalarından başarısının gerçeklerden kaçma becerisinden mi, yoksa sanatsal yeteneğinden, yani yaratıcılığından mı kaynaklandığına ilişkin herhangi bir ipucu alamamıştı. Zaten eğitiminin sonunda, sanatçılık bağlamında en azından böyle bir eğitimin pek yararlı olmadığı sonucuna varmıştı. İster doğaçlama, ister oyunculuk dersinde olsun, çoğu hocalar nasıl oynanması gerektiğini gösterirlerken, kendi böyle’lerine aşırı ağırlık tanıyorlardı. Bu da öğrencilerin olası özgün anlatımlarının gelişmesini engelliyordu. Grup halinde yapılan çalışmalarda Raif Ergüç’ün, bir tür seri üretimin amaçlandığı izlenimini edindiği çok olmuştu.
Deneyimlerini, öğrencilerini kendilerine benzetmek yerine, onlara kendi üsluplarına giden yollarda rehberlik etme doğrultusunda kullanan hocaların sayısı hep çok azdı. Mektubundan anlaşıldığı kadarıyla Raif Ergüç kafasındaki temel soruya, yani gerçekten bir sanatçı olup olmadığına ilişkin soruya sonraki yıllarda, erken gelen bir ünün ardından da yanıt bulamamıştı. Profesyonel anlamda sahneye ilk çıkışının ardından çabuk sivrilmişti. “Katıksız bir sanat adamı,” diye övülmüştü. Sahnedeki oyunculuk başarılarının yanı sıra, ömrü boyunca tiyatrodan başka bir şey düşünmemesi, tiyatro oyunculuğunun dışında, reklamlar da dahil, en azından parasal bakımdan çok çekici bütün önerileri geri çevirişi de onca takdir edilmesinde hiç kuşkusuz önemli rol oynamıştı.
Yaşamı nın sahne dışındaki bölümünü sürekli gözlerden uzak tutmuştu. Alışılagelmiş biçimiyle bir bohem tavrını hiçbir zaman sergilememişti. Ama böyle bir tavrı, kendine karşı hep oynamıştı, ve mektubunda bunu da açık yüreklilikle itiraf etmekten çekinmemişti. Örneğin gerçek yaşamının gerçek aşklardan, sarsıcı, ama o ölçüde de hayata hayat katan ilişkilerden yana çoraklığına karşılık hayal dünyasında pek çok aşk yaşamış, birlikte olmuş, terk edilmiş ve her terk edilişin geride bıraktığı acıları sonuna değin çekmişti. Ve zamanla hayal dünyasında yaşadıkları da onun gerçeklerinin ayrılmaz parçaları olup çıkmıştı. Öyle ki, neler yaşadıklarıyla övünen genç oyuncularla içki sofralarını paylaştığı kimi akşamlarda, gecenin ilerlemiş saatlerinde, ansızın öfkeye kapılıp, “Sizin yaşadım dedikleriniz, benim hayatımın yanında ancak birer dipnotu olabilir!” diye böbürlenmeyi de neredeyse bir alışkanlık haline getirmişti. Böyle davranışlar da Raif Ergüç’ün kendi sahnesinde, tek seyircili tiyatrosunda oynadığı oyunların birer parçasıydı.
Evet, bir de işin bu yanı vardı. Yani o, kendine karşı sahnelediği oyunların yazarı, yönetmeni, oyuncusu ve de izleyicisiydi. Belki kafasındaki soruya bir türlü yanıt bulamayışının en önemli nedeni de buydu. İş, kendisinin gerçekten bir sanatçı olup olmadığını irdelemeye gelince, yine aynı çıkmazla karşılaşıyordu. Çünkü özel yaşamındaki bu yumaktan tiyatro sahnelerine gerçek anlamda bir yaratıcılığı taşıyabildiğinden bir türlü emin olamıyordu.
Yıllar boyunca izleyiciler, sahnede onun kimliğinde gerçekte kimi alkışlamışlardı? Büyük bir tiyatro sanatçısı sandıkları, ama gerçekte kendi yaşamındaki onca acıdan, aşağılanmışlıktan ve aşağılık duygusundan ancak sanki bunların olmadığını oynayarak uzaklaşabilen, maskelerinin ardında üflesen yıkılıverecek bir zavallıyı mı, yoksa kendi trajedileriyle birlikte ve onlara rağmen kendini sahnede ayakta tutabilen, dünyayı sahneye taşıyabilen bir büyük sanatçıyı mı? Gerçek anlamdaki yaratıcılık, geniş ölçüde bir kendine rağmen’liği de içermiyor muydu? Raif Ergüç, bu sorunun yanıtını son mektubunun başına oturana kadar bulamamıştı. Ama mektubunda bu belirsizliğin, intiharına yol açmadığını da önemle belirtmişti.
2
Mektubun tamamını okuduktan sonra savcı, giriş bölümünden sonrasının bir oyunun çeşitli sahneleri olduğu izlenimini edinmişti. Sanki Raif Ergüç ilk bölümde kompozisyonun temel taşı diye nitelendirilebilecek bir olguyu, başka deyişle aslında yaşamı boyunca kendi kendisine karşı oynadığı olgusunu gözler önüne sermiş, onun ardından da bu kompozisyonu açacak sahnelere geçmişti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıDokunmak
- Sayfa Sayısı128
- YazarAhmet Cemal
- ISBN9789755109688
- Boyutlar, Kapak13x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bilge Kan ~ Flannery O'Connor
Bilge Kan
Flannery O'Connor
"Amerikan Gotiği" olarak adlandırılan edebi türün en önemli yazarlarından Flannery O'Connor'ın, (1925-1964) deyim yerindeyse "kültleşmiş" ilk romanı Bilge Kan, 1930'ların Amerika'sında geçen, barbarlıkla medeniyeti birbirinden ayıran ince çizgiyi irdeleyen bir hikâye anlatıyor.
- Gerçeği İnciten Papağan ~ Sadık Yalsızuçanlar
Gerçeği İnciten Papağan
Sadık Yalsızuçanlar
Hayalini ele al, benimle gel dedi Yeşil Gözlü Adam. Papağan, Önce yolu betimleyin. dedi, Önce kuşatın, sonra betimleyin. İşte dedi Yeşil Gözlü Adam, onu...
- Yarın Berbat Bir Gün ~ Dorothy Parker
Yarın Berbat Bir Gün
Dorothy Parker
Maskeleri düşüren sivri dilli öyküler… Caz Çağı’nın, adından en çok söz ettiren yazarlarından biri olan Dorothy Parker, Delidolu Yayınları tarafından iki cilt hâlinde yayımlanacak “Toplu...