Birtakım iç hesaplaşmalar içindeki yazar uzun zaman sonra çocukluğunun geçtiği, küçük, çirkin bir Fransız kentinde yaşayan babasını ziyarete gider. Karşısında bulduğuysa, erkeklerin duygularını bastırması ve sert olması gerektiğini savunan, bugün “toksik erkeklik” denen kültürün içine doğmuş, kendisine rol model olan birçok erkek gibi erkenden okulu bırakıp işçiliği değişmez bir kader gibi sırtlanarak fabrikalarda çalışıp ellisinde yatağa mahkûm olmuş, zavallı bir adamdır.
Fransa’nın en etkili yazarlarından biri kabul edilen Édouard Louis bu kısa ve çarpıcı metinde mevcut düzenin grotesk gerçekliğini vurgularken, milyonlarca insanın hayatını etkileyip yöneten siyaset denen şeyin, siyasetçiler için aslında bir salon oyunundan başka bir şey olmadığını anlatıyor.
“Louis’nin bir yazar olarak en güçlü yanı, olguları kimi zaman takıntı noktasına varacak kadar tutkulu bir şekilde hissetmesi ve hislerini nötrlemek yerine onları araştırmaya açık, felsefi bir zihinle analiz etmesidir.”
Edmund White, The Guardian
Bu bir tiyatro metni olsaydı, şu sözlerle başlaması gerekirdi: Bir baba ve bir oğul, aralarında birkaç metre mesafe, büyük, geniş ve boş bir mekânda duruyor. Bu mekân bir buğday tarlası, kullanılmayan, boş bir fabrika, bir okulun, zemini PVC kaplı spor salonu olabilir. Belki kar yağıyordur. Belki kar yavaş yavaş onların üzerini örter ve nihayet gözden kaybolurlar. Babayla oğul neredeyse hiç bakmazlar birbirlerine. Yalnızca oğul konuşur, ilk cümlelerini bir kâğıda ya da ekrana bakarak okur, sesini babasına duyurmaya çalışır ama nedendir bilinmez, babası onu duyamıyor gibidir. Birbirlerine dokunacak kadar yakındırlar ama ulaşamazlar. Bazen tenleri buluşur, temas kurarlar fakat o anlarda bile birbirlerine uzaktırlar. Yalnızca oğlun konuşuyor olması ikisi için de şiddetli bir şeydir: Baba kendi hayatını anlatma imkânından mahrumdur, oğulsa asla alamayacağı bir yanıtı beklemektedir.
1
Amerikalı entelektüel Ruth Gilmore, ırkçılık sözcüğünün kendisi için ne anlama geldiği sorulduğunda, ırkçılığın, bazı toplulukların erken ölüme maruz bırakılması olduğunu söylüyor. Bu tanım erkek egemenliği, eşcinsellere ya da trans bireylere duyulan nefret, sınıfsal tahakküm, her türlü toplumsal ve siyasi baskı için de geçerli. Siyaseti, canlıların başka canlılar tarafından yönetilmesi ve seçmemiş oldukları bir topluluk içinde yaşayan bireylerin varlığı olarak tanımlayacak olursak, demek ki siyaset korunan, teşvik gören, desteklenen toplumları, ölüme, işkenceye, cinayete maruz bırakılan toplumlardan ayıran şeydir.
Geçen ay seni görmeye geldim, şimdilerde yaşadığın, kuzeydeki o küçük şehre. Çirkin bir şehir, renksiz. Deniz üç-beş kilometre mesafede ama sen hiç gitmiyorsun. Seni birkaç aydır görmemiştim – uzun zaman olmuştu. Bana kapıyı açtığında seni tanımadım. Sana baktım, senden uzakta geçen yılları yüzünden okumaya çalıştım. Sonra, birlikte yaşadığın kadın artık neredeyse hiçyürüyemediğini söyledi. Ayrıca geceleri nefes almak için bir alete ihtiyacın oluyormuş, yoksa kalbin dururmuş; destek almaksızın, bir makinenin yardımı olmadan atamıyormuş artık, atmak istemiyormuş. Kalkıp tuvalete gittin, sonra döndün, o sırada seni izledim, on metrelik yolda nefesin kesildi, düzelsin diye oturmak zorunda kaldın. Özür diledin. Bu da yeni çıkmış sende, özür dilemek, buna alışmam gerekecek. Bana şekerinin çıktığını söyledin, ciddiymiş, kolesterolün de yüksekmiş, her an kalp krizi geçirebilirmişsin.
