YAŞAMIN HER ANINI FARKLI BİR ŞEKİLDE DENEYİMLEMEK İSTEYENLERE!
Dinleyin: Billy Pilgrim zamanda koptu.
Billy bunak bir dul olarak uykuya daldı ve düğün gününde uyandı. 1955’te bir kapıdan geçti ve 1941’de bir başka kapıdan çıktı. O kapıdan tekrar geçti ve kendini 1963’te buldu. Doğumunu ve ölümünü bir çok kere gördüğünü ve aradaki tüm olaylara gelişigüzel seyahatler yaptığını söylüyor.
Öyle söylüyor.
Billy Pilgrim zamanın akışından kopmuştur. Artık hayatını dilediği gibi ileriye ve geriye sarabilir. İsterse Tralfamadore gezegeninden uzaylıların kendisini kaçırdığı güne, isterse savaş esiri olarak tutulduğu Dresden’i Müttefik uçaklarının bombaladığı güne ışınlanabilir. Billy’nin parçalanmış hayatı hepimize kendi hayatımızda aradığımız anlamı düşündürüyor. Mezbaha Beş bir modern klasik
– Vonnegut’un başyapıtı.
“Çok sert ve çok komİk. Hüzünlü ve keyifli. Tam bir Vonnegut eseri.”
THE NEW YORK TIMES
İnekler möö der,
Bebek uyanır.
Ama minik İsa Efendimiz
Ağlamaya tenezzül etmez.
1
Bunların hepsi oldu, az çok. Savaş kısımları zaten epeyce doğru. Gerçekten tanıdığım biri Dresden’de kendinin olmayan bir çaydanlığı aldığı için vuruldu. Gerçekten tanıdığım başka biri şahsi düşmanlarını savaştan sonra kiralık katil tutup öldürtmekle tehdit etti. Öyle işte. Bütün isimleri değiştirdim. Dresden’e, eksik olmasın, Guggenheim’ın parasıyla 1967’de gerçekten geri döndüm. Ohio’nun Dayton ilçesine çok benziyordu, Dayton’dan daha fazla açık alanı vardı.
Tonlarca insan kemiği toz olup toprağa karışmış olmalı. Dresden’e eski bir silah arkadaşım Bernard V. O’Hare’ le döndüm, bir taksiciyle arkadaş olduk, bizi savaş esiriyken geceleri kapatıldığımız mezbahaya götürdü. Adı Gerhard Müller’di. Meğer o da bir süre Amerikalıların elinde esir kalmış. Komünizmde yaşamak nasıl diye sorduk, ilk başta korkunçtu, çünkü herkes çok çalışmak zorundaydı, çünkü ev, yiyecek, giyecek yoktu dedi. Ama işler şimdi çok daha iyiydi. Ufak güzel bir dairesi vardı, kızı şahane bir eğitim alıyordu. Annesi Dresden yangın fırtınasında kavrulup gitmişti. Oluyor işte. Noel zamanı O’Hare’e kartpostal gönderdi, şöyle diyordu:
“Sana ve ailene ayrıyeten arkadaşına hayırlı bir Noel ve mutlu bir yeni yıl diler, barış ve özgürlük dolu bir dünyada takside tekrar karşılaşmayı niyaz ederim eğer kazaen olursa.”
* * *
Bu laf çok hoşuma gitti: “Eğer kazaen olursa.” Söylemek canımı sıkıyor ama bu adi ince kitabın bana para, ıstırap ve zaman maliyeti büyük oldu. Yirmi üç yıl önce İkinci Dünya Savaşı’ndan eve döndüğüm zaman Dresden’in yıkımını anlatmak benim için kolay olur zannettim, çünkü tek yapacağım gördüklerimi yazmaktı. Bir de şey zannettim, kitap şaheser olacak veya en azından bana büyük para kazandıracak, çünkü konu muazzamdı. Ama o zaman aklıma Dresden’le ilgili pek bir şey gelmedi – kitap olacak kadar yani. Şimdi de pek bir şey gelmiyor, anıları ve Pall Mall’leriyle kalmış, oğulları iyice büyümüş, moruğun teki olup çıkmış halimle. Anılarımın Dresden kısmının ne kadar işe yaramaz olduğunu, gelgelelim Dresden’in de beni yazmaya ne kadar kışkırttığını düşünüyorum ve şu meşhur tekerleme aklıma geliyor:
İstanbullu bir delikanlı vardı,
Aletine şöyle seslenirdi:
“Bütün paramı yedin,
Sağlığımı harap ettin,
Şimdi de çişi kestin, pis rezil.”
