O, manevi makamların en yüce rütbesine ulaşan bir Kutup, Gavsü’l-Azam.
Evliyalar Sultanı Abdülkadir Geylani Hazretleri.
Gilan’da doğup Bağdat’ta ışık saçmaya başlayan, yaydığı nur kendi zamanını aşıp bugünlere kadar ulaşan bir güneş.
Kübra Demiray, Kün Kapısı’nda tasavvufi romanın çok başarılı bir örneğini sunuyor.
Dünya üzerindeki günlerini tamamlamak üzere olan Geylani Hazretleri ömrünü bir masalmış gibi anlatıyor. Bu sırlı hayatın kayda geçmesi gerektiğine inanan oğlu Abdürrezzak ile yol evlatları Ebu’l-Feth, Fazıl ve Ukber hem kendi şahitlikleriyle hem de hazretin terbiyesinden geçmiş kişilerin anlatımlarıyla bir kitap hazırlıyorlar. Kitap içinde yeni bir kitap açılırken etrafa bugün hâlâ onun eşiğindeymişiz gibi hissettiren bir koku yayılıyor.
Kün Kapısı, Evliyalar Sultanı’nın hayatına açılıyor.
“Âlemdeki her varlık ilahi bir söze yönelikti. Kur’an’da buyrulan açık gizli kelimelerin zahirleri de batınları da nasipse kula verilirdi. İnsan yeryüzünde halifeydi. Halife olmak kul olmaktı. Allah’ın kudretiyle, dilemesiyle kul idrak eder, bu kapılar açılırdı. Bana da kün kapısı açılmıştı.”
VEDA DEMİ
21 Zilkade 560
O gün havada yalnızca gurbet kokusu vardı. O gün arzla sema arasında şahit melekler vuslat müjdesini nurla taşıyorlardı. O gün kalbim cevabını verirken ben seyrediyordum. Bazen kalbin cevabı benden öncedir. O gün… Güzel yüzlü, vakur bir genç çıkageldi. Meclisimizi, hususiyetle beni selamladı. “Ben ramazan ayıyım, sana takdir olunanı bildirmek üzere geldim. Bu son birlikteliğimiz…” İdrak anım genişledikçe olanı biteni seyrediyordum. Kalbim sürurla hüzün arasında gidip geldi… Hoş sohbetiz. Ali bin Hiti, Necip Sühreverdi, Ebu’l-Hasan Cevsiki, oğlum Abdülvehhab beraberiz. Kalbimin cümleleri suretlendi, kanatlandı. “Ölüm meleği, Musa aleyhisselama geldi, elinde bir elma vardı. Elmayı Musa aleyhisselama koklattı. Bu kokuyla onun ruhunu aldı. Hepsi böyledir. Allah katında derecesi yüksek olanın ruhu en kolay, en güzel halde alınır.”
Artık seher vakitlerine kadar ocak yanmıyor… Kalan son külleri seyrettim. Taşlığa çıkmak keyifli oldu. Abdürrezzak görünmüyor. Saman yastıkla minderi getirip yatağımı hazır etti, beni yerime yerleştirdi. Allah ondan ve cümlesinden razı olsun. Cennetten giyinip kuşanıp da gelmiş bir bahar. Nehrin esintileriyle çölün esintileri karşılaştı. Bu bahar ondan güzel, aşılanmış iklimlerden demlerden mürekkep… Doksan yılın kemali var bu baharda… Subbuhun Kuddusün Rabbüna ve Rabbü’l melaiketi ver-ruh. Afif ’e seslendim. Hokkamı divitimi istedim. Karşımda, huzurda…
“Bu kez sen yazmayacaksın, müsaade senindir, vaktin kıymetlidir oğul,” deyip gönderdim. Hem medresenin hem tekkenin sohbet kayıtlarını genelde Afif tutar. Zaman zaman Abdürrezzak… Mektuplarımı Abdürrezzak’a yazdırırım. Bu kez ne mektup ne evrak yazılacak. Bir icazetle, vasiyetim beni bekler. Müsaade verilmiştir, ben Hakk’a vasıl olunca medresenin ve tekkenin sorumluluğu Abdülvehhab’a tevdi edilecektir. Bu katidir. O ki zahir batın kemâlâtın müjdesini almıştır. Sırrı buna şahittir. Hem Cemal hem Celal tecellilerine aynadır. Hoş sohbettir, neşelidir ki bu meclis onu sever. 543 yılında yirmi yaşlarında yerime ders verirken zamanla fıkıh, hadis nevinde fetvalar vermeye başladı. Meclisteyiz, sohbet demi. “Ehlibeyt hakkında ne dersin?” diye sordular. “Benim gözümü kör ettiler,” latifesiyle meclisi hoş dem eyledi. Gençliğinin üstü… Zekice hoş bir hakikati dillendirmişti…Yazı takımını almış, bekliyor. Eh o da kemale erecek yaşlara değdi. Hâlâ güzel, delikanlılık çağının civanmertliğine kırk yaşın peygamberî ışığı indi.
Dimdik ayakta, beyaz sarığının üzerine haki mercan karışımı güzel bir kuşak dolamış, eğildi, iki eliyle yazı takımını uzattı. Sol elinin başparmağının üzerindeki siyah beni o an fark ediyorum, gözleri gibi simsiyah değil kestane karası. Hokkayı diviti özenle bırakırken ellerinden tuttum, sol bileğini kavradım. Şaşırdı, elimi öperken duyduğu sürur ve muhabbetin yerine şaşkınlık ve hayâ aldı. Sağ elimin başparmağını tam beninin üzerine koydum, okşadım, “Allah seni iki cihanda aziz kılsın, bu elleri Efendimiz Muhammed Mustafa aleyhissalatüvesselam tutsun, Rabbim bu elleri güzel amellere şahit kılsın,” diye dua ettim. Bu kez katmerli bir sürur, ebedi bir saadetle elimi öpmek istedi. Müsaade etmedim, o yine de bir yolunu bulup ellerimi kavradı, bu kez hürmet edasıyla değil cezbeye tutulmuş bir muhabbet rengiyle kokusuyla ellerimi öptü, sımsıkı kavradı.
Titrek cızırtılar dolaşıyor kâğıdın üzerinde: “Faide meyvam oğlum! Sana vasiyet etmeye beni vasıta kılan Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak hazretlerine itaat eyle. Bizim yolumuz Kur’an-ı Azimüşşan, sünnet yani emr-i nebeviye, ehadis-i Muhammediye, elin cömertliği, kalbin selameti, ezaya tahammül, alabildiğine bir zorluk üzerine bina edilmiştir.”
Abdürrezzak çıkageldi, Afif haber vermiştir. Yazı takımını istediğimi görünce telaşa kapılmıştır. Bugünlerde hepsi üzerime titriyor, sık sık rahatsızlanıyorum.
Ömür dediğin gelip geçiyor… “Benim her şeyim müsaade iledir, yemem içmem ve ki evlenmem! Resulullah aleyhissalatüvesselam bana, evlen deyinceye kadar evlenmedim. Evlenmek istiyordum fakat vaktimi israf ederim düşüncesiyle evlenmeye cesaret edemiyordum. Ne zaman ki izin geldi, Allah bana gönlümü hoş edecek hanımlar gönderdi. Evlat babanın sırrıdır, derler. Sırrımı taşıyan evlatlarım oldu.” İçim konuştukça konuşmuş, dalmışım. Abdürrezzak, gözümün nuru, faide meyvem oğlum beni izliyor, yüzü tebessümlü. Sık sık rahatsızlansam da dinçliğim hoşuna gidiyor. Abdürrezzak her halimde yanımda, son hac yolculuğumda bana refakat etti, pek çok şeyin şahididir. Ona en sevdirdiğimiz şey sanırım namaz oldu, halimizden kalan da cömertliği…
Seslendim: “Abdürrezzak, yine beni mi seyredersin?” Geldi, önüme diz çöktü; muhabbetle, merhametle ellerimden tuttu. Sevgi güzel şey de merhamet bir başka… Alıp kokladım Abdürrezzak’ı. Allah sevgililerinin kendine has kokuları vardır, bu kokudan bilirler birbirlerini. Evladım diye değil, bu kokunun kutsiyetiyle kokladım onu. Yakub aleyhisselamın oğlu Yusuf ’un gömleğini koklaması da uzaklardan onun kokusunu alması da bu kabildendir. O da bir şeyler hissediyor. Vuslat güzel, ölüm hep acıdır insanoğluna… Gözlerinde sorular var, sorulardan ziyade hüzün, bir çocuk hüznü… “Derdin nedir bakalım?” Ses vermedi.
