Neden bazı anıları hatırlar, bazılarını unuturuz?
Baumgartner, sevgili eşi Anna’nın ölümü sonrasında büyük üzüntü yaşayan yetmiş bir yaşındaki felsefe profesörü Baumgartner’ın emekliliğe ve dünyadan elini eteğini çekmeye hazırlanışını konu ediyor.
Roman, Baumgartner ile Anna’nın 1968’deki parasız öğrencilik yıllarında New York’ta bir yandan çalışarak diğer yandan yazarak geçirdikleri günlerin anılarıyla başlıyor, sonraki kırk yılı aşkın sürede yaşadıkları mutlu evliliklerini anlatıyor ve geriye dönüşlerle Baumgartner’ın Newark’taki ilkgençlik günlerini ve kökenlerini tanıtarak dolambaçlı bir şekilde hafıza ve anı sarmalları arasında ilerliyor.
Paul Auster’ın sıradan bir yaşamın en küçük, en geçici anlarındaki güzelliğe dair keskin bakışını yansıtan ve birçok yaşamı yakalayan Baumgartner, yazarın son başyapıtı.
1
Baumgartner, ikinci katta, kimi zaman çalışma odam, düşünme odam, hücrem diye farklı adlar verdiği odadaki masasının başında oturuyor. Kierkegaard’ın takma isimleri hakkında yazdığı monografinin üçüncü bölümündeki bir cümlenin ortasında, cümleyi bitirmek için alıntı yapacağı kitabı dün gece yatmaya giderken alt katta, salonda bıraktığı aklına gelince elinde kalemle kalakalıyor. Kitabı almak için aşağıya inerken sabah onda kız kardeşini aramaya söz verdiğini anımsıyor ve saat ona yaklaştığı için kitabı almadan önce mutfağa gidip telefon etmeye karar veriyor. Ama mutfağa girerken keskin bir yanık kokusu duyarak olduğu yerde kalıyor. Bir şeyin yandığını fark edip ocağa yaklaşırken ocağın ön gözlerinden birinin açık kaldığını ve o kısık alevin üç saat önce kahvaltı için iki yumurta kaynattığı alüminyum tencerenin dibini kavurduğunu görüyor. Ocağı kapatıyor, sonra hiç düşünmeden, yani bir tutacak ya da mutfak bezi almadan kızgın yumurta tenceresini ocaktan alırken elini yakıyor. Acı acı haykırıyor. Bir anda tencereyi elinden fırlatıyor, tencere tuhaf bir tangırtıyla yere çarpıyor; Baumgartner hâlâ duyduğu acı yüzünden çığlık çığlığa musluğa koşuyor, soğuk suyu açıp sağ elini üç-dört dakika tenine serin serin değen suyun altına tutuyor.
Baumgartner yanan parmaklarının ve avucunun su toplamasını önlediği umuduyla ellerini kurulama beziyle yavaşça siliyor, bir an durup parmaklarını esnetiyor, bezle birkaç kez avucuna vuruyor, sonra mutfağa niçin geldiğini soruyor kendine. Kız kardeşini araması gerektiğini hatırlamasına fırsat kalmadan telefon çalıyor. Telefonu açıyor, kendini savunmaya hazır bir sesle alo diyor. Sonunda mutfağa niçin geldiğini anımsayıp telefondakinin huysuz kardeşi Naomi olduğunu düşünerek kendisine çıkışacağını, hep yaptığın gibi yine beni aramayı unuttun demesini beklerken, telefon eden kişi konuşmaya başlayınca Naomi değil, geciktiği için özür dileyen bir erkek sesi, hem de hiç tanıdık gelmeyen bir ses duyuluyor. Baumgartner adama gecikme derken neyi kastettiğini soruyor. Adam saat dokuzda sayacınızı okumaya gelecektim, diyor, unuttunuz mu? Baumgartner hatırlamıyor, ne son günlerde ne de son haftalarda elektrik şirketi görevlisinin saat dokuzda sayaç okumaya geleceğini düşündü; o yüzden adama üzülmemesini, sabahtan akşama kadar nasıl olsa evde olacağını söylüyor; ama genç, deneyimsiz ve kendini beğendirmeye çalıştığı anlaşılan elektrik şirketi görevlisi, neden geciktiğini şu anda anlatacak vakti olmadığını, ama çok geçerli bir nedeni, elinde olmayan sebeplere bağlı bir mazereti olduğunu ve olabildiğince çabuk geleceğini yinelemekte ısrar ediyor. Baumgartner, tamam öyleyse, geldiğinizde görüşürüz, diyor. Telefonu kapatıp, zonklamaya başlayan sağ eline bakıyor, ama parmaklarında da avucunda da su toplamadığını, derisinin soyulmadığını, sadece hafif bir kızarıklık olduğunu görüyor. Korktuğum kadar kötü değilmiş, böyle idare edebilirim diye düşünüyor ve kendisine ikinci biri gibi hitap ederek, Seni sersem herif, diyor, şansın varmış doğrusu.