Hatta şu şarkı da aklıma geliyor:
Adım Yon Yonson,
Wisconsin’de işim,
Kerestecide çalışıyorum,
Sokakta rastladığım insanlar
Diyorlar ki “Adın ne?”
Diyorum ki Adım Yon Yonson,
Wisconsin’de işim…”
Böyle sürüp gidiyor. Yıllar boyu karşılaştığım insanlar bana ikide bir neyle meşgul olduğumu sordular, ben de genellikle dedim ki daha ziyade Dresden hakkında bir kitap yazmakla meşgulüm. Bunu bir keresinde film yapımcısı Harrison Starr’a söyledim, adam kaşlarını kaldırıp “Savaş karşıtı bir kitap mı?” diye sordu. “Evet,” dedim. “Herhalde.” “Savaş karşıtı kitap yazdığını söyleyen insanlara ne diyorum biliyor musun?” “Hayır. Ne diyorsun Harrison Starr?” “Niye onun yerine buzul karşıtı bir kitap yazmıyorsun diyorum.” Kastettiği şuydu tabii, savaşlar her zaman olacaktı, savaşları durdurmak ancak buzulları durdurmak kadar kolaydı. Bence de öyle. Savaşlar buzullar gibi gelip durmasaydı bile yine de şu malum ölüm hep orada olurdu.
* * *
Biraz daha gençken, meşhur Dresden kitabım üzerinde çalıştığım sıralar, Bernard V. O’Hare isimli eski bir silah arkadaşıma ziyaretine gelip gelemeyeceğimi sordum. O Pennsylvania’da bölge savcısıydı, ben Cape Cod’da yazardım. Savaşta erdik, piyade izcisiydik. Savaştan sonra para kazanabiliriz sanmıyorduk ama ikimiz de gayet iyi durumdaydık.
Onu Bell Telefon Şirketi’nden buldurdum. Bu konuda müthişler. Bir hastalığım var, gece geç vakit bazen tutuyor, alkol ve telefonla ilgili. Sarhoş oluyorum, hardal gazı ve gül karşımına benzer nefesimle karımı kendimden kaçırtıyorum. Sonra, telefona ciddiyetle ve zerafetle konuşarak telefon operatörlerinden beni yıllardır haber almadığım şu arkadaşa veya bu arkadaşa bağlamalarını istiyorum.
O’Hare’e telefonla böyle ulaştım. O kısa boylu, ben uzun boyluyum. Savaşta Nokta ile Virgül’dük. Savaşta beraber esir düştük. Telefonda ona kim olduğumu söyledim. İnanmakta zorluk çekmedi. Ayaktaydı. Okuyordu. Evinde başka herkes uyuyordu. “Dinle” dedim, “Dresden hakkında kitap yazıyorum. Bir şeyler hatırlamak için yardıma ihtiyacım var. Acaba diyorum gelip seni görsem, oturup içsek, konuşup hatırlasak.” Pek oralı olmadı. Fazla bir şey hatırlayamadığını söyledi. Yine de gel ama, dedi. “Galiba kitabın zirve noktası zavallı ihtiyar Edgar Derby olacak,” dedim. “İroni muazzam çünkü. Bütün şehir yanıp yıkılıyor, binlerce binlerce kişi ölüyor. Sonra tek bu Amerikan askeri harabelerden çaydanlık aldığı için tutuklanıyor. Ciddi ciddi yargılanıyor, sonra idam mangası bunu kurşuna diziyor.” “Hım,” dedi O’Hare. “Sence de zirve noktası bu olmamalı mı?” “Öyle işlerden anlamam,” dedi. “İşin erbabı sensin, ben değil.”
