Senden kalmanı istemiyorum ya da seni buna zorlamıyorum. Geminin kalkmasına daha beş-altı saat var, ondan önce kararını verebilirsin. Kalmak zorunda değilsin. Parayı paylaştırırım tabii. Bunun için üzgünüm. Kalmak istediğinden emin değilsen kalmanı istemem. Ama sanırım ben kalacağım. Hayatımın yarısı geçti, yarısından fazlası. Belki de yıllardır başıma gelen gerçekten olağanüstü tek şey, tek şey sana âşık olmaktı. Yıllardır olan gerçekten olağanüstü tek şey bu.Yaşamın acı yüzüyle bu kadar erken tanışmasaydı, kuşkusuz yine yazar olurdu ama hiçbir zaman okurları tarafından böyle sahiplenilmezdi Raymond Carver. Gençlerin haytalık yapıp havai aşklar kovaladığı yaşlarda o evli ve iki çocuk babasıydı. Hayatı öğrenmenin yolu, bulduğu her işte çalışmaktı. Benzincide çalıştı, hademelik, garsonluk yaptı. Yaşananlar, kâğıda döküldüğünde bazen Çehov tadındaydı, bazen Kafka… İnsanların yaşamlarında barınan, gizlenen öyküleri, yalın, gerçekçi, acıtan şiirsel bir dille yansıttı. Yenilenler içkiye sığınırken, kısa öykü türünü yeniden var eden Carver, her başarısında içti, çok içti, ölümüne içti…Raymond Carver’ın öykü külliyatının son halkası olan Azgın Mevsimler, yazarın farklı kitap ve dergilerde yayımlanan erken dönem öykülerini ilk defa bir araya getirmesinin yanı sıra tamamlanmamış romanı Augustine Defterleri’nden de bir kesit içeriyor.
İçindekiler
Azgın Mevsimler’den
Azgın Mevsimler…………………………………………………. 17
Ateşler’den
Yalan ………………………………………………………………….43
Kulübe……………………………………………………………….. 47
Harry’nin Ölümü …………………………………………………61
Sülün………………………………………………………………….71
Diğer Öyküler
Kıl …………………………………………………………………….. 81
Tutkunlar ……………………………………………………………85
Poseidon Ve Ortakları…………………………………………..93
Kıpkırmızı Elmalar………………………………………………95
“Augustine Defterleri”nden………………………………….103
Çıra …………………………………………………………………. 113
Ne Görmek İsterdiniz? ……………………………………….129
Rüyalar…………………………………………………………….. 149
Vandallar………………………………………………………….. 161
Bana İhtiyacın Olursa Ara…………………………………… 177
Maryann için, yeniden; Curt Johnson için;
Max Crawford, Dick Day, Bill Kittredge,
Chuck Kinder ve Diane Cecily; alacaklılar.
“Hiçbirimiz aynı kalmıyoruz. İlerliyoruz. Hikâye devam
ediyor ama artık anakarakterler değiliz.”
James Salter, Light Years
AZGIN MEVSİMLER
Piramitleri kar sütunlarına, bütün geçmişi ise
bir âna dönüştüren o zaman dilimi.
Sir Thomas Browne
Yağmur yağacak gibi. Vadinin karşısındaki tepelerin zirveleri kesif gri pusta belli belirsiz seçiliyor. Beyaz kıvrımlı ve başlıklı siyah bulutlar hızla yön değiştirerek tepelerden geliyor, vadiye iniyor, arsaların ve apartmanın önündeki boş park yerlerinin üzerinden geçiyor. Farrell hayal gücünü serbest bırakırsa bulutları geniş, beyaz yeleli siyah atlar olarak görebiliyor; arkaya dönünce de, yavaşça, amansızca, siyah at arabaları ve sağda solda beyaz sorguçlu bir sürücü. Kapı sinekliğini kapatıp karısının basamakları yavaşça inmesini seyrediyor. Kadın merdivenin dibinde dönüp gülümsüyor, Farrell da sinekliği açıp el sallıyor. Biraz sonra kadın arabayla uzaklaşıyor. Farrell odaya geri dönüp pirinç lambanın altındaki büyük deri koltuğa oturuyor ve kollarını koltuğun iki yanına boylu boyunca uzatıyor. Iris bol, beyaz bir sabahlığa sarınmış halde banyosundan çıktığında odanın içi biraz daha karanlık. Tuvalet masasının altından tabureyi çekip aynanın karşısına oturuyor.
