Dört kuşağı içine alan anne-kız ilişkileri, aile içi çatışmalar, sık tekrarlanan askeri darbelerin değişik kuşaklar üzerindeki izleri… Geçmiş araştırılırken ortaya çıkan sırlar, ertelenmiş, söylenmemiş sevgi sözleri, dolayısıyla pişmanlıklar…
Kulin, Egeli büyük bir ailenin 40’lı yıllardan başlayarak günümüze kadar gelen öyküsünü anlatıyor.
Yolculuk
Pencereden dışarıya bakıyorum içim daralarak. Zamanı durduran bembeyaz bir duvar var camın ardında. Ufuk gözükmüyor. Ufuksuz bir mekâna hapsolmanın iç sıkıntısıyla koltuk aralarına yığılmış çantaların üzerinden atlayarak yerime geri dönüyorum. Aniden bastıran karın altüst ettiği seferlerden dolayı, yaklaşık iki saattir Fsenboğa Hava Alanı’nın rahatsız koltuklarından birinde oturmaktan bacaklarım uyuşmuş. Girip çıkan yolcularla kapılar açılıp kapandıkça içeri sızan soğuk içime işliyor, taş zeminden rutubet geçiyor ayaklarıma. Kuş gibi tünediğim plastik koltukta, açlıktan olsa gerek başım dönerek, midem bulanarak, derviş sabrıyla bekliyorum. Türk Hava Yolları’mn duyuru Türkçeâ adını taktığım o tuhaf vurgulamayla, yer hosteslerinden birinin kelimeleri yuta yııta, “Uçak seferleri kar yüzünden iptal edildi.”dediğini duymamak için, birkaç saat daha oturmaya razıyım, yeter ki gün yarına kavuşmadan, bu soğuk, sevimsiz ve nem kokan bekleme salonundan kurtulayım. Yeter ki sabahın köründe başlayan beklenmedik yolculuğum, bir sonraki güne sarkmadan bugün bitsin!
Yanımdaki koltuğa bıraktığını seyahat torbanı, üstüne yığılmış ga/ete ve dergilerle bir tepecik oluşturmuş. Ayakta dolananlar, eşyalarımı koyduğum koltuğa ters ters bakıp duruyorlar. Onları başka bir yere yeniden istifleyecek gücüm olmadığı için, gözlerimi kaçılıyorum insanlardan. Can sıkıntısından patlamak üzereyim. Gazetelerin her birini, tekrar tekrar ilk sayfalarından son sayfalarına kadar, neredeyse cenaze ilanları da dahil olmak üzere okuduğum halde resimlere ve başlıklara aceleyle bir kez daha gözatıyorum vaki! geçsin diye. Yanımda taşıdığını kitabı okumaktan çoktan vazgeçtim. Sabaha karşı çalan telefonla sıçrayarak uyandığımdan beri yollarda olduğum için, dikkatimi kitabıma veremeyecek kadar yorgunum çünkü.
Erzurum’dan sabah yedide kalkan uçakla Ankara üzerinden İstanbul’a varmak için sabahın beşinde başladı yolculuğum. .Semineri yarıda bırakarak İstanbul’a dönmek zorunda kalınca, tebliğimi benim yerime sunması için, geldiğimizden beri bizlere yardımcı olan son sınıf öğrencisi Ata’yı görevlendirmeyi düşündüm. Dosyamı, ona verilmek üzere otel resepsiyonundaki genç kıza emanet ettim. Bir türlü alışıp sevemediğim, hatta nefret ettiğim cep telefonlarından bu kerelik Allah bin kere razı olsun. Yeri yersiz çalan, insanları en olmadık yerlerde en gereksiz haberleşmeler için rahatsız eden bu bücür alete bir gün şükran duyabileceğimi rüyamda görsem inanmazdım. Ata’yı sabahın beşinde uyandırmak yerine, Ankara’da uçak değiştirirken, çoktan uyanmış olacağını talimin ettiğim bir saatte numarasını tuşlayıp işimi halledivermek ne kadar da kolaymış meğer.
