Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Grand Hotel Europa
Grand Hotel Europa

Grand Hotel Europa

Ilja Leonard Pfeijffer

Ilja Leonard Pfeijffer adlı bir yazar kitle turizmi üzerine bir kitap hakkında araştırma yaparken acı bir ayrılık yaşar ve anılarını düzene sokmak için her…

Ilja Leonard Pfeijffer adlı bir yazar kitle turizmi üzerine bir kitap hakkında araştırma yaparken acı bir ayrılık yaşar ve anılarını düzene sokmak için her şeyi bırakmaya karar verir. Bu iş için seçtiği yer, görkemli geçmişi ve bir dizi tuhaf karakterin yaşadığı belirsiz geleceğiyle Grand Hotel Europa’dır.

Yazar, Caravaggio’nun son tablosu hakkında cüretkâr bir teori geliştiren İtalyan sanat tarihçisi Clio’yla ilişkisini yazarken geçmişi yeniden kurma görevini de üstlenir. Otelin konuklarıyla girdiği sohbetler, onu eski dünya ve yaşlı kıta Avrupa hakkında düşünmeye iter. Grand Hotel Europa, geçmişinin ağırlığı altında ezilen Avrupa ve bu kıtanın geleceği hakkında kışkırtıcı, deyiş yerindeyse iç gıcıklayıcı bir roman.

BİRİNCİ BÖLÜM
Görev

1

Yolculuğun başında ve sonunda sevimsiz taksi şoförüyle ettiğim iki çift laf dışında uzun zaman sonra konuştuğum ilk kişi, nostaljik bir kırmızı pikolo üniforması giymiş ince, kara kuru bir gençti. Taksi çınarların arasındaki çakıllı yolda gıcırdayarak uzun giriş yolunun sonuna yaklaşmaya başladığında altın harflerle yazılı Grand Hotel Europa tabelasının altında, etrafı korint sütunlarla çevrili mermer giriş merdivenlerinde otururken görmüştüm uzaktan onu. Bagajıma yardımcı olmak için yerinden kalkmıştı. Gelişimin sigara molasını yarıda kestiğine üzüldüğümden, doğrusu da bu olduğundan, taksi çakıltaşlı yoldan uzaklaşırken bagajımın şimdilik olduğu yerde kalabileceğini, uzun yoldan geldiğimi, benim canımın da bir sigara çektiğini söyledim kendisine.

Filtresiz açık mavi Gauloises Brunes paketimden bir tane ikram edip Solid Brass Zippo’mla yaktım. Kepine altın iplikle Grand Hotel Europa işlenmişti. Oturduk. Şimdilik yerleşmeyi düşündüğüm, bir zamanların ihtişamlı otelinin görkemli girişine çıkan merdivende birkaç dakika konuşmadan yan yana oturarak sigara içtikten sonra bana hitaben, “Merakıma yenik düştüğüm için affedin, nereli olduğunuzu sorabilir miyim acaba?” dedi. Dumanımı taksinin uzakta, giriş yolunun sonunda, ormanın başladığı yerde bir hatıra olarak bıraktığı toz bulutuna doğru üfledim. “Sorunuzun birkaç farklı cevabı var,” dedim. “Hepsini öğrenmek isterim,” dedi. “Ancak çok vaktinizi alacaksa, en güzelini de verebilirsiniz.” “Buraya gelmemin en önemli sebebi, cevaplara vakit bulma ümidim,” dedim. “Sizi bu önemli görevinizi yerine getirirken rahatsız ettiğim için özür dilerim. Merakımın misafirlerimizi rahatsız edebileceğini öğrenmem gerekiyor; Bay Montebello’nun söylediği gibi.”