“Ne istersin?” “Yine anlatsan ceddimizin topraklarını, memleketimiz Geylan’ı, seni, bizi…” Bu bizim masalımızdı, topraklarımızı ailemizi anlatmak… Kendimi anlatmam çok hoşlarına giderdi. Bu mutluluğu, huzuru ben baba olunca daha iyi anladım. Çocuklarımın ve benim gerçek bir masalımız vardı. Havadan sudan, etten kemikten, nefesten ve sevgiden bir masal… Cinleri perileri, melekleri, nebileri resulleri, Kafdağı sakinleri; cenneti,cehennemi, arafı olan bir masal! Sanırım bu masalı bir kez daha anlatmak istiyorum, belki son kez? Hem de şu titrek, yorgun sesimle… Nereye kadar giderse? Bu masalın bir de adı vardı:
Bizim Güneşimiz Batmaz
Ben Cilanlıyım, ismim Muhyiddin, şöhretim dağ başlarında
Ben Haseniyim, mıhda makamım, ayaklarım ricalin boynunda
MEMLEKETİM
Dağlıktı bizim oralar; bulutlu, yağmurlu, hep yağmurlu. Dağların eteğinde yemyeşil pirinç tarlaları vardı. Hasat zamanı dizine kadar suya giren işçiler, bu yağmurlarla iyiden iyiye şifayı kaparlardı. İnsanlarımızın eklem ağrıları eksik olmazdı. Saye Nine’nin kapısı kalabalık olurdu yağmur sonrası zamanlarda. Şifa hatundu onun bir adı. Ağzı hayır dualıydı, namazlıydı, kalp gözü açıktı, nefesi de nazarı da tesirliydi. Şifa dağıtırdı. Balık sarardı ağrılı eklemlere, zeytinyağıyla ovardı ağrıyan yerleri. Yağmurlar gibi ağrılar da şifalar da devamlıydı burada. Yine yağmur vardı, yine dağların zirvelerini sümbüli bulutlar kaplamıştı. Bu odayı seviyorum. Küçücük penceresinden en dingin en taze ışıklar girer hayatımıza, halının en güzel renkleri bu ışıkla şehrayin düzenler de güzellik, huzur okunur… Yataklığın önündeki darı, buğday çuvalları annemin elleriyle nakşettiği Horasan işlemeleriyle örtülüdür. Bu odadaki her şey duvarıyla, tavanıyla, zeminiyle, kapısı bacası kovuğuyla bir âlemdir bana… Her çizginin, desenin, yarığın,çatlağın, kovuğun hikâyesini bilirim.
Hikâyesi olmak, hayatı olmak demektir bu sebeple… Nerede fare deliği var, kedimiz Sayyad nerede miskin miskin uyur, sonra da bıyıklarının pusulasında nasıl iz sürer, cevval bekler, fare yakalar, en çok bunları bilirim. Cennetin gölgeleri olduğunu düşlerdim; bu oda, evimiz, cennetin gölgelerinden biriydi… Babam yine rüyasını anlatıyordu anneme, anlatırken hep bana bakıyordu. “Bu evlat bize hem müjde hem emanet,” diyordu. Annem bu rüyayı defalarca dinlemişti. Ama ilk kez dinliyormuş gibi heyecan ve hayranlıktı sessizliği. Babamın sesi kulaklarımda, kalbimde: “Yakaza haliydi… Resulullah aleyhissalatüvesselam, sahabe-i kiram, evliya hazeratı oradaydı. Efendimiz, bana dönüp ‘Ey Ebu Salih! Allah-u Teâlâ bu gece sana kâmil ve derecesi yüksek bir erkek evlat ihsan etti. O benim oğlumdur, sevdiğimdir, derecesi yüksek velilerden olacaktır,’ demişti. Ortada hiçbir alamet yoktu, sen hamile bile değildin.”
Annemde tebessüm en derin lisandır, arz-ı haldir. Annem beni seyretti, yüzündeki tebessümle ışıdı cümleleri: “Ben nasıl güzelleşmiştim ona hamileyken. Hem de o yaşımda… Bana her şey kolaylaştırılmıştı. Ya doğduğunda ne garip halleri vardı. Ramazanın ilk günleriydi, sütümü almıyordu. Emmeyecek sanmıştım. Sütten kesildi, hastalandı diye üzülmüştüm. İftar vakti ağzıma bir lokma koymuştum ki feryat figan ağlayıp açlığını belirtmiş, sütümü almıştı. Bu hal günlerce sürünce kurmuş kurcalamış, vehmetmiştim. Sırrımı, vehmimi kardeşime ayan ettiğimde Ayşe, bunun bir vehim değil hikmet olduğunu söyleyivermişti. Senin istişare etmen hayırlı olmuştu. Bu çocuğun ikbali açık, bahtı hikmet elbisesini giymiş, demişlerdi.
