Doktor Ragin’in yönettiği akıl hastanesindeki Altıncı Koğuş kilit altındaki hastaların tutulduğu özel bir bölümdür. Kurumda göreve başladığında, düzensizlik, hüküm süren pislik, hijyen eksikliği ve çürümüşlükle savaşmayı deneyen Doktor Ragin, bir süre sonra yılgınlığa kapılıp hastaları kaderlerine bırakmayı tercih eder. Günün birinde, bu koğuşun sakinlerinden eğitimli bir hasta olan Gromov’la tesadüf eseri tanışmasıyla beraber kurdukları dostluk, saatlere yayılan sohbetleri, başta genç Doktor Hobotov olmak üzere hastanede görevli birçok kişiyi rahatsız eder. Doktor Ragin anlamlandıramadığı bir dizi olayın odağındadır artık.Öykünün büyük ustası Çehov’un Rus toplumunun ahlaki çöküntüsünü, duyarsızlığını, harekete geçmek yerine sorunları izlemekle yetinen Rus aydınının halktan kopuşunu gerçekçi yaklaşımıyla kaleme aldığı Altıncı Koğuş derin bir toplum çözümlemesidir.
ALTINCI KOĞUŞ
1
Hastanenin bahçesinde dört bir yanını dulavratotlarının, yaban kenevirlerinin, ısırganların orman gibi bürüdüğü küçük bir pavyon vardır. Yapının damındaki saclar paslanmış, bacanın yarısı yıkılmış, ön merdiven basamaklarının yarıkları arasından otlar fışkırmıştır. Duvarlarda sıva diye bir şey yoktur, yer yer çimento izleri görürsünüz, hepsi o kadar. Pavyonun ön cephesi hastaneye, arka cephesi kırlara bakar; hastaneyi boydan boya kuşatan, tepesinde sivri çiviler çakılı tahta bir çit, pavyonu tarlalardan ayırır. Bu sivri uçlu çivilerle boz renkli tahta çitler yalnızca hastanelerde, bir de hapishanelerde bulunur; pavyonun kendisi de içinizi karartmak, tüm neşenizi kaçırmak için size kötü kötü bakar. Azgın ısırgan otlarının bir yerinizi dalamasından korkmuyorsanız, buyurun, pavyona giden daracık yoldan yürüyelim, içeriye şöyle bir göz atalım. Dış kapıyı açıp içeri girdiğimizde karşımıza bir oda çıkar, burada duvar diplerinde, ocağın çevresinde hastane döküntülerinin oluşturduğu öbek öbek yığınlar görürüz. Üst üste atılmış şilteler mi istersiniz; eski, yırtık sabahlıklar, pantolonlar, mavi çizgili gömlekler mi, yoksa kimsenin işine yaramayan pabuçlar, terlikler mi? Bütün bu buruşuk pılı pırtı, birbirine dolaşmış, pis kokulu kümeler halinde burada çürüyüp durur. Hastane bekçisi Nikita ise çubuğu ağzında, leş kokulu paçavra yığınlarının birinin üstünde yan gelmiş yatmaktadır. Ne zaman gelseniz onu burada bulursunuz.
Adamın askerlik günlerinden kalma pantolonunun şeritleri solalı çok olmuş. Boyunun kısalığına, ellerinin damarlı ve zayıf oluşuna bakmayın; öfkeli, sarhoş suratı, çoban köpeklerininkini andıran sarkık gür kaşları, kırmızı burnuyla heybetli bir görünüşü vardır. Hele o iri yumrukları!.. Hani görevine körü körüne bağlı, ne iş verilirse yapan, iyi niyetli birtakım bön insanlar vardır; böyleleri düzeni korumak için nedense yumruklarını kullanmaktan başka pek bir şey düşünmezler. Dayak atarken de burası suratın, burası göğsün, burası sırtın demez, vur babam vur, neresi rast gelirse durmadan yumruk indirirler. Pılı pırtı yığınlarını geçince geniş, kocaman, ikinci bir koğuşla karşılaşırız; burası bütün pavyonu baştan başa kaplayacak büyüklüktedir. Koğuşun maviye boyalı duvarları kirlidir, tavanı, kışın sobası tüten köy kulübelerininki gibi isten kapkaradır. İçeriden geçirilmiş parmaklıklar yüzünden pencereler çirkin çirkin bakar, rengi atmış kıymıklı döşeme tahtaları ise insanın içini karartır. İçeri girer girmez pis kokudan burnunuzun direği kırılır; ekşi lahana, tahtakurusu, amonyak, yanık fitil kokusu, ne ararsanız hepsi vardır; kendinizi ahırda sanırsınız. Koğuşta, yere vidalı karyolalarda yatan ya da oturan mavi sabahlıklı, başlarına eski usul sivri külahlar geçirilmiş adamlar görürsünüz; bunlar akıl hastalarıdır. Koğuşta kalanlar beş kişidir. Yalnızca birinin kibar bir aileden geldiği bellidir, öbürleriyse aşağı halktan insanlardır. Kapının arkasındaki birinci yatakta uzun boylu, narin yapılı, parlak kızıl bıyıklı bir adam başını yumruklarına dayamış, ağlamaklı gözlerini bir noktaya dikmiş, öylece oturmaktadır. Adamcağız hep üzüntülüdür,durmadan başını sallar, iç çekerek acı acı gülümser. Koğuşta konuşulanlara katıldığı, sorulara yanıt verdiği pek görülmemiştir.