“Bay Montebello kim?” diye sordum.
“Patronum.”
“Konsiyerj mi?”
“Etimolojisi hoşuna gitse de, o kelimeden nefret eder. Comte des cierges’den, yani mumlar kontundan türetildiğini öğretti bana. Bildiğim neredeyse her şeyi Bay Montebello’dan öğrendim. Babam gibidir.”“Nasıl hitap edilmek ister peki?” “Metrdoteldir kendisi ancak içinde Latince ‘ev’ kelimesi bulunduğundan ve en önemli görevimiz misafirlerimizin buraya gelmeden önce ‘ev’ dedikleri yeri unutmalarını sağlamak olduğundan majordomus1 titrini tercih eder.” “Venedik,” dedim.

Kentin adını telaffuz ederken sigaramın külü döküldü pantolonuma. Gördü ve itiraz etmeye fırsat vermeden beyaz eldivenlerinden birini çıkarıp pürdikkat pantolon paçamı çırpma işine girişti. Elleri ince, siyahtı.

“Teşekkür ederim,” dedim.
“Venedik nedir?” diye sordu.
“Buraya gelmeden önce evim dediğim yer ve ilk sorunun en güzel cevabı.”
“Venedik nasıl bir yer?”
“Venedik’e gitmedin mi hiç?” diye sordum.
“Ben hiçbir yere hiç gitmedim,” dedi. “Sadece burayı
bilirim. Bu yüzden de misafirlerimizi merakımla rahatsız edip Bay Montebello’yu kızdırma alışkanlığını edindim. Onların hikâyeleriyle dünyayı görmeye çalışıyorum
biraz.” “Senin buraya gelmeden önce evim dediğin yer neresiydi?” “Çöl,” dedi. “Ancak Bay Montebello çölü unutmamı sağladı. Bunun için minnettarım ona.” Gözlerimi oteli çevreleyen arazide gezdirdim. Sütunlu yol sarmaşıklarla örtülüydü. İçinden begonvil fışkıran büyük toprak vazolardan biri çatlamıştı. Çakıltaşlarının arasında ayrıkotları bitiyordu. Huzurlu. Ama doğru kelime bu değildi. Dingin. Zamanın geçmesi ve her şeyin kaybolmasına razı da olunabilirdi tabii.

“Venedik, geçmiş zaman,” dedim. “Umarım Bay Montebello bana da unutmamda yardımcı olur.” Sigaramı küllük olarak kullandığımız saksıya bastırdım. O da aynısını yapıp bagajımla ilgilenmek için yerinden fırladı. “Bana eşlik ettiğin için teşekkür ederim,” dedim. “Adın ne, sorabilir miyim?” “Abdul.” “Tanıştığımıza memnun oldum Abdul.” Adımı söyledim. “İçeri girelim. Başlasın.”

Majordomus’un varlığına hazırlıklı olmasaydım bile gözümden kaçması imkânsızdı. Kalesi ve tapınağının eşiğinden adımımı atar atmaz bir raksla karşıladı beni. Beni nezaketten o derece yerlere kadar eğilerek, pohpohlayarak ve kırım kırım kırılarak karşıladı ki tam bir profesyonelle muhatap olduğum su götürmezdi. Adımı önceden ezberlemişti. Ketum bir şekilde, kendimi bir yazar olarak vasıflandırdığımdan haberinin olduğunu belli etti. Yüzünde kaygılı bir ifadeyle uzun yolculuğumun çok fazla yorucu olup olmadığını sorarken, kostümümün kesimine iltifat etme fırsatını da kaçırmayarak, fark ettirmeden ceketimin omuzlarına çekidüzen verdiği bir elbise fırçası bulmuştu bir yerden.

