“Bizi “İçimizdeki Öteki” ile tanıştıran ünlü yapıtlar…”
Gölgesine Tutsak, ünlü edebiyat yapıtları aracılığıyla insanın gerçek yaşamda sakındığı, korktuğu ama bir o kadar da merak ettiği kötülüğün karanlık dünyasına ayna tutuyor. Bu yapıtların yazılmasına ilham vermiş gerçek olaylardan yola çıkarak bizi, ayıplanan, utandıran, küçük düşüren ve bazen de affedilemez yapan karanlık yanımızla tanıştırıyor.
“Ebru Çaloğlu ‘Arkabahçe’ adlı kitabında, ünlü yazarların kaleme aldığı klasik eserlerin ilham perilerini tanıttı bizlere… Ve biz Arkabahçe’den çıkmak istemedik. Mümeyyiz iyi ile kötüyü ayırt edebilen demektir. Ebru Çaloğlu ikinci kitabı ‘Gölgesine Tutsak’ta bu kez dünya klasiklerinin sayfalarında gezinen bir mümeyyiz olarak çıkıyor karşımıza; iyilik ve kötülük kavramlarını ustalıkla gözler önüne seriyor. Arkabahçe’nin gölge bir yerinde, sayfalarına tutsak olacağımız bir kitap daha!..”
SUNAY AKIN
İçindekiler
Önsöz……………………………………………………………………………7
Kabarık İştah ……………………………………………………………….23
Küçük Bir Parça Mavilik……………………………………………….28
Su Geçirmez Yürekler ………………………………………………….44
Su Pericikleri ……………………………………………………………….55
Oysa Herkes Öldürür Sevdiğini ……………………………………74
Küçük Bıçaklara Benzeyen Gözler …………………………………97
Gözlerinizi Kullanın……………………………………………………111
Kaynakça……………………………………………………………………133
Önsöz
Biz âdemoğulları, hepimiz dünyaya bir öyküyle geliriz. Yine hepimiz iyi biliriz ki o öykü, kendi atalarımızın hikâyesidir. Bilmediğimiz, miras aldığımız bu öykünün kendi hikâyemizdeki rolünün ne olacağıdır çünkü hikâyemizin bizim yazmadığımız kısmı, yazacağımız kısmını hem yönlendirme hem sınırlandırma gücüne sahiptir. Sonuçta, devraldığımızı ya aynen kabul eder ya tümden reddeder ya da dönüştürüp uyarlamayı seçeriz. Neyi seçersek seçelim benliğimize en çok işleyen anıların, zaman geçtikçe daha fazla anlam taşımaya başladığını, onlara yüklediğimiz anlamların yetişkin dünyamızın alacağı şekilde tahmin ettiğimizden çok daha belirleyici olduğunu fark ederiz.
Akışta çoğu zaman aynı olaya ya da duruma neden diğerlerinden farklı tepkiler verdiğimizi anlamakta zorlanmamızın bir nedeni de budur aslında. Çocukluğumuzdan itibaren inandığımız değerlere olan inanıcımızı kaybetmemiz, inandığımız kişilerin gerçek yüzlerini görmemiz, bazen farkında olduğumuz, çoğu zaman da olmadığımız yaralar açar içimizde. Aldığımız kararların, verdiğimiz tepkilerin arkasında hep bu kapanmamış, iyileştir(e)mediğimiz yaralar vardır. Yaramızı açandan bekleriz kapatmasını. Ancak o zaman kapanabileceğine inanırız. Adil olan da budur çünkü. Ama maalesef çoğu zaman öyle olmaz, bize düşer o iş. Oysaki içten bir özürle ödeşebileceğimize bile ikna etmişizdir kendimizi. Gelmez o beklenen özür. Uğradığımız düş kırıklığıyla saplanıp kalırız yaramıza.