Naomi’den önce davranıp onu araması gerektiği aklına geliyor, ama tam telefonu açıp numarayı çevireceği sırada kapı çalınıyor. Baumgartner’ın ciğerlerinden uzun bir iç çekişi yükseliyor. Hâlâ elinde tuttuğu telefonu kapatıp sokak kapısına yollanıyor, mutfaktan çıkarken yanmış tencereyi tekmeleyerek kenara fırlatıyor. Kapıyı açıp gelenin sık sık uğrayan UPS kuryesi Molly olduğunu görünce içi rahatlıyor, kadın zamanla görevlinin ötesinde bir yer edinmiş… nasıl bir yer? Tam olarak arkadaş denilemez, ama son beş yıldır haftada ikiüç kez geldiği için artık sadece tanış olmaktan çıkmış; işin doğrusu yaklaşık on yıl önce karısını yitirip yalnız kalan Baumgartner, soyadını bile bilmediği otuzlu yaşlarının ortasındaki bu kısa boylu tıknaz kadına gizliden gizliye tutuldu; çünkü karısı beyaz olduğu halde Molly siyah olmasına karşın, ona her bakışında ölen Anna’yı anımsatan bir şey var kadının gözlerinde. Her seferinde hiç aksamadan aynı şey oluyor, ama o şeyin tam olarak ne olduğunu tanımlayamıyor. Belki bir tür uyanıklık duygusu; ama ondan daha fazlası ya da belki ışıldayan bir cıvıltı, o da olmazsa parıltılı bir benliğin gücü denilebilir; insan hayatiyetinin olanca zarafetiyle kişinin içinden dışarıya duygu ile düşüncenin birbirine kenetlenen karmaşık bir dans olarak taşması olabilir – bir anlamı varsa işte öyle bir şey, ama Anna’nın sahip olduğu o özelliği nasıl tanımlarsanız tanımlayın, Molly’de de aynı özellik var.
Baumgartner o yüzden her gelişinde kadının yanında bir-iki dakika geçirebilmek için hiç gereksinmediği, hiç kapağını açmayacağı ve sonunda yerel halk kütüphanesine bağışlayacağı kitaplar ısmarlıyor boyuna. Kadın bir nimet sunarcasına o ışıltılı tebessümüyle gülümseyerek, Günaydın Profesör, diyor. Size bir kitap daha geldi. Kadın ambalaj kâğıdına sarılı ince paketi uzatırken, Baumgartner da ona gülümseyerek, Teşekkür ederim Molly, diyor. Bugün nasılsın bakalım?
Saat daha erken –şimdiden kesin bir şey söylenemez– ama göründüğü kadarıyla olumlu özellikler olumsuzlara ağır basıyor. Böyle harika bir günde insanın keyfi kolayına kaçmaz. İlkbaharın ilk güzel günü – yılın en iyi günü. Fırsat varken tadını çıkaralım Molly. Yarın ne olacağı hiç bilinmez. Doğru söze nedir, diye cevap veriyor Molly. Suç ortaklığı içeren bir işveyle kısa bir kahkaha atıyor, sonra Baumgartner’ın sohbeti uzatmak için zeki ya da eğlenceli bir cevap bulmasına fırsat kalmadan elini sallayarak vedalaşıp kamyonetine dönüyor. Bu da Baumgartner’ın Molly’de beğendiği şeylerden biri. Kadın onun beceriksiz açıklamalarına, en nahif, en aptalca sözlerine bile gülüyor. Baumgartner mutfağa dönüyor, açılmamış kitap paketini masaya yakın köşedeki açılmamış kitap paketleri istifinin üzerine koyuyor.
