Önümde yürüyordu, bazen onu izlemekte zorlanıyordum. Çinko plakalar üstünde adımlarından hiç ses çıkmıyordu. Baştan aşağı siyah giyinmiş, omuzuna küçük bir sırt çantası takmıştı. Uzun ve zayıftı. Solgun elleri ince ve uzundu. Bir meleği çağrıştırıyordu. Hayır, hep resimlerde gördüğümüz türden, o bön bön sırıtan soluk tenli varlıkları değil. Daha çok, geceden fırlamış bir yaratığı, damlarda gezen bir meleği.
Aşk diye bir şey yok
Bu sabah da oradaydı. Süt almaya çıktığımda gördüm onu. Büfenin camının arkasında durmuş, bekliyordu. Kendini görünmez sanıyordu ama görünen tek şey oydu. Dersler başladığından beri her yerde karşıma çıkıyordu sanki. Okul çıkışında, dişçiye giderken ya da bu sabah olduğu gibi bir şey almak için Ed’in büfesine uğradığımda hep onu görüyordum. Kimdi o? Üç yıl önce nehrin kıyısında siyahlar giyinmiş bir adam daha vardı…
Aynı kişi olabilir miydi? Olivia olayıyla bir ilgisi var mıydı? Hem, benimle derdi neydi? Olivia… Onu neredeyse unutmuştum. Yine de… Belki de hiç gitmemeliydik. Onu daha ancak tanımıştık, yollarımız ancak kesişmişti ki kendimizi hastalıklı dünyası içinde buluverdik ve olan oldu. Onu bir daha görmedik. Ama bu hikâye üç yıl önceydi… Bu herif neden beni takip etsin ki? Beni, Violette’i, Violette Orlach’ı? Diğer üçüyle buluşmalı ve siyahlı adamı yeni – den, bu kez evimin hemen yakınında gördüğümü anlatmalıydım… ama trenim kısa süre sonra kalkıyordu. Yazık. Satya kim bilir ne çılgın senaryolar kurardı kafasında. Amos beni sakinleştirirdi. Zik’se dalga geçerdi. Sesini duyar gibiyim:
“Ne? Herifin biri seni her yerde takip mi ediyor? Sen de nedenini mi merak ediyorsun? E haklısın. Hangi azgın kedi seni takip etmiş ki bugüne kadar, bu etsin…” Ah be, Zik… dostum benim. Onu özleyeceğim. Kirazlar’ı ve en iyi arkadaşını görmeden geçecek on gün, dile kolay. Satya’nın pazar akşamı düzenleyeceği partiyi kaçıracak olmamdan söz etmiyorum bile… Azizler Yortusu tatili; zorunlu istikâmet: Corbières. Fransa haritasının en dibinde, hatta biraz dışında, büyük dayım Ernesto’nun evi. Orada ne bilgisayar var, ne Twitter ne Facebook ne de Messenger. Cep telefonu bile yok. Sinyal hemen komşu köydeki tepelerde son buluyor. Arkadaşlarla konuşmak için tepilecek beş kilometre yol, ne iş ama… Kirazlar yoksa, ben de Ernesto’yla konuşurum. Büyük dayım bambaşkadır.
Yakında doksanına basacak, hayatı hâlâ dolu dolu yaşıyor. Ama son zamanlarda biraz güçten düştü. Kalbi üç seferde bir atmayı unutabiliyor. Annem onunla birkaç gün geçirmemi istedi; tek başına yaşayabiliyor mu, yoksa bir huzurevine mi taşınmalı anlayabilelim diye. Tabii ki bu görevi üstlenecek kişi ağabeyim Manu olamazdı; öyle bencildir ki, böyle bir iş için kılını bile kıpırdatmaz! Öte yandan… Ernesto’yu taşınmaya ikna etmek… Anneme kolaylıklar diliyorum. Yine de haksızlık bu. Burada kalmayı, Ivry-sur-Seine’deki fakirhanemizle şehir merkezi arasında gidip gelmeyi, gece gündüz demeden tayfamla Sinematek’e baskınlar düzenlemeyi tercih ederdim. Yanlış anlaşılmasın, Ernesto’yu çok severim, hatta aşırı sevdiğim bile söylenebilir. Büyükbabam gibidir. Normal, çünkü ne anne tarafında ne de baba tarafında bir büyükba – bam oldu. Benim sırdaşımdır da. Şu gezegende hayata dair bir şeyleri çözebilen ve beni anlayan tek insan oymuş gibi geliyor. Burnumu deldirmek istediğimde yardımıma koşan oydu. Böyle bir şeyi güzel ya da çirkin bulduğundan, iyi ya da kötü bir şey olduğunu düşündüğünden hiç söz etmedi. Bana yalnızca, “Hallederim,” dedi.
İki gün sonra bir kadın, onun aracılığıyla beni buldu. Beni, Dövme Anonim Şirketi adlı bir dükkâna götürdü. Beş dakikalık bir sıkıntıdan, antiseptikli pamuğun soğuk dokunuşundan ve iğne burnumu delerken attığım tek bir çığlıktan sonra, evet, konu hallolmuştu. Geriye yaranın iyileşmesi kalmıştı. Ernesto’yla her şey çok basittir. Bu, babamın bir hafta boyunca bana surat asmasına, annemin burnuma her baktığında iç çekmesine engel olmadı tabii. Ama Ernesto sayesinde hızmama kavuşmuştum. Bakalım şimdi… Bir pantolon, iki kazak, üç tişört, külot, çorap, sutyen, MP3-çalarımın şarjı, bir Duras kitabı – Evet, Amélie’den ya da Anne Rice’dan çok, bir Marguerite Duras insanıyımdır ben– tren biletim, öğrenci kartım.