“Hocam, tebliğinizi elbette okurum ama sizin yerinizi dolduramam ki,” dedi Ata, “kötü oldu gitmeniz.”
“Mecbur kalmasam gider miydim hiç! Elinden geleni yap, oğlum,” dedim, “bu işe seni memur ettim.”
Memur etmek! Esir etmek gibi bir şey. Vakit geçsin diye, memura yakışacak M harfi ile başlayan başka sözcükler bulmaya çalıştım. Memur ve mahmur. Memur ve mahzun. Memur ve memnu. Memur ve muhtaç. Memur ve memnun… ah, o mümkün değil işte! Hem memur hem de memnun olmak olası değildir, bilirim, ben de bir memurum çünkü. Memurluk bir iş veya meslek değil, bir ‘insanlık hali’dir benim ülkemde. Bu dünyaya, düzeyli bir yaşamı az parayla koparmayı, tok gözlü ve sabırlı olmayı öğrenmek için yollandıklarım düşünmüşümdür.memurların. Elbette bir zamanlar boyu kısa aklı uzun bir başbakanın sahip çıktığı cinsten işini hilen incin urlardan değiller-
Torbamın üzerine yığılı gazetelerden değillerse eğer. en üsttekini kimbilir kaçıncı kez çekerken, saatlerdir beklediğim duyuru çın çın ötüyor salonda. Bana o anda bal gibi gelen bir kadın sesi, “DİKKAT! DİKKAT! TK, yüz – otuz bir – sefer sayılı – uçak ile – İstanbul’a gidecek – yolcuların – polis kontrolüne – gelmeleri…” diye sesleniyor hoparlörden…
Fırlıyorum. Mantomun kuşağı torbamın altında kaldığı için ayağa kalktığımda haşır huşur yerlere saçılan gazetelere çaresizlikle bakarak, yerden aldığım kitabımı torbaya tıkıştırıp sol omzumdaki çantamı savurarak telaşla koşuyorum. Merdivenlerden inmek üzereyken duraklıyorum bir an; hiç sevmiyorum uçaklaki daracık tuvaleti kullanmayı. Altındakine girecek vaktim var mı acaba? Kimbilir kaçıncı neskafeyi bitirmiştim az önce. Ağzımın içi zehir gibi. Ağzımı çalkalamak, yüzüme su çarpmak istiyorum. Hızlı adımlarla geri dönüyor, üzerine kadın silueti resmedilmiş kapıyı itip içeri giriyorum ve tam karşımdaki aynada yüzümü görüyorum!
Aman Allah’ım! Tuvaletin çiğ ışığında, yaşlı, yorgun, kızgın ve bezgin bir cadı var aynada. Bu ben miyim? Gözlerimin altı mosmor, sabahın altısından beri tarak yüzü görmemiş saçlarım diken diken, iki kaşımın arasındaki derin çizgi bıçak yarası gibi alnımda. Dün gece iyi çıkaramadığım rimel kirpiklerimde top top duruyor. Sabaha karşı gelen telefondan sonra içinde çalkalandığını duyguların karmaşası ise yüzüme yapışıp kalmış. Yorgunluk ve keder gözlerimde, dudaklarımda, bütün çizgilerinde yüzümün. Aynada sergilenen çirkinliğimi silmek ister gibi defalarca su çarpıyorum yüzüme. Şişko bir sosisi andıran bordo torbamı kavrayıp el çantam omzumda asılı, çıkıyorum tuvaletten. Aceleyle merdivenlere yürüyorum, polis kontrolünden geçmek için.
Biz, beklemekten bezgin yolcular, çileli yolculuğun ilk merhalesini tamamlayıp polisten geçtikten sonra, uzun bir kuyruk oluşturuyoruz kapının önünde. Sarışın hostese kimlik göstererek kapıdan sırayla uslu uslu geçip otobüse biniyoruz. Tıkıştığımız otobüste birbirimize yaslanmış, üne arkaya kaykıla kaykıla gidiyoruz bir süre. Rüzgar suratımıza tokat gibi çarparken itiş kakış uçağın dik merdivenlerini tırmanıyoruz. Yer numaramı bulup elimdeki bordo sosisi zar zor baş üstü dolabına sıkıştırıyorum ve oturuyorum nihayet.
Tütünle karışık ter kokan ve kendi koltuğuna sığamayacagı için üzerime taşacak bir vatandaşın yanıma oturacağı beklentisiyle iyice büzüşüyorum koltuğumda. Omuz başları, kasketleri, başörtüleri karlı ıslak yolcular teker teker geçip arka tarafa doğru gidiyorlar. Kimse oturmuyor yanıma. Üç kişilik sırada yalnız kalacağım için seviniyorum. En karamsar durumlarda bile küçük ve anlık şeylerle mutluluk duyabiliyor demek ki insan! İkinci otobüsün boşalttığı yolcular uçağa binmeye başlayınca, sevincim kursağımda kalıyor. Yanımdaki yere, korktuğum gibi ter ve sigara kokan şişman bir adam değil de, vızıldayan küçük kızıyla baş etmeye çalışan gençten bir kadın ilişiyor. Pencere kenarında oturan ve önündeki koltuğa ayaklarını vurup duran çocuğa yalvarıyor âdeta.
“Yapma canım, yapma evladım, bak önde oturan amcayı rahatsız ediyorsun.”
“Çişim var,” diyor çocuk.
“Uçak havalanmadan müsaade etmezler. Hele bir kalkalım hemen götürürüm seni tuvalete.”
“Şimdi gidelim, şimdi gidelim. Çok çişim geldi.”
“Yalan vallahi! Daha yeni yaptırdım çişini.” Kadın, özür dileyen bir sesle bana açıklama yapma gereğini duyuyor nedense.
“Hep onunla meşgul olunsun istiyor. Çişi geldiğinden değil, ilgi çekmek için… zor işmiş çocuk büyütmek.”
“Bilmez miyim,” diyorum. “Ben de bir kız büyüttüm.”
“Yaa, kaç yaşında kızınız?”
“Kocaman. Üniversiteyi.’ gidiyor.”
“Ah o günleri bir de ben görebil sem,” diyor geni; anne.
“Görürsünüz…” sözümü bitiremiyorum. Çocuk annesinin kulunu çekiştirerek bir şeyler söylüyor ve yüksek sesle konuştuğu için, yakınımızda oturanlar bizden tarafa bakıyorlar. Hep rahatsız olmuşumdur yabancı bakışlardan. Sanki bana bakıyorlar-mış gibi huzursuz oluyorum… Küçük bir kızla annesini irdeleyen meraklı bakışlar… bildiğim bir şey hu benim. Bir anne, bir küçük kız… bakışlar… Ne tuhaftır bazı anıların hayat boyu belleklerimize pul gibi yapışıp kalması.
Gözlerimin önünde bir ada vapuru sahnesi beliriyor.
“Anne, niye bu insanlar bize bakıp duruyorlar?”
“Sana bakıyorlar, kızım. Uslu durmadığın için.”
“Ama uslu duruyorum anne.”
“Ben ne demiştim sana… koltuğun üzerinde ayağa kalkmak yok, demiştim. Bak, ayaktasın.”
“Oturunca göremiyorum denizi.”
Annemin yanına çöküynrunı ama herkesin gözü hâlâ bizim Üzerimizde,
“Anne, bak oturdum işte. Ama hâlâ bize bakıyorlar-”
“Elbisene bakıyorlardır.”‘
“Elbisemi babam getirdi bana.” Bunu yüksek sesle söylüyorum ki yanımızda oturan herkes duysun. Babamdan hayalım boyunca alıp alacağını iki armağandan birinin bu elbise olduğunu sanki o yaşta sezmiş gibi, onu hana babamın getirmiş olduğunu dünya âlem bilsin istiyorum.
“Avrupa’dan getirdi,” diye bagırıyorıım yine.
“Şşş, bağırma böyle.”
“Neden şu adam hep bize bakıyor, anne?” Bu kez fısıldıyorum annemin kulağına.