Eminizdir artık; yaşam kötülük dolu, insanlar da kötüdür. Onlarla baş edebilmenin yolu, kötü ve acımasız olmaktır. Bize karşı olduğunu hissettiğimiz herkesi, her şeyi aşılması gereken bir engel gibi görerek ortadan kaldırmayı isteriz. Bazen de istemekle kalmaz, kontrolü kaybeder, sancıyan yaraların oyuncağı oluveririz. Sadece bir anlığına bunun, içimizden birilerinin değil de toplumun hatta dünyayı paylaştığımız tüm diğerlerinin sorunu olduğunu düşünürsek ne denli acı ve vahim sonuçları olabileceğini tahmin edebilir miyiz? Etmeliyiz çünkü insanlık tarihi, saymakla bitiremeyeceğimiz örneklerine sahne olmuş, oluyor. Belli ki –çok istisna örneklerimiz dışında yaradılışımız bakımından ne iyi ne kötü ne kuzu ne de kurduz. Duruma ve şartlara göre iyi biri olabileceğimiz gibi bir canavara da dönüşebilmeye çok müsaitiz. Varoluşumuzun iki uçlu uzantısı arasında savrulup duruyoruz. Yıkan, yok eden, sömüren ilkel doğamızla; düşünce üretebilen, felsefe yapabilen, onaran, düzelten doğamızın gelgitleri arasında var olmaya çalışıyoruz. “İyi” ve “kötü” karşılaşması, sadece dışarıda bir yerlerde değil bizzat içimizde de sürüp gidiyor. Robert Louis Stevenson’un unutulmayan eseri Dr. Jekyll ve Mr. Hyde romanında Dr. Jekyll, kendi içindeki kötülükten ancak onu serbest bırakarak kurtulabileceğine inanıyordu.
Sonunda bir ilaç icat edip Bay Hyde’a dönüşerek kendisinin dahi hayal edemeyeceği kötülüklerin öznesi hâline gelmişti. Dr. Jekyll, daha sonra ondan kurtulmak istese de Hyde kontrolden çıkmıştı. Jekyll, artık ilacı almadan da Hyde’a dönüşüyordu. 19. yüzyılın öncü psikiyatristi Carl Jung’un dediği gibi herkes karanlıkta kalan bir gölgeye sahipti; Hyde da Jekyll’ın gölgesiydi. O gölge, hepimizin içinde var olan ancak çoğu zaman gizli kalan iyi yönlerimizi gölgeleyen arzularımızdı. Sadece kendi hayatlarımıza odaklandığımızda bile Dr. Jekyllların Mr. Hydelara dönüştüğü kaç örnekle sınandığımızı saymakta zorlanabiliriz. Yine de sıradan insanlar olarak Dr. Jekylları değil; şaşırmamıza, kaygılanmamıza, korkmamıza rağmen Mr. Hydeları merak ederiz. Bilirkişiler, bunu, tekdüze, rutinin dışına çıkmayan, heyecandan yoksun bir hayat sürmemize bağlıyor. Yani gündelik hayatımızda acayiplikten uzak bir yaşam sürmemiz, korkunç ve heyecan verici olana doğru çekilmemize neden oluyor. Çok da savunmasız hissetmiyoruz belki de kendimizi. Ne de olsa birtakım silahlarımız var bizim de. Onları kuşanıp gerektiği yerde hızla çekip kendimizi savunabiliyoruz.