Sağ eliyle beyaz, plastik bir fırça alıyor, sapında imitasyon inciler var; bir aşağı bir yukarı gidip gelen uzun, ritmik hareketlerle saçını taramaya başlıyor; fırça hafif bir gıcırtıyla saçından aşağı boylu boyunca iniyor. Tek omzunun üzerine attığı saçını sol eliyle tutup bir aşağı bir yukarı gidip gelen uzun, ritmik hareketleri sağ eliyle yapıyor. Bir kez durup aynanın üzerindeki lambayı yakıyor. Farrell koltuğun yanındaki sehpadan kuşe kâğıda basılmış resimli bir dergi alıyor ve lambayı yakmak için yukarı uzanıyor, zinciri ararken parşömen benzeri abajura çarpıyor.
Lamba sağ omuzunun elli santim üzerinde, o dokununca kahverengi abajur çatırdıyor. Dışarısı karanlık ve havada yağmur kokusu var. Iris ondan pencereyi kapatmasını istiyor. Farrell başını kaldırıp pencereye bakıyor, pencere olmuş bir ayna, Farrell kendini görüyor, arkada da Iris tuvalet masasına oturmuş onu seyrediyor, daha karanlık başka bir Farrell ise onun yanındaki başka bir pencereye gözlerini dikmiş bakıyor. Daha Frank’i arayıp ertesi sabahki av gezisini teyit etmesi gerek. Sayfaları çeviriyor. Iris fırçayı saçından indirip tuvalet masasının kenarına hafifçe vuruyor. “Lew,” diyor, “hamileyim, biliyor musun?” Lamba ışığının altındaki parlak sayfalarda bir resim açık, bir felaket sahnesinin iki sayfalık resmi, deprem, Yakındoğu’da bir yerlerde. Beyaz, şalvar pantolonlu, şişman denebilecek beş adam dümdüz olmuş bir evin önünde duruyor. Adamlardan biri, muhtemelen liderleri, tek gözünün üzerine sarkan pis, beyaz bir şapka takmış; bu ona esrarlı, kötücül bir görüntü veriyor. Yan yan kameraya bakıyor, enkazın uzak tarafındaki bir nehre ya da boğaza bakan blok kütlesini işaret ediyor. Farrell dergiyi kapatıyor ve ayağa kalkarken kucağından düşürüyor. Işığı söndürüyor, sonra da, banyoya gitmeden önce, şöyle soruyor: “Ne yapacaksın?” Sözler kuru, odanın karanlık köşelerine eski yapraklar gibi uçuşuyor ve sözler ağzından çıkar çıkmaz Farrell bu sorunun uzun zaman önce başka birisi tarafından sorulduğunu hissediyor. Dönüp banyoya giriyor. Banyo Iris kokuyor; sıcak, nemli bir koku, hafif yapışkan; New Spring talk pudrası ve King’s Idyll kolonyası.
Havlusu tuvaletin arkasında duruyor. Lavaboya talk pudrası dökmüş. Pudra şimdi ıslak ve macun gibi; beyaz kenarların etrafında kalın, sarı bir halka oluşturuyor. Farrell onu ovalayıp suyla akıtıyor. Tıraş oluyor. Başını çevirince oturma odasını görebiliyor. Profilden görülen Iris eski tuvalet masasının karşısında taburede oturuyor. Farrell tıraş bıçağını bırakıp yüzünü yıkıyor, sonra tıraş bıçağını yeniden alıyor. O anda, çatıya vuran ilk yağmur damlalarını duyuyor… Bir süre sonra tuvalet masasının üzerindeki ışığı söndürüp yeniden büyük deri koltuğa oturuyor, yağmuru dinliyor. Yağmur kısa, çırpınan şaklamalarla pencereye vuruyor. Beyaz bir kuşun yumuşak kanat çırpışı.