* * *
Zirveydi, heyecandı, karakter yaratmaydı, şahane diyalogdu, gerilimdi, yüzleşmeydi, bu işlerin pezevengi olarak Dresden hikayesinin planını defalarca çıkarmıştım. Çıkardığım en iyi plan, veya işte en tatlı olan, bir duvar kağıdı rulosunun arkasındaydı. Kızımın boya kalemlerini kullandım, her karaktere farklı renk verdim. Duvar kağıdının bir ucunda hikayenin başı vardı, öbür ucunda sonu, tabii ortada da ortası vardı. Mavi çizgi kırmızı çizgiyle, sonra sarı çizgiyle birleşiyordu, sarı çizgi duruyordu çünkü sarı çizginin temsil ettiği karakter ölüyordu.
Filan falan. Dresden’in yıkımı dik bir turuncu taramayla temsil ediliyordu ve hala hayatta olan bütün çizgiler bunun içinden geçip öbür uçtan çıkıyordu. Sonunda bütün çizgilerin durduğu yer Halle’nin dışında, Elbe kıyısında bir pancar tarlasıydı. Yağmur yağıyordu. Avrupa’daki savaş birkaç hafta önce bitmişti. Sıraya girdik, Rus askerleri başımızdaydı – biz derken İngilizler, Amerikalılar, Hollandalılar, Belçikalılar, Fransızlar, Kanadalılar, Güney Afrikalılar, Yeni Zelandalılar, Avustralyalılar, esaretten kurtulmak üzere olan binlercemizi kastediyorum.
Tarlanın karşı yanında binlerce Rus, Polonyalı, Yugoslav filan vardı, başlarında Amerikan askerleri. Yağmurda değiştokuş yapıldı, tek tek. O’Hare’le ben bir sürü başka kişiyle birlikte bir Amerikan kamyonunun arkasına çıktık. O’Hare’de hatıra eşyası yoktu. Başka hemen herkeste vardı. Bende bir Luftwaffe tören kılıcı vardı, hâlâ da var. Bu kitapta Paul Lazzaro adını verdiğim kuduruk ufak tefek Amerikalıda bir kiloya yakın elmas, zümrüt, yakut filan vardı. Bunları Dresden mahzenlerindeki ölülerden toplamıştı. Oluyor işte. Bütün dişlerini bir yerde kaybetmiş gerzek bir İngiliz’in de kanvas çantasında hatıra eşyası vardı. Çanta ayaklarımın altına dayalıydı. İkide bir çantanın içine bakıyordu, gözlerini oynatıyor, ince boynunu döndürüyor, insanları kıskanç kıskanç çantasına bakarken yakalamaya çalışıyordu. Bir de çantayı ayaklarımın altına itekliyordu. Bu itekleme kazayla oluyor sanıyordum. Yanılmışım.
Adam çantadakini birine gösterme mecburiyeti duyuyordu ve bana güvenebileceğine karar vermişti. Bakışımı yakaladı, göz kırptı, çantayı açtı. Eyfel Kulesi’nin alçı maketi vardı. Altın boyalıydı. İçinde saat vardı. “Acayip bişi,” dedi. Uçakla Fransa’daki bekleme kampına gittik, bizi çikolata takviyeli süt ve başka zengin gıdalarla beslediler ta ki vücutlarımız bebek yağı toplayana kadar. Sonra eve gönderildik, güzel bir kızla evlendim, onun vücudu da bebek yağı toplamıştı. Bebeklerimiz oldu. Şimdi hepsi büyüdü, ben de anıları ve Pall Mall’leriyle kalmış moruğun teki oldum. Adım Yon Yonson. Wisconsin’de çalışıyorum, kerestecide çalışıyorum. Bazen karım yattıktan sonra gece geç vakit telefonla eski kız arkadaşlarımı aramayı deniyorum. “Santral, acaba bana Bayan Falanca’nın numarasını verebilir misiniz.