Sanki yaratılışın bütün sorumluluğunu üzerinde hissediyormuş gibi, modern dünyanın onu bazı formalitelere uymaya zorlayan güvenilmezliğinden dolayı özür diledi ancak yer değiştirmemin verdiği yorgunluğu attıktan sonra bunun için uygun bir zaman bulabileceğimizi temin etti. Maalesef henüz ne kadar kalacağımı bilmediğimi ve bunun bir sorun teşkil etmeyeceği ümidini taşıdığımı söyleyince, kaygılarımı zarif bir el hareketiyle savuşturup beni bir misafir olarak ağırlamaktan işletmenin onur, kendilerinin de zevk duyacaklarını ve bu neşenin uzun sürmesini umduğunu vurguladı. Sonra bana doğru eğilip fısıldayarak haddi olmadığı konulara karışmayı kesinlikle bir âdet haline getirmek istemediğini, ancak sol kol düğmemin iyi takılmadığının dikkatinden kaçmadığını ve ketumluğundan dolayı o düğmemi kaybedersem kendisini affedemeyeceğini söyledi. Beni özel olarak hazırlattığı süitime götürüp götüremeyeceğini sordu. Hoşuma gideceğinden emindi, ancak işletme herhangi bir konuda yetersiz kalmışsa bütün ekisteklerimin derhal yerine getirilmesini bizzat denetleyecekti. Haddi olmadan odama içecek ve atıştıracak bir şeyler hazırlatmıştı.

Kendisini takip edebilir miydim? Grand Hotel Europa’nın majordomus’u Bay Montebello, önden giderek beni resepsiyon ve kapıcı kabininin bulunduğu holden çıkardı ve yüksek, meşe ağaçlı kapılardan geçirerek üst katlara çıkan görkemli merdivenin bulunduğu mermer sütunlu merkezî konumdaki Büyük Salon’a götürdü. Uzun tüylü halıda, açıklamada ve bilgilendirmede bulunmak için bütün bedenini kolayca bana doğru çevirebilen ve hızını kesmeden geri geri yürüyerek yoluna devam edebilen bir artistik patinajcı gibi hareket ediyordu. Arada bir araya bir piruet koymasaydı ona yetişmekte zorlanacaktım. Abdul bagajımla bizi takip ediyordu. “Solda kütüphanemiz bulunuyor,” dedi rehberim.

“Arkasında Yeşil Salon ve Çin Salonu yer alıyor. Diğer kanattaysa bekleme salonu, kahvaltı salonu ve arkasında gölün pırıltısını görebileceğiniz kameriye ve gül bahçesine –veya bundan ne kaldıysa– bakan pencere kenarında sizin için sabit bir masa ayırdığım mütevazı restoranımız var. Fıskiye maalesef birkaç yıldır bozuk ancak aşçımız olan hanımın kusura bakmamanız için elinden geleni yapacağına sizi temin edebilirim.” Büyük Salon’a nefes kesen otantiklikte bir avize asılmıştı. “Kıymetli eserlerimizden biri,” dedi her şeyi, dolayısıyla lambanın da dikkatimi çektiğini fark eden majordomus. “Ancak bakımı zahmetli. Şöminenin üzerindeki portreyi gördünüz mü? Şüphesiz Niccolò Paganini’nin belirgin ve asil özelliklerini tanımışsınızdır. Pek de önemli bir ustanın işi olmamasına rağmen resim sanatı açısından bir şaheser olduğunu söyleyecek olursanız fikrinize katılmakta bir dakika tereddüt etmem.

Otelde hepimiz çok düşkünüzdür tabloya, çünkü keman virtüözünün şöhretinin zirvesinde Avrupa’nın büyük saraylarında beğeni ve başarı toplamak için yaptığı seyahat sırasında kaldığı otelimizde, yerinde ve canlı olarak çizilmiştir. Rivayete göre kendisine sunulan mükemmel steak aux girolles’a1 teşekkür kabilinden kendi ısrarıyla bu salonda bir konser vermiştir. Yemeğin adı o zamandan bu yana steak Paganini’dir ve bugün de hâlâ menümüzde yer almaktadır. Size akşam için bundan daha iyi bir tavsiyede bulunmakta güçlük çekeceğiz.” Şöminenin solunda Venedik’teki San Marco Meydanı’nı tasvir eden mütevazı ölçüde ve mütevazı artistik meziyette bir suluboya tablo asılıydı. Bir an yutkunmak zorunda kaldım, resmi görünce.