İstif öylesine yükselmiş ki bu bej ambalajlı paketlerden bir ya da iki tane daha gelirse hepsi tepetaklak olacak gibi görünüyor. Baumgartner öğleden sonra bir ara kitapları paketlerinden çıkarıp, arka sundurmada halk kütüphanesine bağışlanacak kitapları biriktirdiği birkaç kolideki boşluklara yerleştirmeyi kafasına koyuyor. Evet, evet biliyorum, diyor kendi kendine, Molly’nin geçen gelişinde de, ondan önceki gelişinde de bunu yapmaya niyetlenmiştim, ama bu sefer gerçekten dediğimi yapacağım. Saatine bakıyor, onu çeyrek geçtiğini görüyor. Zaman ilerliyor, diye düşünüyor, ama yine de Naomi’nin ağzını bozup hakaret etmesine fırsat verecek kadar geç sayılmaz. Telefona uzanıyor, ahizeyi kaldıracağı anda o beyaz şeytan yine çalıyor. Baumgartner yine kız kardeşinin aradığını sanıyor ve yine yanılıyor. Onun alo diye mırıldanmasına, alçak, titrek bir ses zar zor duyulan bir soruyla karşılık veriyor: Mr. Baum gartner? Bu öylesine genç ve öylesine sıkılarak konuşan birinin sesi olunca Baumgartner telaşlanıyor, sanki gövdesindeki her organ normalin iki katı hızla hareket eder gibi oluyor. Kim o? sorusuna Rosita yanıtı geliyor; işte o anda Baumgartner, ilk kez Anna’nın cenaze töreninden birkaç gün sonra evi temizlemeye gelen, ondan sonra da haftada iki kez gelip yerleri silen, halıları süpüren, çamaşırını yıkayan ve diğer ev işlerini yapan, böylece de dokuz buçuk yıldır Baumgartner’ı sersefil olmaktan kurtaran Mrs. Flores’in, o iyi, tutarlı, çoğunlukla sessiz sakin ve mesafeli kadının, inşaat işçisi kocası ve iki yetişkin oğlu, her yıl Cadılar Bayramı’nda şeker almak için eve gelen on iki yaşlarında, güzel ela gözlü Rosita adında bir kızı olan kadıncağızın başına bir şey geldiğini anlıyor.
Ne oldu Rosita? diye soruyor. Annene bir şey mi oldu? Hayır, diyor Rosita, anneme değil, babama. Kızın zapt etmeye çalıştığı gözyaşları boğuk hıçkırıklarla boşanınca Baumgartner birkaç dakika bekliyor; kızcağız kendini tutmak, kapıp koyuvermemek için zorlanırken kesik kesik soluyor ve titriyor. Baumgartner, Mrs. Flores’in kocasının başına her ne geldiyse onunla ilgilendiğini, ama temizliğe gelme günü olduğu için de haber vermek için okulu bahar tatilinde olan kızını görevlendirdiğini anlıyor. Kızın solukları biraz düzelip gözyaşları da biraz dinince Baumgartner ikinci sorusunu soruyor. Baumgartner, kızın annesinden, annesinin de başkasından duyup bölük pörçük anlattıklarını birleştirince, Mr. Flores’in bu sabah yeniden dekore edilen bir mutfakta çalıştığını, müşterinin bodrumunda elektrikli testereyle beşe-on santimlik keresteyi keserken, yani şimdiye kadar binlerce, hadi bilemedin yüzlerce kez yaptığı bir işi yaparken sağ elinin iki parmağını dibinden kestiğini anlıyor.
Kopan iki parmağın yerdeki talaş yığının üzerine düşüşü gözlerinin önüne geliyor. Parmakların koptuğu derisi sıyrılmış elden akan kanları görüyor. Mr. Flores’in çığlığını duyuyor. Sonunda, Merak etme Rosita, diyor. Çok korkunç geldiğini biliyorum, ama doktorlar onu iyi ederler. Babanın parmaklarını yerine takacaklar ve sonbaharda sen okula gideceğin zaman baban tamamen iyileşmiş olacak. Sahi mi? Tabii sahi. Sözüm söz. Kız evde yalnız olduğu ve annesi hastaneye koştuğundan beri müthiş paniğe kapıldığı için Baumgartner onunla bir on dakika daha konuşup yatıştırmaya çalışıyor. Konuşmanın sonlarına doğru kızdan hafifçe gülmeye benzer bir tepki alabiliyor ve telefonu kapattıktan sonra o gülüş kırıntısı aklından çıkmıyor, çünkü o gün başardığı tek önemli şeyin o olacağından neredeyse emin.