Yemeğe, suya kendiliğinden elini sürmez, ancak önüne konduğunda makine gibi yer, içer. Bedenini sarsan şiddetli öksürüğe, sıskalığına, yanaklarında dolaşan pembeliğe bakarak onun verem illetine yakalandığını rahatça söyleyebilirsiniz. Yanındaki hasta; ufak tefek, canlı, cıva gibi hareketli, siyah saçları zenciler gibi kıvır kıvır, ince sivri sakallı yaşı geçkin bir adamdır. Bu hasta gündüzleri pencere pencere dolaşır, geceleri de yatağında bağdaş kurup oturur. Onun durmadan şakrak kuşu gibi ıslık çaldığını, şarkı mırıldandığını, kıs kıs güldüğünü işitirsiniz. Çocukça neşesi, kabına sığmazlığı, geceleri duaya kalktığı zaman da eksilmez. Nasıl dua ettiğine gelince; göğsünü yumruklayıp koğuş kapısının şurasını burasını parmağıyla yoklamaktır bütün yaptığı. Adı Moiseyka’dır, bu zavallı Yahudi yirmi yıl kadar önce kendisine ait şapka işliği yanınca aklını oynatmış. Altıncı Koğuş’ta yatanlardan yalnızca bu hastanın pavyondan, hatta hastane bahçesinden dışarı çıkma izni vardır. Bu ayrıcalığı hastanenin gedikli müşterisi, uslu, zararsız bir deli, kentin soytarısı olduğu için elde ettiği bellidir. Herkes onu sokaklarda çocuklarla köpekler arasında görmeye alıştığından, onu görmezlerse merak ederler. Sırtında sabahlığı, başında o gülünç külah, bazen terlikli, bazen de yalınayak, hatta pantolonsuz sokak sokak gezer; evlerin, dükkânların kapılarını çalarak dilenir. Kimi bir çanak kvas ikram eder, kimi bir dilim ekmek verir, avucuna bir kapik koyanlar da çıkar. Parsayı toplayan Moiseyka çoğu kez karnı tok, cebinde onu zengin eden birkaç mangırla koğuşuna döner. Ancak hastaneye gelir gelmez eski asker Nikita, adamcağızın topladıklarının hepsine el koyar, üstelik hoyratça yapar bu işi. Moiseyka’ nın ceplerini öfkeyle tersyüz ederken bin bir yeminle, bukahrolası deliyi bir daha sokağa bırakmayacağını, dünyada en çok düzensizlikten nefret ettiğini homurdanır durur. Moiseyka koğuş arkadaşlarına yardım etmeye bayılır. Onlara su getirir, uyuyanların üstünü örter, sokak dönüşü hepsine birer kapik vereceğini, yeni şapka diktireceğini söyler, solundaki felçli yatak komşusuna yemeğini yedirir. Hastalara acıdığı için ya da insanca duygular taşıdığından değil, sağ tarafında yatan Gromov’a hayranlığı dolayısıyla, onun etkisinde kalarak yapar bunları. İvan Dmitriyeviç Gromov 33 yaşında, onuncu dereceden devlet sekreteri rütbesinde, eski bir icra memurudur. Kibar bir aileden gelen bu adam, birinin onu sürekli izlediği saplantısından kurtulamamaktadır. Günlerini kâh yatakta çöreklenip yatarak kâh koğuşun bir köşesinden öbürüne ölçülü adımlarla, hızlı hızlı volta atarak geçirir.