Bunu majordomus’un da fark ettiğinden emindim ama her ne kadar Vergilius’tan bir alıntı için mükemmel bir fırsat yakalanmış olsa da bir şey söylemedi. Mermer merdivenin tırabzanları fabl hayvanlarının heykelleriyle süslenmişti; solda bir ejderha, sağda bir sfenks. “Misafirlerimiz odalarının iyi korundukları bilinciyle rahatça uyuyabilirler,” dedi Montebello. “Sizi sembolizm hevesimle eğlendirmemi mazur görürseniz, yukarıdaki odalara çıkabilmek için sırasıyla erkeğin pek gerçekçi olmayan öz imgesi ile kadının özünü simgeleyen, korkunun hibrid görüntüsüyle sizi yanılgıya düşürecek şekilde hırıldayan gizemli kedinin arasından geçmeniz gerekiyor. Seçkin konuklarımızdan biri, canavarların amacının yabancıları dışarıda tutmak değil konukların çıkmalarını engellemek olduğunu söylemişti. Bunu yıllar önce söylemişti ve hâlâ burada kalıyor. Adı, Patelski. Onunla tanışacaksınız. Refakatini takdir edeceğinizi umuyorum. Seçkin bir biliminsanıdır.”

Üst kattaki sahanlıkta, içinde yapay çiçekler bulunan büyük bir vazo duruyordu. “Biliyorum,” dedi majordomus. “Bunu fark etmeyeceğinizi düşünmek, nafile bir ümitti. Sizden ısrarla âciz özrümü kabul etme büyüklüğünü göstermenizi rica ediyorum. Bu eksantrik dekorasyon, otelimizin yeni sahibinin heyecanının üzüntü verici bir sonucu.” “Otelin yeni bir sahibi mi var?” diye sordum. “Kısa bir süre önce Grand Hotel Europa, Çinlilerin eline geçti,” dedi. “Otelin yeni sahibinin adı Wang. Şu an bir değerlendirme yapmamızın mümkün olmadığı yeni bir gelişme.

Bay Wang otele eski ihtişamına geri kazandırma niyetinde olduğunu ısrarla vurgulamıştır. Sahip olduğu mali imkânlar işe yarayacaktır. Otelin kısmen bakıma ihtiyacı olduğu dikkatinizi çekmiştir. Eskisi gibi çok misafirimiz yok. Bay Wang buna da bir çare bulacak. Otelin tümüyle dolu olmasını amaçlıyor. Bütün bu gelişmeleri olumlu değerlendirme eğilimindeyim. Ancak diğer yandan yapay çiçekli vazo, yeni otel sahibinin geleneklerimize yatkınlığı konusunda kaygıya mahal veriyor. Ancak sizi endişelerimle sıkmak istemiyorum. Geldik. 17 numaralı oda, sizin için hazırlattığım süitiniz.

Bilmeniz gereken tek şey, terasa açılan kapıların zor kapanıyor olması. Kuvvetli bir esinti çıktığında kapılara bir sandalye dayamanızı öneririm. Yol yorgunluğunu atmanız ve tazelenmeniz için sizi yalnız bırakıyorum. Bir şeye ihtiyacınız olursa kapının yanında asılı duran çağırma şeridini çekmeniz yeterli olacaktır. Size Grand Hotel Europa’da iyi istirahatler diliyorum.”