Zannedersem filanca şehirde yaşıyor.” “Maalesef, beyefendi. Öyle bir kayıt yok.” “Sağ olun, Santral. Yine de sağ olun.” Köpeği dışarı çıkarıyorum, ya da içeri sokuyorum, biraz laflıyoruz. Onu sevdiğimi bilsin istiyorum, o da beni sevdiğini bileyim istiyor. Hardal gazı ve gül kokusuna aldırış etmiyor. “Aslansın Sandy,” diyorum köpeğe. “Valla öyle Sandy. Bir tanesin.” Bazen radyoyu açıp Boston veya New York’taki bir sohbet programını dinliyorum. Çok içtiysem plaktan müzik dinlemeye katlanamıyorum. Eninde sonunda yatağa gidiyorum, karım saat kaç diyor. İlla her an saati bilecek. Bazen bilmiyorum, diyorum ki, “Üstümü ara.
Bazen eğitimimi düşünüyorum. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir süre Chicago Üniversitesi’ne gittim. Antropoloji Bölümü’nde öğrenci oldum. O vakitler insanlar arasında kesinlikle hiçbir fark olmadığını öğretiyorlardı. Belki hâlâ öğretiyorlardır. Öğrettikleri başka bir şey de şuydu, kimse komik veya kötü veya iğrenç değildi. Babam ölmeden az evvel bana şöyle dedi: “Yahu hiç içinde kötü adam olan bir hikaye yazmadın.” Bunun savaştan sonra üniversitede öğrendiğim şeylerden biri olduğunu söyledim.
* * *
Antropolog olmak için okula giderken bir yandan şu meşhur Chicago Şehir Haberleri Bürosu’nda haftalığı yirmi sekiz dolara polis muhabirliği yapıyordum. Bir keresinde beni gece vardiyasından alıp gündüzcü yaptılar, o zaman aralıksız on altı saat çalıştım. Şehirdeki bütün gazetelerden bize haber yağıyordu, AP’den, UP’den, hepsinden. Ayrıca mahkemeleri, karakolları, itfaiyeyi, Michigan Gölü’ndeki sahil güvenliği filan hep takip ediyorduk. Bize haber yollayan kurumlarla Chicago sokaklarının altından geçen pnömatik tüpler yoluyla irtibat kuruyorduk. Muhabirler haberleri kulaklık takmış yazarlara telefonda anlatıyor, yazarlar da haberleri teksir kalıplarına geçiriyorlardı. Haberler teksirle çoğaltılıyor, pnömatik tüplerin yediği pirinç ve kadife kartuşlara yükleniyordu. En sıkı muhabir ve yazarlar savaşa giden erkeklerin işlerini devralmış kadınlardı.
Yaptığım ilk haberi telefonla o canavar kızlardan birine yazdırmak zorunda kaldım. Haber bir ofis binasında eski tip bir asansörü işletme işine girmiş genç bir eski asker hakkındaydı. Birinci kattaki asansör kapısı demir 20 dantelle süslenmişti. Demir yılan giriyor çıkıyordu delikten deliğe.
Üstüne iki demir muhabbet kuşu tünemiş demir bir dal ucu vardı. Bu eski asker asansörü zemin kata indirmek istemiş, kapıyı kapayıp inmeye başlamış ama nikah yüzüğü o süslere takılmış. Haliyle o havaya çıkmış, asansörün zemini de aşağı inmiş, ayaklarını terk etmiş, asansörün tavanı da onu ezmiş. Oluyor işte.
Telefonda bunu anlattım, teksir kalıbını kesecek olan kadın da sordu: “Peki karısı ne dedi?”
“Daha bilmiyor,” dedim. “Yeni oldu.”
“Karısını ara, konuştur.”
“Ne?”
“Ben karakoldan Komiser Finn’im de. Acı bir haberim var de. Haberi ver, ne diyor dinle.”