Oturduğunu pek gören olmamıştır. Ne için olduğu anlaşılmayan bir bekleyiş içinde olduğu, tedirginliği, heyecandan yerinde duramadığı her halinden bellidir. Ön odadaki en ufak çıtırtı, avludan gelen bir ses Gromov’un başını doğrultarak, “Yoksa almaya mı geldiler? Beni arıyorlar galiba!” diye işkillenmesi için yeterlidir. O anda yüzünde son derece gergin bir ifade belirirdi. Gromov’un elmacıkkemikleri çıkık ablak yüzü hoşuma gider. Yaşam savaşı ve kuşkularla hırpalanmış iç dünyasını ayna gibi yansıtan, sürekli solgun, mutsuz bir yüzdür bu. Tuhaf, marazi tikleri vardır ama çektiği derin acıların yüzünde bıraktığı ince çizgiler hiç de anlamsız değildir; onun ruhsal zenginliğini, okumuşluğunu gösterir. Gözlerinde sıcak, canlı parıltılar titreşir. Gromov’un yardıma hazır, Nikita’dan başka herkese karşı nazik, efendice tavırlarını severim. Birisi ceketinin düğmesini ya da kaşığını düşürse hemen yatağından atlayıp onu yerden alır. Koğuş arkadaşlarına her sabah, “Günaydın,” yatarken de, “İyi geceler,” demesini duyarsınız.
Gromov’un hastalığının, gergin duruşu ve yüzündeki tiklerden başka belirtileri de vardır. Bazı akşamlar sabahlığına sarınıp dişlerini takırdatarak koğuşu bir uçtan öbürüne ya da yataklar arasında dolaşmaya başlar. Arada bir koğuştakilere önemli bir şey söyleyecekmiş gibi ansızın durduğunu, arkadaşlarına dik dik baktığını görürsünüz. Ama sonra, belli ki onu nasıl olsa dinlemeyecekleri, dinleseler de anlamayacakları için başını sinirli sinirli sallayarak koğuşu arşınlamayı sürdürür. Sonunda konuşma isteği, suskunluğuna gene de baskın çıkar. Birdenbire sanki zincirinden boşandığını işitirsiniz. Sayıklamaya benzer, kopuk kopuk, anlaşılması zor, karmakarışık bir konuşma başlar. Öte yandan, seçtiği sözcüklerden, ses tonundan iyi şeyler söylemeye çalıştığını sezersiniz. Bilirsiniz ki, karşınızda hem normal bir insan hem de bir akıl hastası vardır. Çılgınca sıraladığı sözleri kâğıda sözcüklerle aktarmaya kalksanız beceremezsiniz. Nelerden söz etmez ki? İnsanoğlunun alçaklığından, gerçeği ezip geçen zorbalığından, zamanla yeryüzüne egemen olacak yepyeni, güzel yaşamdan, insana her an acımasızlığı, katı yürekliliği anımsatan demir parmaklıklardan… Söylemekten bıkılmamış eski şarkılardan oluşan bir karmaşaya benzer bu tutarsız, abuk sabuk konuşmalar…
II
On-on beş yıl önce kasabanın anacaddelerinden birindeki evde, Gromov soyadlı, hayli varlıklı, kişilik sahibi bir memur oturuyordu. Memurun Sergey ve İvan adlarında iki oğlu vardı. Sergey üniversitenin dördüncü sınıfında vereme yakalanarak genç yaşında öldü. Buölüm, Gromov ailesinin boynuna dolanan felaket zincirinin ilk halkasıydı. Sergey’i toprağa verdikten bir hafta sonra, yaşlı Gromov imza taklit etme ve zimmete para geçirme suçlarından mahkemeye verildi ve çok geçmeden hastane revirinde tifodan öldü. Evi, malı mülkü haraç mezat satıldı. İvan Dmitriyeviç ile annesi tığ teber ortada kaldı. Babasının sağlığında Petersburg Üniversitesi’nde okuyan İvan Dmitriyeviç ayda 60-70 ruble harcar, yokluk nedir bilmezdi. Oysa babasının ölümünden sonra yaşamını kökten değiştirmek zorundaydı. O da öyle yaptı; az bir ücret karşılığında özel dersler vermeye, buldukça yazı kopya etmeye başladı. Ancak yarı aç, yarı tok yaşayabiliyordu. Çünkü eline geçen paranın hemen hemen hepsini annesine gönderiyordu. Sonunda bu yaşam tarzına dayanamadı, büyük bir ruhsal çöküntüye uğradı, zamanla sağlığı iyice bozuldu, üniversiteyi bırakarak memleketine döndü. Orada tanıdıkları sayesinde bölge okulunda bir öğretmenlik işi buldu ama bunu da beceremedi. Ne kendini öğrencilerine beğendirebiliyor ne de meslektaşlarıyla anlaşabiliyordu. Kısa zamanda ayrıldı görevinden.
Bu arada annesi öldü. Altı ay kadar boş gezdikten, kuru ekmek ve sade suya çorbayla günlerini geçirdikten sonra bir icra memurluğu işi bulup çalışmaya başladı. Şimdiki hastalığı yüzünden işten çıkarılıncaya dek bu görevde çalıştı. Gromov’un hiçbir zaman, delikanlılık günlerinde bile sağlıklı olduğu söylenemezdi. Yüzü renksiz, bünyesi zayıftı, sık sık soğuk algınlığına yakalanırdı, iştahı yoktu, sürekli uykusuzluk çekerdi. Bir kadeh şarap içti mi başı döner, hemen abuk sabuk şeyler söylemeye başlardı. İnsanların arasına sokulmak istediği halde beceremezdi bunu; çünkü hırçın ve kuşku uyandıran davranışları yüzünden kimseyle kolay kolay kaynaşamaz, dostluk kuramazdı. Kasaba halkını cahil, uyuşuk insanlar diye küçük görür; daha da kötüsü, hayvan gibi yaşadıklarını söyler, onlardan tiksindiğini belli ederdi.
Zaten ince olan sesiyle heyecanla, bağıra bağıra konuşurdu, karşısındakine kızdığı için azarladığını ya da adamın dediklerine şaşıp kaldığını sanırdınız; ancak konuşmaları çok etkiliydi. Onunla konuşurken neden söz açarsanız açın, döner aynı konuya gelirdi: kasaba yaşantısının sıkıcılığı, kendini orada boğulacakmış gibi hissettiği… Onun düşüncesine göre halk, büyük amaçlar taşımadan yaşıyordu; gününü gün etmeye bakan bu insanlar yaşamlarına renk katmak için zorbalığa başvuruyor, anlamsız şeylerle uğraşıp duruyorlardı. Bir de hile hurdayla uğraşanlar vardı ki, bunu hiç sormayın! Alçakların karnı tok, sırtı pekti; namuslu insanlar ise yarı aç dolaşıyordu. Bu sorunların çözümü için Gromov kasabada doğruları yazan bir yerel gazete çıkarılmasını, bir tiyatro kurulmasını, ayrıca toplu okuma saatleri düzenlenmesini ve aydın zümrenin birbiriyle kaynaşmasını istiyordu. Başka türlü kimse aklını başına toplayamaz, gerçekleri öğrenip boş korkulardan kurtulamaz, insanlar hakkında değerlendirme yaparken doğru yargılarda bulunamazdı. Ona göre her şey ya bembeyaz ya da kapkaraydı, ara renkler yoktu. İşte bu yüzden insanları ikiye ayırırdı: Namuslular ile alçaklar, ortası yoktu bunun. Ömründe hiç âşık olmadığı halde kadın ve aşk konularında coşkuyla, tutkuyla konuşurdu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü
- Kitap AdıAltıncı Koğuş
- Sayfa Sayısı88
- YazarAnton Çehov
- ISBN9789750740640
- Boyutlar, Kapak14 x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gizli Başyapıt ~ Honore de Balzac
Gizli Başyapıt
Honore de Balzac
Balzac, en ünlü yapıtlarından biri olan Gizli Başyapıt’ta, kusursuzluğu arayan ressam Frenhofer’in olağandışı öyküsünü anlatır. Başyapıtının üstünde tam on yıl çalışan bu 17. yüzyıl...
- Öyküler ~ Gabriel Garcia Marquez
Öyküler
Gabriel Garcia Marquez
İstasyonda kimsecikler yoktu. Sokağın öbür yanında, badem ağaçlarının gölgelediği kaldırımda bir bilardo salonu açıktı sadece. Köy, sıcağın içinde dalgalanıyordu. Kadınla kızı trenden indiler, aralarında...
- Menekşe Kokulu Hikayeler ~ Ender Haluk Derince
Menekşe Kokulu Hikayeler
Ender Haluk Derince
“Menekşe Kokulu Kitap!” Hayata Bir Bardak Çay Molası Sevinçlerini Sakın Erteleme Her Yemekten Sonra Şükret Biri Seni Kucakladığında İlk Bırakan Sen Olma… Okurken içinizi...