Ama aynı bilirkişilerin emin oldukları bir şey daha var: Savunma silahlarımızı ne kadar çok çekmek zorunda kalıyorsak çaresizliğimiz de yetersizliğimiz de o kadar büyük oluyor. Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’da çok çarpıcı biçimde dile getirdiği gibi: “İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimî bir mesulünü bulmuştum:
Buna, içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum.” O hâlde soru şu: Başımızı belaya sokmadan “iyi bir yaşam”a giden yolu nasıl bulacağız; bulduk diyelim, bu yolda nasıl yürüyeceğiz; yürüdük diyelim, düşmeden ve kimseyi düşürmeden bunu nasıl yapacağız? Cevabı, insanın yeryüzündeki tarihine bakarak ararsak yıkma ve yok etme arzusuyla dolup taşan türdeşlerimizin önüne geçmek isteyenin; düzeltmeye, yapmaya, iyileştirmeye çabalayanın yine hep bir diğer insan olduğunu açıkça görürüz. Bu kitaptaki anlatımlarda, kötünün ve kötülüğün türlü türlü biçimlerine tanıklık ederken karşısında inançla, sabırla dik durmaya çalışan iyinin hikâyesini de okuyacağız. Bu çabada sorumluluk alanlar olarak kötülük karşısında dine, sanata veya bilime tutunarak almışız gardımızı. Bu üç dalla kendimizi ve türümüzü tanıyabileceğimiz, anlayabileceğimiz;kendimize ve yaşayan diğer her şeye verebileceğimiz zarara engel olabileceğimiz iddiamızı geçmişten bugüne sürdürmüşüz. Bir bakıma da önce kendimize beş metre kuyu açıp sonra da üç metre ip sallayarak kurtulmaya çabalayıp durmuşuz. Kuyudan çıkamayınca da yanlış dala tutunduk ondan, deyip kadim tartışmayı başlatan soruyu sormuşuz: “Hangi dala tutunursak kurtuluşa ereriz?” Tartışmanın tarafları sayısal olarak dönem dönem büyük değişiklikler gösterse de elimizdeki somut nice deneyim gösteriyor ki sırtımızdaki kambur, uzun ve meşakkatli bu yolda sık sık tökezlemeden ilerlememize izin vermemiş, vermiyor. İlk örneğim, tabii ki savaşlar… Milyonlarca insanın öldürülmesinin diplomatik karşılığı olan savaşlar…
1931 yılı çarpıcı bir tarih. Dünya büyük bir savaş görmüş, yaklaşık yirmi milyon insan ölmüştü (dünya nüfusu yaklaşık iki milyar). Arkasından yaşanan ekonomik kriz elli milyon insanı işsiz bırakmış; kıtlık, açlık, hastalık ve ölümlere yol açmıştı. Bu felaketlerin bir daha yaşanmaması için birtakım soruların ivedilikle cevaplanması gerekliliği kaçınılmayacak bir noktaya gelmişti. Zamanın bilim insanları, sanatçıları, eğitimci ve entelektüelleri bir komite oluşturarak cevapları bulmaya çalışıyorlardı. Komite, uluslararası fikir alışverişini teşvik etme amacıyla cevaplar için dönemin önemli bilim ve sanat insanlarının görüşlerine başvuracaktı. Onlardan biri de çalışmalarıyla bilim dünyasında çığır açan Albert Einstein’dı. Komite, Einstein’a bir davet göndererek kendisinden siyaset, savaş ve barış üstüne yine kendisinin seçeceği bir düşünür, sanatçı veya bilim insanı ile fikir alışverişi yapmasını istemişti. Ünlü fizikçinin seçimi, şahsen tanıdığı, nörobilim ve psikanaliz alanındaki bilgisine ve dünya görüşüne büyük hayranlık duyduğu Sigmund Freud oldu. Bir pasifist ve savaş karşıtı olarak Einstein, Freud ile aralarında, tarihe geçecek olan mektuplaşmaları başlatan ilk satırları kaleme aldı. “Niçin Savaş?” diye sordu ünlü fizikçi. Freud’a fikirlerini sorarken sadece kendisine yapılan daveti yerine getirmek için değil gerçekten neden insanın savaşa bu kadar eğilimli olduğunu merak ettiğini ve bunu öğrenmek istediğini yazdı.