Tamamdır, unuttuğum bir şey yok. Yine de şu herif… Bir kere neden hep siyah giyiyor? Az önce bir de şapka takıyordu. Dikkat çekmek istemiyorsa bundan daha iyisini yapmalı. Makyaj çantam! Unutsaydım, Ernesto bana mavi kantaron özlü makyaj temizleyici bulamazdı herhalde. Beni izleyen herif bir sapığa ya da saplantılı bir âşığa da benzemiyor. Daha çok hakkımda ne varsa öğrenmeye çalışıyor gibi.
Gerçi bu da en az bir âşık kadar korkutucu. Saplantılı olsun ya da olmasın… Hemen söyleyeyim, tüylerimi diken diken eden bir sözcük varsa, o da “aşk”tır. Okuldaki kızlar mesela, çocuğun biri avludan geçerken saçını şöyle bir arkaya atmaya görsün, hemen kıkırdamaya başlarlar. Rezalet! Aşk dediğin beladan başka bir şey değil. İlişki iyi gidiyor bile olsa. O zaman da başlıyor can sıkıntısı. Hikâyenin başı aşktır meşktir tamam. Ama sonra, fotoğrafın o parlak yüzeyi aşınmaya başlayınca koltukaltı kılları ve öldürücü kokular çıkar ortaya. Sonsuza kadar aşkmış… haydi oradan! O halde aşk dediğin neye yarar? Annemle babam mesela. Birbirlerini seviyorlar. Yani… öyle sanıyorum. Öyle ya da böyle, bir dönem sevdiler. En azından hâlâ boşanmadılar. Şimdiyse yan yana konmuş ve bahçenin dibinde unutulmuş iki cüce heykeline benziyorlar.
Birbirleriyle konuşuyorlar, orası tamam. Eve alınması gerekenler, akşam yemekte ne olduğu, durmadan artan yakıt fiyatları, siyaset ve dünyayı kangren eden her türlü pislik… Pardon, konu bu sonuncusu olduğunda tartışmayı bir kenara bırakıp ağız dalaşına geçiyorlar. Onları hiç öpüşürken gördüğümü hatırlamıyorum. “Gözlerin o kadar güzel ki? – Öp beni…” Hayır, romantizm onların işi değil. Sinematek’te Ai no corrida’yı izlemiştim. Evet, eski film bağımlısıyımdır. O filmde anlatılan aşk, işte o, gerçek aşk! Ölümüne aşk ve basta, biter gider. Özetle, benim için aşk diye bir şey yok. Adımın Violette, yani “menekşe” olmasının nedeni de aşk. Annemle babam Toulouse’da tanışmışlar, orası… menekşelerin şehridir. Gerçi sosisleriyle de ünlüdür. Her işte bir hayır var demek ki. Adımın Sosis olduğunu düşünsenize.
Gerçi öyle bir durumda beni Soso diye çağırabilirlerdi. Violette’i kısaltmaksa mümkün değil. Vio, hatta Viol, yani tecavüz. Daha kötüsü olamaz herhalde. Adım Violette, on altı yaşındayım, Ivry-sur-Seine’de yaşıyorum ve aşka inanmıyorum. Tanrı’ya ve cehenneme de inanmıyorum. Böylelikle tasvir tamamlandı. İnandığım bir şey varsa, o da Mavi Kirazlar’dır –arkadaşlarım. En yakın dostum Soizik, yani Zik ve diğerleri; Amos ve Satya. Aynı bölgelerde yaşamıyoruz, hepimiz lise birinci sınıftayız ama aynı okula gitmiyoruz ve asla kopmayız. Fırsat buldukça Paris’in merkezinde, Sinematek’te buluşuruz. Bercy Parkı’nın o yanında her şey yörüngesine oturur. Ancak şu anda önümde bir uçurum var:
Bu on günlük tatil, Kirazlar’dan uzakta bitmek bilmeyecek. Satya’nın yarınki partisini de kaçırıyorum zaten! Bu beni hasta ediyor. Annem iadesi olmayan biletlerden almış, dolayısıyla iki gün geç gitmem söz konusu dahi olamaz… Ah, hele bir on sekizime basayım, işte o gün gitmekte ya da kalmakta, Kirazlar ya da tío Ernesto arasında bir seçim yapmakta özgür olacağım! Özgür.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMavi Kirazlar – 1: Damdaki Melek
- Sayfa Sayısı204
- Yazar“Mavi Kirazlar” Yazar Ekibi
- ISBN9786054603060
- Boyutlar, Kapak12 x 18, Karton Kapak
- YayıneviOn8 Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Peter Pan Ölmeli ~ John Verdon
Peter Pan Ölmeli
John Verdon
John Verdon’un şimdiye dek yazdığı bu en şaşırtıcı romanında, her olayı bulmaca çözer gibi ele alan Dave Gurney, polisin belirttiği şekilde işlenmesi imkansız olan...
- Adınla Çağır Beni ~ André Aciman
Adınla Çağır Beni
André Aciman
Aşk birden çıkar insanın karşısına, yakalamak ya da ıskalamak size kalmış. Bazen “aşk” olduğunu anlamazsınız, bazen de anlasanız bile onu tutmak, kendinize saklamak zordur....
- Yıldırım Sesli Manasçı – Asker Çocuğu – Beyaz Yağmur ~ Cengiz Aytmatov
Yıldırım Sesli Manasçı – Asker Çocuğu – Beyaz Yağmur
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov’un birbirinden güzel üç hikâyesinin yer aldığı kitap; aslında insan, mekân ve hafıza arasında birbirini sürekli besleyen ilişkinin göz önüne serilmesi bakımından büyük...