Mükemmel. Oda mükemmeldi; mükemmel bir otel odası olduğundan değil, tam tersine, mükemmel olmadığı için mükemmeldi. Buraya anonim ve işlevsel tasarımıyla bir iç mimar el atmamış, aksine mebzul miktarda tarih, umutsuzca iç çeken izlerini bırakmıştı. Ön odada antik kırmızı renkli bir deri Chesterfield koltuğu gül motifli eski pembe kadife kaplamalı bir XV. Louis koltuğuyla, neredeyse aynı renkte bir ayak iskemlesi ise ince ahşap oymalı muhteşem bir 18. yüzyıl salon masasıyla yan yana duruyordu. Köşedeki yüksek sehpanın üzerinde, üzerine savaş öncesi radyo istasyon adlarının kazındığı gümüş kaplamalı diskli büyük bir bakalit radyo duruyordu. Muhtemelen doğru transformatörle çalıştırılabilirdi. Ancak eski müzikler çalmayacaktı. Arka odaya dev, altın iplikle işlenmiş yıldız motifli, bordo kadifeden tenteli, Mısır tarzında dört altın kaplamalı sütunun taşıdığı, dört direkli bir yatak egemendi.

O yıldızlı kumaşın altında iç çekiş ve fısıltıyla söylenen kaç sırrın kaldığını kim bilebilirdi? Yaldızlı çerçeveli büyük aynalı banyodaki aslan pençeli dört bronz ayak üzerinde duran emaye küvetin yanına bariz bir isteksizlikle bir duşakabin yaptırılmıştı. Dekoratif bir konseptin unsurları mı, önceki benzeri deneyimlerin izlerini silme girişiminde bulunmadan geçmiş yıllarda yarım yamalak uygulanan iç dekorasyon konusundaki çeşitli ve farklı fikirlerin ürünleri mi, yoksa eski seyyahlar tarafından unutulup hizmetçi kızların, tarihin rastlantısal çökeltilerin dağınık tortularının giderilemeyeceğinden dolayı bugünü şekillendirdiği felsefi inancıyla, bugüne dek izlerini silmeyi reddettikleri eşyalar mı olduğu kestirilemeyen eski kitaplar, bakır zil, Atlas’ın omzunda taşıdığı yarım yerküre şeklinde bir küllük, fare kafatası, çeşitli yazı malzemeleri, kılıflı bir monokl, doldurulmuş bir peçeli baykuş, puro makası, pusula, gölge oyunu figürü, içinde tavus kuşu tüyleri bulunan pirinçten bir vazo, bir spreyli şişe ve fındıkkıran görevi de yaptığı belli olan ahşap bir keşiş gibi sanki kıyıya vurmuş izlenimi veren objeler vardı süitte. Parmağımı onaylayıcı bir niyetle altın kaplamalı lambriler üzerinde gezdirip toprak rengi ağır perdelerin kalınlığını hissederken ve gül bahçesine veya ondan geriye ne kaldıysa ve bozuk fıskiyeli havuza bakan terasa açılan kapıları açmak için sandalyeyi kenara iterken odayı ayrıntılarıyla yazmak için yeterli vaktimin olacağını düşündüm. Çünkü burası iyiydi, hatta mükemmeldi ve nereye gideceğime karar verene dek kalmamam için hiçbir sakınca göremiyordum. Terasa açılan pencerenin önüne konulmuş, 30’lu yıllardan kalma ve daha hafif ağaç türleriyle zevkli bir şekilde kakma, sade ancak sağlam ve konforlu çalışma masasıyla eşleştirilmiş zarif, geniş abanoz masayı içeri girer girmez fark etmiştim.

Takım elbiseler ve gömleklerimi arka odadaki gardıroba asmadan önce çalışma masasını kendi alanım olarak imlediğim ritüeli uyguladım. Yanımda getirdiğim boş defterlerimi masasının sol tarafına yığdım, dolmakalemimi yanına koydum. Sevdiğim siyah mürekkepli kavanozu ulaşılabilir bir yere yerleştirdim. MacBook’umu çantasından çıkarıp masanın sağ tarafına koydum. Fişini prize taktım.