Gerçeği arayışındaki tutkuna büyük hayranlık duyuyorum. İnsanın gerek içsel gerekse dışsal olarak savaşın kötülüğünden özgürleşmesini sağlamaya yönelik fikirlerin çok değerli. Bu amaç, İsa’dan Goethe’ye, Kant’a kadar zamanının ötesindeki ahlaki ve ruhani liderlerin de en temel amacı olmuştu. (…) Her ülkede iktidar hırsı tarafından şekillendirilen yönetici sınıf, konu kendi ulusal bağımsızlıklarına geldiğinde düşmanca bir tavır içine girerler. Bu siyasal güç açığı, çoğu zaman bir başka grubun sırf maddi ve ekonomik isteklerine ulaşmak için yaptığı eylemlerle desteklenir. Burada aklımda, özellikle toplumsal değerler açısından ahlaki hiçbir bağ ve kaygı taşımayan bireylerden oluşan, savaşı silahların üretilmesi ve satılması olarak dolayısıyla kendi kişisel çıkarlarına katkıda bulunacak bir vesile, dahası kişisel güçlerini genişletecek bir fırsat olarak gören, her ülkede faaliyet gösteren küçük ama etkili bir grup var. (…)
Nasıl oluyor da bu azınlık, kendi hırsları ve emelleri doğrultusunda, herhangi bir savaş durumunda kayıplar verecek ve acı çekecek çoğunluğun iradesine böylesine hükmedecek duruma gelebiliyor?
Einstein, Freud’a yönelttiği sorulara, kendi cevaplarını da
yazmayı ihmal etmedi:
… İnsan en derinlerde bir yerde büyük bir nefret ve yıkıma duyulan bir eğilim taşır. İnsan özünde şiddete meyillidir. Bu eğilim, her şey yolundayken derinlerde gizlenir ve ortaya çıkmayı ya da çıkarılmayı bekler. Siyasi veya ekonomik veya birçok kez tarihte gördüğümüz üzere dinî nedenlerle bir kaos hâkim olduğunda insanın içinde yatan bu nefret duygusu, liderler için çok yararlı bir araca dönüşüverir. İnsan da bunu ortaya çıkarmaktan geri durmaz. Zaten bunu bekliyordur, bu nefretini kusabileceği bir ortamı…
Freud, Einstein’ın mektubuna Viyana’dan cevap verdi:
Sizden bir fizikçi ve bir ruh bilimcinin kendi bakış açılarından –her ne kadar farklı öncüllerden yola çıksalar da– en azından ortak bir paydada buluşabileceği ve bilinebilirliğin sınırlarında kalan bir konu seçmenizi bekliyordum.
Freud, kendisine yöneltilen soruları yanıtlamak konusunda yetersiz kalmaktan ürktüğünü ancak düşününce Einstein’ın bu soruları bir bilim adamı olarak değil de bir insan dostu olarak yönelttiğini anladığını belirterek şöyle devam etti mektubuna:
Haklısın, insan ölümcül bir içgüdü ile ölüme güdülenmiş olarak doğar. Bunun içinde yıkım da var şiddet de. Bugüdü, insanın aklı ve ruhu ile medeniyet arasındaki çatışmadan kaynaklanır. Çünkü medeniyet, en ilkel içgüdülerimizi bastırmaya çalışırken ruhumuz, toplumun taktığı bu zincirleri kırmaya çalışır. Bu çatışma, en başından beri vardır ve insanın en ilkel, en temel çatışmalarından biridir. Nereden geldiğinizin, nasıl büyüdüğünüzün, ne kadar eğitim aldığınızın bu yıkıcı içgüdü üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Evet, savaşların temel nedenleri siyasi veya ekonomik olabilir fakat savaşlar, asıl tam da bu en derinlerdeki ölümcül içgüdümüzün bir dışa vurumudur ve insanlar bu içgüdü ile ülkeleri veya bir dava uğruna ölümü göze alabilmektedir. Medeniyet, bir düzen sağlamak adına ilkel içgüdülerimizi baskılamak zorundadır. Fakat medeniyet çeşitli nedenlerden ötürü –siyasi, dinî ya da ekonomik olsun– bu baskıyı biraz hafiflettiğinde, düzen bir miktar bozulduğunda o içgüdü gün yüzüne çıkmaya başlar. Savaşlar da bu nedenle ortaya çıkar. Savaşları önlemek istiyorsak bu içgüdüyü hedef almamız, bunu çözmemiz gerekir. Açıktı ki Freud, sunduğu çözüm önerisiyle birlikte bunun imkânsızlığını da kabul ediyordu. Mektubunun devamında “hak arama” ve “şiddet” olgularının birbirinin içinden evrimleştiğinin altını çizerken güç sahibi olanı, şiddete en yakın olarak konumluyordu Freud. Savaşta uygulanan şiddetin bireye değil topluma yönelik olmasının ana tabloyu pek de değiştirmediğini vurgularken savaşları önlemede güç ile şiddet arasındaki ilişkinin kırılması ve eşit bireylerden oluşan toplumların kurulması gerekliliğine vurgu yapıyordu. Ancak hemen sonra Böylesi bir toplum ancak kuramsal olarak mümkündür, insan topluluğu eşit olmayan güç dengeleri içerdiği için uygulamada durum her zaman karmaşıktır. Kadınlar ve erkekler, çocuklar ve yaşlılar, savaşlar ve fetihler sonucunda efendi ve köle hâline gelen galipler ve mağluplara dönüşürler, diyerek teorisinin ne denli uygulanamaz olduğunu belirtiyordu.