Ne var ki, olay onu da sarsıyor. Bir sandalye çekip oturuyor, bir kahve fincanından kalma halka biçimindeki siyah lekeye gözlerini dikerek olanları kafasında canlandırıyor. Kırk sekiz yaşındaki deneyimli marangoz ustası Angel Flores, yıllardır defalarca başarıyla yaptığı işini yaparken, bir anda nedendir bilinmez eli kayıveriyor, bir anlık dikkatsizlik sonucunda kendini sakatlıyor. Neden? Dikkat edilirse basit, edilmezse tehlikeli olan işini yaparken dikkatini dağıtıp aklını çelen neydi? Tam o anda bir başka marangoz merdivenden indi de, ona mı bakmıştı acaba? Beklenmedik bir şey mi düşmüştü aklına? Burnuna bir sinek mi konmuştu? Bir anda midesine bir sancı mı saplanmıştı? Bir gece önce içkiyi fazla mı kaçırmıştı, yoksa evden çıkmadan önce karısıyla kavga mı etmişti ya da… kendisi yanan tencereyi tutup elini yaktığı aynı anda Mr. Flores’in de parmaklarını kesmiş olabileceği aklına geliyor. Birinin şanssızlığı daha büyük olsa bile ikisi de başlarına gelenden kendileri sorumlu, yine de her iki olayda– Kapının çalınması Baumgartner’ın düşüncelerini yarıda kesiyor. Sandalyeden ağır ağır kalkıp sokak kapısına yürürken, Bok canına, diyor. İnsanın düşünmesine bile fırsat vermiyorlar.
Kapıyı açınca, karşısında yirmili yaşlarının sonunda ya da otuzların başında, uzun boylu, irikıyım, sol cebinde elektrik şirketinin PSE&G logolu lacivert gömleğiyle dikilen sayaç okuma görevlisini buluyor; logonun hemen altında gömleği giyenin adı cart sarı iplikle işlenmiş: Ed. Baumgartner’ın gördüğü kadarıyla Ed’in gözlerindeki ifade hem umudu hem huzursuzluğu yansıtıyor. Baumgartner bunun tuhaf bir birleşim olduğunu düşünürken Ed iğreti bir gülümsemeyle selam verince, daha da tuhaf bir etki yapıyor – sayaç okuyucusu sanki kapının suratına kapatılmasını beklermiş gibi görünüyor. Baumgartner adamı yatıştırmak için içeriye buyur ediyor. Teşekkür ederim Mr. Boom Garden, diyor adam eşiği geçerken. Eksik olmayın. Adının yanlış söylenmesine bozulmak yerine gülerek karşılayan Baumgartner, Birbirimize neden adımızla hitap etmiyoruz? diyor. Ben seninkini biliyorum –Ed– sen de neden mister sözcüğünü bırakıp doğrudan Sy demiyorsun? Sigh1 mı? diyor Ed. Bu ne biçim ad? İçini çekmek gibi değil – sadece Sy, S-Y. Doğduğumda annemle babamın taktığı o gülünç Seymour’un kısaltılmışı. Doğrusu Sy da bir halta benzemiyor, ama en azından Seymour’dan iyidir. Demek siz de? diyor sayaç okuyucu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBaumgartner
- Sayfa Sayısı168
- YazarPaul Auster
- ISBN9789750762598
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Travnik Günlüğü ~ İvo Andriç
Travnik Günlüğü
İvo Andriç
Travnik Günlüğü, Drina Köprüsü’nün de yazarı, Nobel Edebiyat ödüllü İvo Andriç’in Balkanlar’daki çarpıcı toplumsal değişimi Bosna’nın aynasından yansıtan başyapıtlarından biri. Travnik Günlüğü’nde Andriç, 1807-1814...
- Tetikçi ~ Jefferey Deaver
Tetikçi
Jefferey Deaver
Sadece adalete uygun olduğunu düşündüğü görevleri kabul eden ve işini inanılmaz bir ustalıkla yerine getiren Alman kökenli tetikçi Paul Schumann bir gün yakalanır. Onu...
- Beni Aşka İnandır ~ Julianne MacLean
Beni Aşka İnandır
Julianne MacLean
Sevgili kardeşim Clara, Londra sosyetesi hiç aklıma gelmeyecek denli karışık! Her gece başka bir balo veya toplantı var, her gece başka başka ışıltılı mücevherler,...