Çünkü dökülen lüksün ve çatırdayan ihtişamın arasında, solmuş bir buketten çıkacak bir taçyaprağı misali bir anlığına kendini gösterecek bir kavrayışın pasif bekleyişi içinde zamanı hüzünlü bir şekilde geçirmek için gelmemiştim Grand Hotel Europa’ya. O kavrayışı kendim yaratmak istiyordum ve bu yüzden de çalışmalıydım. Beni bir arı sürüsü gibi kovalayan ve net düşünmemi engelleyen hatıralarıma çekidüzen vermeliydim. Venedik’i ve bütün olanları gerçekten unutmak istiyorsam önce her şeyi olabildiğince eksiksiz hatırlamalıydım. İnsan unutmak istediği her şeyi hatırlamazsa, unutmak istediklerinin bir kısmını unutma riskini göze alır. Her şeyi yazmak zorundaydım, her ne kadar anlatma zorunluluğunun, Aeneas ve Dido’nun sözleriyle, acıyı tazeleyeceğinin farkında olsam da.

Ancak hesabı çıkarmak için önce kaydetmek gerekiyordu. Kaynağınız net olmadan hedefiniz olamazdı, geçmişinizin okunabilir bir versiyonu olmadan geleceğiniz olamazdı. Elimde bir kalemle daha iyi düşünebiliyordum. Mürekkep, netleştiriyordu. Ancak olanları kaydederek düşüncelerimi kontrol altına alabiliyordum. Kendime verdiğim görev buydu. Bunun için gelmiştim buraya. Bunu ertelemenin bir anlamı yoktu. Bittiğinde bitecekse, en kısa zaman içinde başlanması daha iyi olurdu. Sabah başlayacaktım. Arka odaya yürüyüp kendimi sayvanlı karyolaya sırtüstü bıraktım.

Sadece otel yataklarının yaylanabildiği gibi coşkunca yaylandı bedenimle birlikte. Sabah nereden başlayacaktım? En doğrusu başından başlamaktı. Başımın üzerindeki bordo gökyüzündeki yıldızlara bakıyordum. Başlangıç ertelenebilir, diye düşündüm. Bunun yerine beklentilerimin en yüksek olduğu andan başlamalıydım. Görevimi yerine getirmem nasıl Grand Hotel Europa’yla gelişimle başladıysa, yeniden kurgulamamı da Venedik’e gelişimle başlatmalıydım. Batan kenti gözümde canlandırıyor, geçmişin sallantısını hissediyordum; derin bir uykuya daldım.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıGrand Hotel Europa
  • Sayfa Sayısı592
  • YazarIlja Leonard Pfeijffer
  • ISBN9789750758904
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Nehir Kıyısı Kadınları ~ Heinrich BöllNehir Kıyısı Kadınları

    Nehir Kıyısı Kadınları

    Heinrich Böll

    Rüşvet alıyorlar, füzeler yağdırıyorlar, ölüme tapıyorlar – bunların hiçbiri yeni değil. Yeni olan şu: Kendilerini suçlu hissetmiyorlar.Nobel Ödüllü yazar Heinrich Böll’ün son romanı okuru...

  2. Artık Benimsin ~ Karen HawkinsArtık Benimsin

    Artık Benimsin

    Karen Hawkins

    Bu, Fiona MacLean’in rüyalarındaki düğün değildir. Törende ne ailesi ne de konuklar bulunmaktadır, yalnızca mihraba -kelimenin tam anlamıyla- sürüklenen bir damat vardır. Ancak Fiona,...

  3. Sonsuz Aşk ~ Ian McEwanSonsuz Aşk

    Sonsuz Aşk

    Ian McEwan

    “Sonsuz Aşk” “Kefaret”, “Çocuk Yasası” ve “Amsterdam’da Düello” gibi romanlarıyla tanınan Ian McEwan’dan, aşk, inanç ve saplantı üzerine, gerilimin hiç düşmediği bir roman. Bilim...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur