Sıcak bir eve ve rahat bir yaşama alışkın olan Buck, evin bahçıvan yamağı tarafından kuzeye altın aramaya giden insanlara satılınca kendisini hiç bilmediği bir hayatın orta yerinde buluverir.
Burada sürekli dayak yer, çoğu zaman aç uyur ve bir kızak köpeği olarak satılıp durduğu hayatı boyunca pek çok defa kavga etmek zorunda kalır. Güneyin sıcağından ve konforundan kuzeyin çetin şartlarına sürüklenen Buck, önceleri neye uğradığını şaşırsa da vahşi hayata hızlı bir şekilde adapte olur. Artık sözü geçsin istiyorsa savaşacak, karnı doysun istiyorsa çalacak, yaşamaya devam etmek istiyorsa insanoğlunun sözünü dinleyip çokça çalışacaktır.
Jack London Vahşetin Çağrısı’nda yaban hayatını, evcil bir köpeğin yüzünü vahşi doğaya dönmek zorunda bırakılışını ve verdiği yaşam mücadelesini anlatırken bir yandan da okuyuculara açlığı, çaresizliği, sadakati ve sevgiyi tekrar değerlendirme imkânını sunuyor.
I
İLKELE YOLCULUK
Koparıyor zincirini alışkanlıklardan,
Hasretle beklenen göçebe sıçrama;
Uyanıp uzun süren uykularından,
Açıyor gözlerini yeniden yabana.
Buck gazeteleri okusaydı yalnızca kendisinin değil Puget Boğazı’ndan San Diego’ya kadar uzayan bölgede, uzun tüyleriyle ısınabilecek ve suya girmekten çekinmeyecek, gücü kuvveti yerinde tüm köpeklerin başının belada olduğunu öğrenirdi. Çünkü gemi ve nakliyat şirketlerinin duyurduğuna göre Kuzey Kutbu’nun karanlığında aranıp duranlar sarı bir maden bulmuşlardı; bu haber dört bir yana yayılınca binlerce insan da oraya akın etmeye başlamıştı. Dahası bu akıncıların iri yarı, ağır işlerin altından kalkabilecek kadar güçlü kuvvetli ve kara kıştan korunacak kalın kürkleri olan köpeklere ihtiyaçları vardı. Buck güneşin eksik olmadığı Santa Clara Vadisi’nde, büyük bir evde yaşıyordu. Hâkim Miller’ın evi derlerdi buraya. Yoldan daha içeride bir yerdeydi, ağaçların arasından ancak evin dört yanını saran verandasının bir kısmı görünüyordu.
Eve, uzun kavak ağaçlarının birbirine geçmiş dallarının altından ve çimenliklerin arasından kıvrılarak ilerleyen çakıl taşı kaplı yollardan ulaşılıyordu. Arka tarafta ise ön taraftakinden de geniş bir arazi yer almaktaydı. Bir düzine seyis ve yamağının çalıştığı büyük ahırlar, uşakların kaldığı sıra sıra dizilmiş, sarmaşıklarla kaplı kulübeler, düzenli bir şekilde inşa edilmiş ek binalar, uzun asmalı çardaklar, yeşil otlaklar, bağlar ve rengârenk meyvelerle dolu bahçeler bulunuyordu. Artezyen kuyusunun pompa tesisatı ve Hâkim Miller’ın oğullarının sabahleyin şöyle bir dalıp çıktıkları; sıcak öğleden sonralarıysa içerisinde uzun süre kalarak serinledikleri büyük, çimentodan su tankı da oradaydı. Buck işte bu geniş arazide hüküm sürüyordu. Burada doğmuş ve dört yıllık ömrünü burada geçirmişti.
Doğru, başka köpekler de vardı, bu kadar büyük bir yerde elbette başka köpekler de olacaktı ama Buck dururken onlara köpek demek olmazdı. Kalabalık kulübelerde yatıp etrafta dolaşıyorlar ya da tuhaf yaratıklar olan ve evden dışarı nadiren adım atan Japon pugı Toots veya tüysüz Meksika köpeği Ysabel gibi evin kuytu köşelerine sinmiş hâlde yaşıyorlardı. Fakat Buck ev köpeği de kulübe köpeği de değildi. Bütün malikâne ona aitti. Hâkim’in oğullarıyla yüzme havuzuna giriyor ya da ava çıkıyor, Hâkim’in kızları Mollie ve Alice’in alaca karanlıkta veya sabah erkenden çıktıkları yürüyüşlere eşlik ediyor, kış gecelerinde gürül gürül yanan şömine ateşinin karşısına geçerek Hâkim’in ayağının dibinde kıvrılıyor, torunlarını sırtında taşıyor ya da çimlerde yuvarlıyor ve ahırların olduğu bahçedeki çeşmeye hatta daha da uzaktaki padoklara ve meyve bahçelerine doğru çıktıkları tehlikeli maceralarda onların peşinden bir an olsun ayrılmayıp onları koruyordu. Teriyerlerin arasında amirleriymiş gibi dolaşıyor, Toots ile Ysabel’e ise yoklarmış gibi davranıyordu çünkü Hâkim Miller’ın evindeki insanlar da dâhil olmak üzere uçan ve kaçan her şey ondan sorulurdu.
Hâkim, kocaman bir St. Bernard olan babası Elmo’yu hiç yanından ayırmazdı, Buck da babasının izinden gidiyordu. Onun kadar iri değildi yalnızca yetmiş kilo ağırlığındaydı çünkü annesi Shep İskoç çoban köpeğiydi. Yine de yetmiş kiloya herkesin ona saygıyla yaklaştığı rahat bir hayat eklenince kendini krallar gibi hissetmesinin önünde bir engel kalmamıştı. Yavruluğunun ardından dört yıl boyunca gözü tok bir soylu gibi yaşamıştı; kendiyle gurur duyuyor hatta taşra eşrafının pek kimseyle görüşmemesinden kaynaklanan burnu büyüklüğüne kendini kaptırdığı dahi oluyordu. Fakat bir ev köpeği gibi şımartılmadığından formunu korumuştu. Avlanma ve benzeri açık alan faaliyetleri, yağlanmasını önlemiş ve kaslarını güçlendirmiş, kimi köpek türlerinin özelliği olduğu üzere soğuk suda yüzmeyi çok sevmesi ise ona kuvvet vererek sağlığını korumuştu. İşte 1897 güzünde, Klondike’ta altın bulunmasıyla dünyanın dört bir köşesinden insanlar donmuş kuzey topraklarına hücum ettiğinde köpek Buck böyle bir hayat yaşıyordu.
Fakat Buck gazeteleri okumuyordu ve bahçıvan yamağı Manuel’in tehlikeli bir kişi olduğundan haberi yoktu. Bu bahçıvan yamağının yakasından bir türlü atamadığı bir günahı vardı. Çin lotosu oynamaya bayılıyordu. Bunu yaparken ısrarla sürdürdüğü hatası ise çok kolon oynamasıydı; sonunu getiren de işte bu oldu. Çünkü çok kolon oynamak için çok para gerekiyordu, oysa bahçıvan yamağının maaşı karısıyla çocuklarının masraflarını ancak karşılıyordu. Manuel’in ihanet ettiği, zihinlere kazınan o gecede Hâkim, Üzüm Yetiştiricileri Birliği’nin toplantısındaydı, oğulları ise bir atletizm kulübü kurmakla uğraşıyordu. Manuel, yürüyüşe çıktıklarını zanneden Buck’ı bağa doğru götürdüğünde kimse onları görmedi. College Park adındaki küçük tren istasyonuna geldiklerinde de etrafta yalnızca tek bir adam vardı.
Adam, Manuel ile konuştu ve para alışverişinin madeni şıngırtısı duyuldu. Yabancı kısık bir sesle, “Bir malı teslim ederken paketlemen gerekir,” diye söylenince Manuel kalın bir ipi ikiye büküp Buck’ın tasmasından geçirdi. “Çok bükersen boğarsın,” dediğinde yabancı homurdanarak anladığını belirtti. Buck ipi ağırbaşlılıkla kabullendi. Aslında bu gördüğü alışılmadık bir muameleydi ama tanıdığı insanlara güvenmeyi ve kendi aklının eremediği yerlerde işi onlara bırakmayı öğrenmişti. Yine de ipin diğer ucu yabancının eline verildiğinde tehditkâr bir şekilde hırladı. Bu durumdan rahatsız olduğunu üstü kapalı bir şekilde belirtmişti ve Buck’ın saltanatında bir şeyi belirtmesi emretmesi demekti.