Bunları anlatırken nefesin kesiliyordu, sanki oksijen göğsünden boşalıyor, dışarı sızıyordu, bir-iki kelime etmek için bile büyük bir çaba, çok büyük bir çaba göstermen gerekiyordu. Kendi bedenine karşı savaş verdiğini görüyor ama fark etmiyor gibi yapmaya çalışıyordum. Geçen hafta doktorlar karnını açmış, evantrasyon diye bir operasyon geçirmişsin – ilk defa senden duydum. Bedenin kendi yükünü taşıyamaz olmuş, karnın aşağı doğru çekiliyormuş, içeriden kopmak, kendi ağırlığından, kendi kütlesinden kurtulmak için o kadar kuvvetli, hem de o kadar kuvvetli çekiyormuş ki kendini aşağı. Araba kullanman riskliymiş artık, alkol alman yasakmış, duşa girmen ya da işe gitmen bile büyük riskleri göze alman anlamına geliyormuş. Ellini geçeli daha birkaç yıl oldu. Siyasetin, erken ölüme layık gördüğü insanlardan birisin.
Bütün çocukluğum senin yokluğunu ümit etmekle geçti. Okuldan akşamüstü dönerdim, beşe doğru. Eve yaklaşırken, eğer araban evin önünde değilse, bunun bara ya da kardeşine gittiğin ve geç kalacağın, muhtemelen sabaha karşı döneceğin anlamına geldiğini bilirdim. Arabanı evimizin önündeki kaldırımda görmezsem yemeği sensiz yiyeceğimizi, annemin sonunda pes edip yemekleri sofraya getireceğini ve seni ertesi sabaha kadar görmeyeceğimi bilirdim. Her gün bizim sokağa yaklaşırken arabanı düşünür ve içimden dua ederdim:
Orada olmasın, orada olmasın, orada olmasın. Seni tanımayı tesadüfen öğrendim. Ya da başkaları vasıtasıyla. Geçenlerde anneme seninle nasıl tanıştığını ve neden sana âşık olduğunu sordum. Parfümü yüzünden dedi. Parfüm sürerdi baban, tabii şimdiki gibi değildi o zamanlar. Erkekler katiyen parfüm sürmezdi, yoktu öyle bir âdet. Ama baban sürerdi. Evet, o sürerdi. Farklıydı. O kadar güzel kokardı ki. Devam etti: Bana kafayı takan oydu. İlk kocamdan yeni boşanmıştım o sıralar, yakayı kurtarmayı nihayet başarmıştım ve çok daha mutluydum öyle, erkeksiz. Kadınlar, erkekler olmadan daima daha mutludur. Ama baban ısrar etti. Bir kere bile çiçeksiz ya da çikolatasız gelmedi. Ben de boyun eğdim sonunda. Boyun eğdim. 2002 – O gün annem beni odamda tek başıma dans ederken yakaladı. Gürültü çıkarmamaya, hareketleri elimden geldiğince sessiz yapmaya, nefesimi bile az az almaya çalışmış, müziğin sesini de çok açmamıştım ama nasıl duyduysa duvarın öbür tarafından duymuş ve ne olduğunu öğrenmek için odama gelmişti. Neye uğradığımı şaşırdım, nefes alamıyordum, yüreğim ağzıma gelmişti, ciğerlerim yanıyordu, ona döndüm ve bekledim – yüreğim ağzımda, ciğerlerimde yangın. Azarlamasını ya da dalga geçmesini bekliyordum ama gülümseyerek, en çok dans ederken sana benzediğimi söyledi. Ona, Babam dans mı ederdi? diye sordum – senin bedenin böylesine özgür, böylesine güzel, erkeklik takıntına böylesine ters düşen bir şey yapmış olabilir miydi sahiden?
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBabamı Kim Öldürdü
- Sayfa Sayısı56
- YazarEdouard Louis
- ISBN9789750746949
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Portobello Cadısı ~ Paulo Coelho
Portobello Cadısı
Paulo Coelho
Gizemli bir kadının öyküsü Onu yakından tanıyan, belki de hiç tanımayan dostlarının ağzından Kim olduğumuzdan emin olmasak da, kendimize karşı her zaman içten olma...
- Hırçın Aşk ~ Johanna Lindsey
Hırçın Aşk
Johanna Lindsey
İskoç güzeli Roslynn Chadwick, vicdansız kuzeninden ve servet avcısı züppelerden korunmak için derhal evlenmek zorundadır. Ve Anthony Malory, uzak durması için tembihlendiği yakışıklı serserilerden...
- Savaş Meydanları ~ Jean Rouaud
Savaş Meydanları
Jean Rouaud
Jean Rouaud, Goncourt Ödülü’nü kazanan romanında, bir ailede ardı ardına yaşanan üç ölümle anımsanan eski hikâyeleri deşiyor. İlk başta, babanın ölümü, trajik bir başlangıç...