Einstein, Freud’un bu açıklamalarına karşılık kendi safını belli eden bir cevap yazdı. Mektubu bir tespitten çok bir temenniydi.
Ben barış için mücadele etmek istiyorum. İnsan savaş hizmetini reddetmediği sürece hiçbir şeyin savaşları ortadan kaldırması mümkün olmayacaktır. İnsanın inandığı bir şey, örneğin barış uğruna ölmesi, inanmadığı, örneğin savaş gibi bir şey yüzünden açı çekmesinden daha iyi değil mi? Ders kitaplarımız, savaşı yüceleştirmekte, dehşetlerini ise anlatmamaktadır. Bu yöntemlerle çocuklara nefret aşılanıyor. Ben, onlara barışı öğretmek istiyorum, nefreti değil; sevgiyi öğretmek istiyorum, savaşı değil!
İki bilim insanı arasında savaş üzerine yapılan bu tartışma devam ederken Hitler, Almanya’da gücü eline geçirmeye başlamıştı. 1931’de milliyetçi bir gazetenin yayıncısı Hitler’le yaptığı özel bir konuşmada, ona iktidarı aldığı zaman devlet çarkını ele alacak eğitilmiş kafaları nereden bulacağını sorduğunda Hitler’in cevabı fazlasıyla net oldu: “O beyin, ben olacağım.” Bu, son görüşmeleri değildi. Hitler’le yapılacak ikinci görüşmenin konusu, kesinlikle Yahudiler olacaktı. Yayıncı, bu kez Hitler’in dikkatini, göndermek istediği Yahudiler arasında Einstein gibi büyük kafaların olduğuna çektiğinde Hitler’in cevabı nefret doluydu: “Bunlar, yarattıkları her şeyi bizden çalmışlardır.
Bildikleri her şeyi bize karşı kullanacaklardır. Çekip gitsinler ve huzursuzluklarıyla başkalarını kışkırtsınlar. Onlara ihtiyacımız yok.” Hitler iktidarı ele geçirdiğinde Einstein Amerika’daydı. Nazi basınında kendisine yöneltilen hücumlara, Nazilerin iktidarda olduğu bir Almanya’ya dönmeyi reddettiğini açıklayarak karşılık veren Einstein, dünyanın nasyonal sosyalizmin tehlikelerine karşı uyarılması gerektiğini söylüyordu.
1933’e gelindiğinde Hitler hareketi iyice beslenmişti. Nazilerin Almanya’da yaptıkları sokak eylemlerinde kitaplarının yakıldığı haberi Freud’a ulaştığında, “Epey ilerleme kaydetmişiz, Orta Çağ’da olsak beni yakarlardı, şimdilik kitapları yakmak onlara yetiyor,” demişti. Oysaki beş yıl sonra Viyana’ya gelen Naziler, sadece kitap yakmakla yetinmeyeceklerdi. Savaşların yok ettiği değerler, insanı kendi yarattığı çıkmazda hapsederken sesini yükselten, kuyuya ip sallayan, önce sanat oldu. İnsanın ve ürettiği her iyi değerin yok oluş sürecinin farkına varanlar, onu tekrar ayağa kaldırmak isteyenler sanatçılardı.