Ramazan-ı şerifin son günleriydi, kamerin son halini göremeyen ehibba, ‘Senin veledin hali anasına malumdur, yine sütü iftar vaktinde aldıysa ramazan çıkmamıştır,’ diye fikir bildirmişlerdi. Gerçekten oğulcuğum gün boyu sütümü almamış, bu birkaç gün böyle devam etmişti. Bulutlar çekilip kamerin hali ayan olunca bildik, iki gün sonra bayramdı.” Babamın rüyasını anlatırken duyduğu hazzı, annem bana hamileyken yaşadığı hallerde duyardı. Annemin ışıyan cümleleri babamın beni sarmasıyla nihayet buldu. Babam öptü kokladı beni. Başımı okşadı, parmakları saçlarımda gezindi. Dokunuşu yumuşacıktı. İçim ipekleşti, binbir his ağır, ışıklı kaydı geçti kalbimden, ruhumdan. Babamın sesi önce kalbimi sonra odayı doldurdu, kalbimden taştı: “Söyle bakalım, bu yağmurun bahtına söyle; bu gece hangi nebiyi anlatayım size? Sağ elim mi, sol elim mi?” “Sağ elin,” dedim. Yağmurun bahtına Süleyman nebi düştü payeme. O gece babam anlattıkça anlattı.
Süleyman nebinin ordularını, karıncaların konuşmalarını, Hüdhüd kuşunun sırrını dinledik. İsa nebi, Süleyman nebi bir de beni müjdeleyen Muhammed nebi aleyhissalatüvesselam vardı hayallerimde, masallarımda… Süleyman nebinin hikâyesi bitti. Yağmur sabaha kadar yağdı. Dağların başından inen rüzgârla geldi yağmur, ağaçların yapraklarından süzüldü toprağa, evlerin önünden, sokakların yol veren menzillerinden akıp geçti. Kerpiç evimizin tahta kapısını sarstı rüzgâr. Geylan’ın köpekleri bütün gece uludu. Gönlümde Süleyman nebi, dışarıda yağmur, rüzgâr…
Kaç kervan yolda kalmıştı kimbilir? Pirinç tarlaları suyla dolmuştur, o kıvrım kıvrım yollarda nice atlı, katırlı ormancı yükünü bırakıp can derdine düşmüştür, kimi de ekmek parası niyetine canından olmayı göze almıştır, diye geçti içimden. Uyuyamadım, yolda kalan ormancılar, sabaha kadar uluyan evsiz barksız köpekler için hüzünlendi çocuk kalbim. Babamın anlattığı rüya hafızama işlenmişti, ezberlemiştim. Muhammed nebi aleyhissalatüvesselam kimdi, nasıldı? O, beni babamın sevdiği gibi seviyormuş; babam gibi de koklar, okşar diye hayal ettim. Annemin ışıltılı cümlelerini unutmadım hiç. Bu yağmurlu gecede içimde sürekli biri konuştu. İçimde konuşulanları duyuyor, dinliyordum. Konuşan kimdi?
Ben değildim… Çocuk kalbiyle sezdim, ama anlamadım. Sular toprak testilerin tok sesiyle aktı. Annem babam namaza kalkmışlardı. Babamın tekbir getirişi… Allahuekber! Allahuekber! Allahuekber! Allahuekber! Sağ omzumda bir kumru, ürkek bakışlı, uçmaya hazırlanır gibi. Kanatlarını hafif hafif açıyor, uçuyor uçuyor, mesafe yok. Nerede uçuyor, göremiyorum. Omzuma konuyor, kanatlarının esintisi beni sakinleştiriyor ve kumru konuşuyor. “Ben Cebrail’im,” diyor. Cebrail aleyhisselamı biliyorum, babam anlatmıştı. Annem ışıyan cümleleriyle süslemişti onu. Muhammed nebiye Kuran’ı getiren melek, en büyük melek, tüm semayı kaplarmış o.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKün Kapısı
- Sayfa Sayısı256
- YazarKübra Demiray
- ISBN9786050812787
- Boyutlar, Kapak12 x 18, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İksir/Şehir Sendromu ~ Ali Aytaç
İksir/Şehir Sendromu
Ali Aytaç
Modern zamanların, durup düşünmeye izin vermeyen rutinleri… Sürekliliğin; farkındalıkdan götürdükleri… Gökyüzündeki yıldızları unutmamıza neden olan şehir ışıkları… Kendimizi kendimizden uzak tutan meşgaleler… Kariyer insanı...
- Öteki ~ Ece Vahapoğlu
Öteki
Ece Vahapoğlu
Türbanlı bir kız, öteki kesimden kız arkadaşına ilgi duyarsa… Aşk evliliği sürdüren, parlak bir kariyere sahip güzel sunucu Esin ile babasının şirketinde çalışan, İslami...
- Üçüncü Dünya Savaşı (Çin ABD’yi İşgal Ettiğinde) ~ Burak Turna
Üçüncü Dünya Savaşı (Çin ABD’yi İşgal Ettiğinde)
Burak Turna
2006 yılında yayınlandıktan sonra dünya çapında medyanın ilgi odağı olan Üçüncü Dünya Savaşı insanı hayrete düşüren öngörüleri ve kurgusuyla Epsilon Yayınları imzasıyla okuruyla buluşuyor!...