“Söyledim ya, elbise sana çok yakışıyor da ondan.”
Annemin söylediği yalanı yutuyorum. Beş yaşındayım çünkü. Üzerimdeki, yurtdışından getirilmiş aşırı süslü rüküş elbiseyle kendimi şık ve güze] sanıyorum. Bir süre daha İnanmayı sürdüreceğim annemin bana söylediklerine. Sonra, dokuz-on yaşından itibaren bileceğim arlık, sokakla, vapurda, trende ve uçakla bana değil de ona baktıklarını; onun porselen teninden, bal rengi saclarından, dünya güzeli yününden kimsenin gözlerini alamadığını. O yanımda olduğu sürece, bana değil de hep ona bakılacağını anladıktan sonra, kızgınlığım giderek kabaran bir dalga gibi yükselip şiddetlenerek beni alıp uzağa götürecek annemden. Yaşım ilerledikçe beni daha, daha, daha da uzağa taşıyacak annemin güzelliğine duyduğum öfke; sonunda ıssız bir sahilde sıcak kumların üzerine bırakıverecek. Tenime değen kızgın kumda öylesine yanacağını ki, yüreğim eriyecek adeta ve içimde bir nokta hep annesiz kalacak.
Camın kenarında oturan küçük kızın kıvırcık saçları var. Taranırken canı ne kadar çok acıyordur kimbiİir. Çocuğun tarağa gelmez ince saçları bir perde daha açıyor gözlerimin önüne.
“Anııeeee, tarama saçımı n’olıır. Acıyo anne!”
“Böyle de olma/ ki gülüm, biraz dayan, şu kurdeleyi taktım mı tamam.”
“Benim saçlarını niye dümdüz değil seninkiler gibi?”
“Sen babana çekmişin.”
“Ben de düz saç istiyorum.”
“Büyüyünce berbere gider düzleştiririz.”
“Nasıl?”
“Fön çekerler.”
“Ben şimdi istiyorum.”
“Çocukların saçına çekilmez fön. Hem ne güzel böyle kıvırcık… keşke benim de saçlarım böyle olaydı.”
Yalancı, diyorum içimden, koca sarışın yalancı. Yalancı, yalancı, yalancı. Yalancı anne!
Kıvırcık saçlı velet, kolasının yansım yere, yarısını annesinin………..
lenin 40’lı yıllardan başlayarak günümüze kadar gelen öyküsünü anlatıyor
“Gece Sesleri” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıGece Sesleri
- Sayfa Sayısı256
- YazarAyşe Kulin
- ISBN9751409896
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviRemzi Kitabevi / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Miralayın Kızı Süreyya (Özel Baskı) ~ Naşide Gökbudak
Miralayın Kızı Süreyya (Özel Baskı)
Naşide Gökbudak
Aşkın tozlu sayfalarını aralıyor Naşide Gökbudak… Tarihi eski, duygularınsa capcanlı yaşandığı bir hikaye Miralayın Kızı Süreyya. Amasya’da köklü bir ailenin kızıdır Süreyya, ailenin en...
- Cunta Kızı ~ Şule S. Çiltaş
Cunta Kızı
Şule S. Çiltaş
“Kırmızı kamyonun camının bir köşesindeki fotoğrafta, kadınla adamın önünde duran iki erkek çocuktan birinin adı Haydar. Ona isim vermemişler de Haydar deyip bırakmışlar sanki....
- Mücellâ ~ Nazan Bekiroğlu
Mücellâ
Nazan Bekiroğlu
Sümbül kokulu bembeyaz yastık kılıfları, kanaviçe işli peçeteler, uçları fistolanmış havlular, çeyiz sandıkları arasında… Hanımeli, yasemin ve leylâk kokulu yaz ikindileri gibi uzun kış gecelerinde de, ya çardağın altında ya hep o soldaki pencerenin içinde... Mücellâ’nın dupduru ve çarpıcı hikâyesi.
çok severek okudum…Ayse kulin kitaplarını çok seviyorum..