Kız kardeşi yakaladı onu. Bir kutuda tutuyor, tepesinden içeriye çiçekler bırakıyor, bazen kutuyu sallıyor, böylece kuşun kanatlarını çırparak kenarlara çarptığını duyabiliyorlar, ta ki bir sabah kutuyu ona uzatarak içeride kanat çırpılmadığını gösterene dek. Kutuyu bir taraftan öbürüne eğince, kuş boğuk bir kazıma sesi çıkarmakla yetiniyor. Kız icabına bakması için ona verdiğinde, Farrell kutuyu olduğu gibi nehre atıyor, tuhaf kokmaya başladığı için açmak istemiyor. Karton kutu kırk beş santim uzunluğunda, on beş santim genişliğinde ve on santim derinliğinde, Farrell onun Snowflake kraker kutusu olduğundan emin çünkü kardeşi ilk birkaç kuş için bunu kullanmıştı. Kutuyu takip ederek vıcık vıcık kıyı boyunca koşuyor. Bu bir cenaze kayığı, çamurlu nehir ise Nil, çok geçmeden okyanusa dökülecek ama ondan önce kayık yanacak ve beyaz kuş uçup babasının tarlalarına gidecek, o da yeşil çayır otlarının gür bittiği bir yerde kuşu avlayacak, yumurtalarıyla filan. Kıyı boyunca koşuyor, çalılar pantolonunu kamçı gibi dövüyor ve bir dal kulağına çarpıyor; kayık hâlâ yanmadı. Kıyıdan birkaç taş söküp kayığa atmaya başlıyor. Derken yağmur başlıyor; kocaman, sert damlalar suya vurup etrafa sıçrıyor, nehri bir kıyısından öbürüne yalayıp geçiyor.
Farrell birkaç saattir yataktaydı, ne kadar olduğundan emin olamıyordu. Arada sırada, karısını rahatsız etmemeye özen göstererek, tek omzunun üzerinde doğrulup onun komodinine dikkatle bakıyor, saati görmeye çalışıyordu. Saatin yan tarafı biraz fazla kendisine doğru çevrilmişti ve olabildiğince özen göstererek tek omzunun üzerinde doğrulurken, sarı kolların 3.15 ya da 2.45’i gösterdiğini görebiliyordu sadece. Dışarıda yağmur penceresine vuruyordu. Sırtüstü dönüp komodindeki saati dinledi, nevresimin altında iyice açtığı bacakları karısının sol ayağına belli belirsiz değiyordu. Yeniden yorgana sarındı, sonra da çok sıcak olduğundan ve elleri terlediğinden örtüyü üzerinden attı, parmaklarını çarşafa doladı, onu parmaklarının arasında ezdi ve avuç içleri kuruyana dek büktü.
Dışarıda yağmur bulutlar halinde geldi, öfkeyle penceresine çarpan sayısız minik sarı böcek gibi dışarının açık sarı ışığında dalga dalga yükseliyor, atıştırıyor ve çağıldıyordu. Farrell öbür tarafa dönüp yavaşça Lorraine’e sokulmaya başladı, ta ki kadının pürüzsüz sırtı onun göğsüne değene dek. Bir an kadına nazikçe, özenle sarıldı, elini karın boşluğuna koydu, parmakları külotunun elastik şeridinin altına kaydı, parmak uçları aşağıdaki sert, fırça gibi kıllara belli belirsiz dokundu. Derken tuhaf bir duyguya kapıldı, sıcak banyoya girip kendini yine çocuk hissetmek gibi, anılar yeniden uyandı. Elini kımıldatıp çekti, sonra yataktan yavaşça kalkıp sellerin boşandığı pencereye yürüdü. Dışarıda muazzam, yabancı bir rüya gecesi vardı. Sokak lambası, ucunda yanan cılız sarı ışıkla yağmura doğru uzanan çıplak, hasarlı bir dikilitaştı. Dibinde sokak siyah, parlaktı. Karanlık, ışığın kenarlarını çevreleyip çekiştiriyordu. Farrell diğer apartmanları göremiyordu ve ona bir an yıkılmışlar gibi geldi, birkaç saat önce baktığı resimdeki evler gibi. Yağmur, açılıp kapanan koyu renk bir tül gibi pencerede belirip kayboluyordu. Aşağıda kaldırım kenarlarından seller akıyordu.
Pencerenin dibinden gelen soğuk hava cereyanını alnında hissedebilene dek pencereye sokulan Farrell, nefesinin buğu oluşturmasını seyretti. Bir yerlerde okumuştu ve bir keresinde bir resme baktığını hatırlar gibiydi, muhtemelen National Geographic’te, esmer derili insanlar gruplar halinde kulübelerinin etrafında duruyor, buz tutmuş güneşin doğuşunu seyrediyorlardı. Başlıkta, nefes alırken ruhun görülebildiğine inandıkları yazıyordu, avuç içlerine tükürüp üflüyor, ruhlarını Tanrı’ya sunuyorlarmış. Seyrederken nefesi kayboldu, ta ki sadece minik bir daire, bir nokta kalana dek, sonra hiçbir şey kalmadı. Eşyalarını toparlamak için pencerenin başından ayrıldı.
Dolabı karıştırıp izolasyonlu çizmelerini aradı, sugeçirmez lastik yağmurluğu bulana kadar elleri her bir paltonun yenlerinin izini sürdü. Şifonyere gidip çorap ve uzun içlik çıkardı, sonra gömleğiyle pantolonunu aldı ve bir kucak dolusu eşyayı holden mutfağa taşıyıp ışığı yaktı. Giyinip çizmelerini çektikten sonra kahve yapmaya başladı. Frank için verandanın ışığını yakmak isterdi ama nedense Iris yataktayken iyi bir fikir gibi gelmedi bu. Kahve demlenirken sandviç yaptı ve kahve hazır olduğunda bir termosa doldurdu, raftan bir fincan aldı, doldurdu ve pencerenin yakınına, sokağı seyredebileceği bir yere oturdu. Sigara ve kahve içti, fırının üzerindeki saatin tıkırtısını dinledi. Kahve fincandan taştı ve kahverengi damlalar yavaşça fincanın kenarından masaya aktı. Farrell parmaklarını masanın kaba yüzeyindeki ıslak dairede gezdirdi. Kız kardeşinin odasındaki yazı masasında oturuyor. Düz arkalıklı sandalyede, kalın bir sözlüğün başında oturmakta, ayaklarını sandalyenin minderinin tam altına kıvırmış, ayakkabılarının topuklarını yatay çubuğa geçirmiş.
Masaya bütün ağırlığıyla yüklenirse bacaklardan biri yerden kalkıyor, o yüzden bacağın altına bir dergi koymak zorunda kaldı. Yaşadığı vadinin resmini çiziyor. Başlangıçta niyeti kız kardeşinin okul kitaplarından birindeki bir resmi kopya etmekti ama üç tane kâğıt kullandıktan ve bir türlü doğru yapamadıktan sonra vadisini ve evini çizmeye karar verdi. Zaman zaman çizmeyi bırakıp parmaklarını masanın pütürlü yüzeyinde gezdiriyor. Dışarıda nisan havası hâlâ nemli ve serin, öğleden sonra yağan yağmurun ardından gelen serinlik.
Toprak, ağaçlar, dağlar yeşil ve her yerde buhar var; yavaş, kalem benzeri sütunlar halinde ağıldaki yalaklardan, babasının yaptığı havuzdan ve çayırdan geliyor, nehirden yükselip duman gibi dağların üzerine çıkıyor. Babasının adamlardan birine bağırdığını duyabiliyor, adamın da küfrettiğini ve bağırarak cevap verdiğini duyuyor. Çizim kalemini bırakıp sandalyeden kayarak iniyor. Aşağıda, tütsühanenin önünde babasının palangayla çalıştığını görüyor. Ayaklarının dibinde bir kangal kahverengi ip var ve babası palanga koluna vurup onu çekiştirerek savurmaya ve ambardan uzaklaştırmaya çalışıyor. Başına kahverengi yünlü bir ordu kepi takmış, çizik çizik deri ceketinin yakasını dışarı kıvırıp pis beyaz astarı gözler önüne sermiş.
Palangaya son bir darbe indirip yüzünü adamlara dönüyor. İçlerinden ikisi, yağlı flanel şapkalı iriyarı, kırmızı suratlı Kanadalılar, koyunu babasına doğru sürüklüyorlar. Yumrukları yünün içine gömülmüş ve bir tanesi kollarını koyunun ön bacaklarına dolamış. Koyunu kâh sürükleyerek kâh çılgınca bir dans gibi arka ayakları üzerinde yürüterek ambara doğru gidiyorlar. Babası yeniden sesleniyor ve koyunu ambar duvarına sıkıştırıyorlar, adamlardan biri ata biner gibi koyunun üzerine oturup kafasını geriye ve yukarıya, pencereye doğru çekiştiriyor. Koyunun burun delikleri, küçük sümük akıntılarının ağzına sızdığı koyu renk yarıklar. Çok yaşlı, donuk gözler bir an ona baktıktan sonra koyun melemeye çalışıyor ama babası bıçağı hızla, geniş bir hareketle saplayınca tiz bir ciyaklama sesi çıkıyor. Adam kımıldayamadan kan ellerine boşanıyor.
Birkaç saniye içinde hayvanı palangayla yukarı çekiyorlar. Babası kolu çevirerek palangayı daha da yukarı çekerken Farrell gırç-gırç-gırç diye çıkan boğuk sesi duyabiliyor. Adamlar kan ter içinde kalıyor ama sıkı sıkı ilikli ceketlerinin önünü açmıyorlar. Babası ardına kadar açılan gırtlağın hemen altından başlayarak döşü ve karnı yararken adamlar daha küçük bıçakları alıp bacaklardan postu sıyırmaya başlıyorlar. Gri bağırsaklar dumanı tüten karından kayarak çıkıp kalın bir kangal halinde yere yuvarlanıyor. Babası homurdanıyor ve ayı hakkında bir şeyler söyleyerek onları kürekle bir kutuya dolduruyor. Kırmızı suratlı adamlar gülüyorlar. Farrell banyodaki zincirin takırdadığını, sonra da suyun tuvalete lıkır lıkır aktığını duyuyor. Bir saniye sonra, adım sesleri yaklaşırken kapıya doğru dönüyor.
Kız kardeşi odaya giriyor, vücudundan hafif bir buhar tütmekte. Bir an için kapı aralığında, saçında havlu, bir eli uçlarını bitiştirirken, öbürü ise kapı kolunda, donakalıyor. Göğüsleri yuvarlak ve pürüzsüz görünümlü, göğüs uçları oturma odası masasındaki sıcacık porselen meyvelerin sapları gibi. Havluyu bırakıyor ve havlu aşağı kayıp boynuna takılıyor, göğüslerine değiyor, sonra da ayaklarının dibine yığılıyor. Gülümsüyor, yavaşça elini ağzına götürüyor ve kapıyı çekip kapatıyor. Farrell pencereye geri dönüyor, ayak parmakları ayakkabılarının içinde kıvrılmakta. Farrell kahvesini yudumlayarak masada oturdu; yine boş mideye sigara içiyordu. Birden sokakta bir araba sesi duyup çabucak sandalyeden kalktı, bakmak için veranda penceresine yürüdü.
Sokağın yukarısından gelen araba evinin önünde yavaşladı ve köşeyi dikkatle döndü; çalkantılı su tekerlek göbeklerinin yarısına kadar geliyordu ama yola devam etti. Farrell yeniden masaya oturdu ve fırının üzerindeki elektrikli saatin tıkırtısını dinledi. Parmakları fincanı daha sıkı sardı. Derken ışıkları gördü. Karanlıkta sokağın aşağısından hoplaya zıplaya geliyorlardı, dar bir pruvada birbirine bitişik iki işaret feneri; şiddetli beyaz yağmur ışıklara vuruyor, öndeki yolu dövüyordu. Araba suları sıçratarak geldi, yavaşladı, sonra da penceresinin altına yanaştı. Eşyalarını alıp verandaya çıktı.
Iris oradaydı; ağır, dağınık yorgan yığınının altına yayılmıştı. Farrell, daha bu hareketin nedenini ararken bile yatağa doğru ilerledi; sanki bedeninden ayrılmış gibi, yatağın öbür ucuna çömelmiş başına geleni izliyor, aynı zamanda da her şeyin olup bittiğini biliyordu. Elinde olmadan, havada asılı kalmış gibi Iris’in karaltısının üzerine eğildi, koku alma dışında bütün duyularını salıverdi, vücudunun uçucu kokusunu derin derin içine çekti, yüzü örtüye değene kadar eğilince kokuyu yeniden aldı, sadece bir an için, sonra koku uçup gitti. Farrell geri geri uzaklaştı, tüfeğini hatırladı, sonra kapıyı arkasından çekip kapadı. Yağmur yüzüne kırbaç gibi indi. Neredeyse sersemleyerek tüfeğini sımsıkı kavradı ve tırabzana tutunup kendini dengeledi. Verandanın üzerinden siyah, dalgalı kaldırıma bakınca, ona bir an için tek başına bir köprüde duruyormuş gibi geldi ve dün geceki duyguya yine kapıldı; daha önce olmuştu bu, yine olacağını o zamanlar biliyordu, tıpkı şimdi de her nasılsa bildiği gibi. “Vay anasını!” Yağmur yüzünü kesti, burnundan aşağıya ve dudaklarına aktı. Frank iki kez kornaya bastı ve Farrell ıslak, kaygan merdivenden dikkatle inip arabaya gitti. “Tanrım, her zamanki gibi gök delindi!” dedi Frank. İriyarı bir adamdı, fermuarı çenesine kadar çekilmiş kalın, kapitone ceketi ve kahverengi kasketiyle sert bir hakeme benziyordu.
Farrell’ın eşyalarını koyabilmesi için arka koltuktaki şeyleri çekmesine yardım etti. Su oluklardan akıyor, köşelerdeki kanalizasyonlardan geri tepiyordu ve ara sıra kaldırım kenarlarının ve bir bahçenin sular altında kaldığını görebiliyorlardı. Sokağı sonuna kadar takip ettiler, sonra da sağa dönüp onları otoyola çıkaracak olan başka bir sokağa girdiler. “Bu bizi biraz yavaşlatacak ama o kazlara neler yapacağını Tanrı bilir!” Farrell bir kez daha hayal gücünü serbest bırakıp onları gördü, sisin bile kayalarda donduğu ve akşamüstü başladıklarında havanın gece yarısı kadar karanlık olduğu o tek andan onları geri çekti. Sarp kayalığın üzerinden geliyorlar, alçaktan uçuyorlar, vahşi ve sessiz, birden sisin içinden çıkıyorlar, hayalet gibi, başının tepesinde bir kanat şaklaması; en yakındakini seçmek için ayağa fırlıyor, aynı anda emniyet kilidini ileri itiyor ama sıkışmış; katı, eldivenli parmağı korkuluğa takılı kalıyor, kilitli tetiği çekiyor. Hepsi üzerine geliyor, sarp kayalığın karşısındaki sisin içinden çıkıp başının tepesinde uçuyorlar. Harika bir yaylı çalgılar grubu halinde yukarıdan ona sesleniyorlar. Üç yıl önce böyle olmuştu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Öykü
- Kitap AdıAzgın Mevsimler
- Sayfa Sayısı192
- YazarRaymond Carver
- ISBN9789750729942
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kara Kedi Dehşet ~ Michael Rosen
Kara Kedi Dehşet
Michael Rosen
Kedilerle farelerin savaşında son perde! Ustaların ustası Michael Rosen’ın SEN de OKU için kaleme aldığı Kara Kedi Dehşet, ezeli ve ebedi düşmanları ateşkes yolunda uzlaştıran, ibretlik...
- Karanlık ~ Ragnar Jónasson
Karanlık
Ragnar Jónasson
Genç bir Rus kadının cesedi İzlanda sahiline vurur. Üstünkörü bir soruşturmanın ardından bunun bir intihar vakası olduğuna hükmedilir ve dava dosyası kapatılır. Olaydan bir...
- Gülistan ~ Şirazlı Şeyh Sadi
Gülistan
Şirazlı Şeyh Sadi
Gülistan, şiirle nesrin ve öğütle iç konuşmanın iç içe geçtiği, şiirsel bir anlam bahçesidir. Sadinin tüm eserlerinde olduğu gibi Gülistanda da toplumcu ve ahlakçı...