Ancak ip boynunu daha çok sıkıp onu nefessiz bırakınca şaşırdı. Hemen öfkeye kapılarak adamın üzerine atıldı ama adam onu yarı yolda boynundan yakalayıp ustaca bir hamleyle sırtüstü yere fırlattı. Artık ip gırtlağını acımasızca sıkıyor, koca göğsü körük gibi kalkıp inen Buck ise dili bir karış dışarı çıkmış hâlde boş yere kurtulmaya çabalıyordu. Hayatında hiç bu kadar kötü muamele görmemiş ve hiç bu kadar öfkelenmemişti. Fakat gücü azaldı, gözleri donuklaştı; bayrak sallanıp durdurulan trenin de iki adamın kendisini yük vagonuna attıklarının da idrakine varamayacak kadar şuurunu yitirmişti. Kendine geldiğinde dilinin acıdığını ve bir tür taşıt içerisinde sarsılarak ilerlediğini belli belirsiz fark etti. Makasta duran lokomotifin boğuk ve tiz düdüğü nerede olduğunu belli etmişti. Pek çok kez trene binse de hep Hâkim’in yanında seyahat ettiği için yük vagonunda gitmenin nasıl bir şey olduğunu hiç bilmiyordu.
Gözlerine kaçırılan bir kralın dizginlenemez öfkesi yerleşti. Adam boynuna atıldı atılmasına fakat Buck ondan çok daha süratliydi. Dişleri adamın eli üzerine kapandı ve duyuları bedenini bir kez daha terk edene kadar da bırakmadı. “Evet, kafayı yemiş,” dedi adam ısırılan elini gürültü patırtıyı duyunca gelen görevliden saklarken. “Onu patrona götürüyorum, San Francisco’ya. Orada çatlak köpekleri tedavi eden bir doktor varmış, ‘Ben onu iyileştiririm,’ demiş.” Adam San Francisco rıhtımındaki küçücük döküntü bir barda o geceki yolculuğunu anlatırken kendini acındırmayı ihmal etmiyordu. “Aldığım da topu topu bir ellilik,” diye homurdandı. “Hâlbuki önüme tirink diye binlik atsalar yapmazdım bu işi.” Eli kanlı bir mendile sarılıydı; pantolonunun sağ bacağı da dizinden bileğine kadar yırtıktı.
“Öteki herif ne kadar aldı?” diye sordu barın sahibi. “Yüz,” diye yanıtladı. “İster inan ister inanma ama bir sent de inmedi.” “O zaman yüz elli yapar,” diye hesapladı bar sahibi. “O köpek de bu paraya değer zaten ya da ben enayinin tekiyim.” Buck’ı kaçıran adam kanlı sargıları çözüp yaralı eline baktı. “Eh, kuduz da olmazsam…” “Nalları eninde sonunda darağacının tepesinde dikeceğindendir,” diye güldü barın sahibi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıVahşetin Çağrısı
- Sayfa Sayısı120
- YazarJack London
- ISBN9786057843135
- Boyutlar, Kapak12.5 x 19 cm , Karton Kapak
- YayıneviParodi Yayınları / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Klavye Sürçmesi ~ Terry Pratchett
Klavye Sürçmesi
Terry Pratchett
Terry Pratchett’ın harikalar diyarına düşmek isteyenlere… 85 milyonun üzerinde satan efsanevi Diskdünya serisinin yaratıcısı Sör Terry Pratchett’ın, 50 yıllık bir döneme yayılan yazılarını derlediği Klavye...
- Koca Tembel ~ Romain Gary, Emile Ajar
Koca Tembel
Romain Gary, Emile Ajar
Kırılganlığın ve ironinin mutlak iktidarına selam duran Romain Gary, Émile Ajar personasının doğuşunu müjdeleyen Koca Tembel’de, gürül gürül akan bir kentte içine düştüğü yalnızlık...
- Hizmetçi ~ Freida Mcfadden
Hizmetçi
Freida Mcfadden
Nina Winchester zarif, manikürlü eliyle elimi sıkarak, “Aileye hoş geldin,” dedi. Kibarca gülümseyip mermer hole göz gezdirdim. Burada çalışmak, yeni bir başlangıç yapmak için...