Öyle yaptım. Kadın ne denirse onları dedi. Bebekle
ortada kalmıştı. Filan falan.
Büroya döndüğüm zaman kadın yazar sırf meraktan
sordu, ezilmiş adam ezildiği an nasıl görünüyordu diye.
Söyledim.
“Canını sıktı mı?” dedi. Three Musketeers gofreti
yiyordu.
“Yok be Nancy,” dedim. “Savaşta bin beterini gördüm.”
* * *
Daha o sıra bile hesapta Dresden hakkında bir kitap yazıyordum. O zamanlar olay Amerika’da meşhur bir bombardıman değildi. Pek az Amerikalı biliyordu Hiroşima’dan, mesela, çok daha kötü olduğunu. Ben de bilmiyordum. Fazla dallanıp budaklanmamıştı. Bir kokteyl partide Chicago Üniversitesi’nden bir profesöre gördüğüm bombardımandan ve yazdığım kitaptan bahsedeceğim tuttu. Toplumsal Düşünce Komitesi denen bir şeyin üyesiymiş. Bana toplama kamplarını, Almanların ölü Yahudilerin yağından sabun ve mum yaptıklarını filan anlattı.
Ağzımdan sadece şunlar çıktı: “Biliyorum, biliyorum. Biliyorum.”
* * *
İkinci Dünya Savaşı herkesi elbette iyice sertleştirmişti. New York’un Schenectady kentinde General Electric’te halkla ilişkilerci oldum, bir yandan da ilk evimi aldığım Alplaus köyünde gönüllü itfaiyecilik yaptım. Şirketteki patronum gördüğüm göreceğim en sert heriflerden biriydi. Baltimore’da halkla ilişkiler yarbayıymış. Ben Schenectady’deyken Hollanda Reform Kilisesi’ne katıldı, ki o da gayet sert bir kilisedir, bilenler bilir. Bazen bana küçümseyerek niye subay olmadığımı sorardı yanlış bir şey yapmışım gibi. Karımla ben bebek yağlarımızı vermiştik.
O yıllar sıskalık yıllarımızdı. Arkadaşlarımız bir sürü sıska eski asker ve sıska karılarıydı. Schenectady’deki en sevimli eski askerler, en kibar ve en eğlenceli olanları, savaştan en çok nefret edenleri gerçekten savaşmış olan askerlerdi, diye düşünüyordum.O sıra Hava Kuvvetleri’ne yazdım, Dresden’e yapılan bombardımanı sordum, kim emretti, kaç uçak katıldı, niye yaptılar, ne gibi olumlu sonuçlar alınmıştı filan. Bana kendisi de benim gibi halkla ilişkilerci bir adam cevap verdi. Kusura bakmayın, bu bilgiler hala gizli dedi. Mektubu karıma okudum, şöyle dedim: “Sır mı? Tanrım – kimden saklıyorlar?”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMezbaha Beş
- Sayfa Sayısı208
- YazarKurt Vonnegut
- ISBN9789750751110
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Av Vakti ~ Bear Grylls
Av Vakti
Bear Grylls
Yıl 1945… Nazilerin patlayan büyük planı ve kapıdaki kaçınılmaz yenilgi… Nazilerin Üçüncü Reich planı başarısızlığa uğramış gibi görünse de büyük komutanın başka bir planı...
- Tefeci Gobseck ~ Honore de Balzac
Tefeci Gobseck
Honore de Balzac
Balzac İnsanlık Komedyası’nda 19. yüzyılın ilk yarısını ve Fransa’yı kapsayan, yaşanmış gerçeklikten çok onun bir tür aynası niteliğini taşıyan, kendi tarihi, coğrafyası, soyluları ve...
- Acı Kahve ~ Agatha Christie
Acı Kahve
Agatha Christie
Yazarın ilk tiyatro oyunu olan kitap, 1930 yılında ilk kez sahneye konulmuş ve ertesi yıl sinemaya uyarlanmıştır. Ölümünden yirmi bir yıl sonra roman halinde...