Bu öncü sanatçılar, Dünya savaşları öncesinde de sonrasında da yayımladıkları manifestolar aracılığıyla hem kapitalizme hem iktidara hem savaş çığırtkanlarına hem de tüm bunlara suskun kalanlara sert cevaplar verdiler. Hedeflerinde sanatçılar da vardı. Savaştan beş yıl önceydi. Marinetti, yayımladıkları “Fütürist Manifesto”da mücadelelerinin, ataletle varlığını sürdüren tüm yapılara karşı olduğunu beyan etti. Durağan, hülyalı bir uykuyla yüceltilmiş; kokuşmuş, çürümüş olan, tutku ve manevi bir cömertlikle yapılmayan hiçbir işin başyapıt olamayacağını iddia etti.
Hemen sonrasında Dadacı Hans Arp, “Bizler, 1914 tarihli Dünya Savaşı’nın katliamından tiksindiğimiz için Zürih’te(*) kendimizi sanata adadık. Uzaklarda silahlar ateşlenirken tüm gücümüzle şarkı söyledik, resimler, kolajlar yapıp şiirler yazdık. Çağın deliliğine çare olsun diye, temellere dayanan bir sanat ve cennetle cehennem arasında yeni bir denge kursun diye yeni nesneler düzeni arıyorduk. İktidar delisi gangsterlerin, bir gün sanatı, insanların zihnini öldürecek bir yol olarak kullanabileceklerine ilişkin bulanık bir önseziye sahiptik,” diyerek yapılan sanatın, egemen gücün kuklası olduğunu ve bu hâliyle ona artık güvenilemeyeceğini dile getirdi.
…Francis Picabia için Dada, modern hayatın en dürüst ve saf dışa vurumuydu, onun “hiçbir şey” olduğunu söyleyenlere, şöyle cevap veriyordu:
Umutlarınız gibidir o: hiçbir şey
Cennetiniz gibi: hiçbir şey
İdolleriniz gibi: hiçbir şey
Politikacılarınız gibi: hiçbir şey
Sanatçılarınız gibi: hiçbir şey
Dininiz gibi: hiçbir şey
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıGölgesine Tutsak
- Sayfa Sayısı136
- YazarEbru Çaloğlu
- ISBN9789751421753
- Boyutlar, Kapak134 x 198 mm, Karton Kapak
- YayıneviRemzi Kitabevi / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tuhaflıklar Fabrikası ~ Eyüp Aygün Tayşir
Tuhaflıklar Fabrikası
Eyüp Aygün Tayşir
Ne müfessirim ne de kutsal kitapların sırlarını ifşa etmek haddim. Lakin belki de sürgünümüz budur, kim bilir? Şimdi lütfen beni, numarasını açık etmek için...
- Yaşanmamış Maceralar Atlası ~ Aydın Hanif
Yaşanmamış Maceralar Atlası
Aydın Hanif
Topkapı Sarayı Müzesinin hazine dairesi o pazar günü her zamanki hafta sonu tatillerinden daha çok kalabalıktı. Müzenin en nadide parçalarından olan ve dünyada bir eşi daha bulunmayan Kaşıkçı Elması bu güne özel olarak büyük salonda sergileniyordu. Her zaman böyle bir şeyi görmeye imkân bulamayan ziyaretçiler zarafetin, asaletin ve ihtirasın sembolü sayılan dünyanın en değerli mücevherlerinden olan elmasın önünde uzun bir kuyruk oluşturmuştu.
- Ah, Anne ~ Fazlı Necip
Ah, Anne
Fazlı Necip
Ah, Anne romanı takıntılı, mazide yaşayan bir anne ile yüzü geleceğe dönük oğlu arasındaki çatışmayı konu edinir. İstanbul’un kalburüstü ailelerinden birine mensup olan Nedim,...